Mehmet Berk Yaltırık

LAVİRENTOS MEYHANESİ’NDEKİ BEYAZ ÖRÜMCEK
Mehmet Berk Yaltırık
“sanki eski deniz halkını duyarsın
dinlesen
sanki liman meyhanelerinde
kıvırcık deniz halkını
ispanyolca şarkılar italyanca şarap
ve allahmış gibi küfürler yaratırsın
20’nci meridyen derecesine kadar 15’inci meridyen derecesinden
beynelimel küfürler yaratırsın
…
ejderhalar üfler deniz canavarları peydahlanırdı
cenevizli bir forsa hayaleti Rodos kalesinde
ayak bileklerinde zincir
sırtında kamçı
ve lâtince şarkılar boşanır
antonius’un gemilerinden
…
sen umulmaz unutulmaz tahammülfersa ve derin
bir muço kadar bir tayfanın bıyıkları kadar hergele büyümüş
rüzgâr gülüne ve bilmem kaç cihete sığmaz olmuş
mutlak
birkaç asırlık korsan kaderin
…
sen allahın saltanatında ne allahlar taşıyorsun
Akıntılara hükmetmiş efendi kaptanları
Yıldız poyraz’da dolaşır gün batısı’nda dolaşır bazıları
…
elbirliğiyle top gibi kahkahalar patlatıp
bir devler şenliğinde
savrula savrula ölmüştük
…
sonra sakalları tuzlanmış balıkçı italyanlar
ve sonra cehennem gibi taraz taraz
tilkinin bakır tükürdüğü bir limana
karakurum çölleriymiş gibi kupkuru inip de gemiden
bir şarab seli hâlinde dönmenin yezitliği”
Attilâ İlhan, eski deniz halkı1
Cenevizlilerin, Pera’ya bir kere daha yerleşirken, Venediklilerin isyanlarında kanlı yağmalarla yok edilmiş daha evvelki iskanların yıkıntıları arasında denk geldikleri koca şarap mahzeninin üzerinde yükselmişti Lavirentos Meyhanesi. Kıvrım kıvrım dehlizlerinin, koridorlarının, zindanı andıran gizli bölmelerinin sirkeleşmiş silme şarap küpleriyle, fıçılarla dolu olduğunu gören işgüzar bir korsan eskisi Cenevzili kaptan, “Burası demek ki kadimden meyhanedir!” diyerek harabenin işletme hakkını almış, isim olarak da mahzene binaen Yunan esatirindeki meşhur “Labirent”in adını seçmişti. Çoğu Akdeniz’in muhtelif bucaklarından gelme ahalisinin yarı Rumca yarı Latince ağızlarında bu yer kısa sürede “Lavirentos” namıyla müsemma olmuştu. Buranın daima yosun eksik olmaz duvarları arasında, kandillerin kederli loşluğunda, yetmiş yedi çeşit şarap tadıp yedi düvelden küfürler ve şarkılar işitmek her zaman kabildi.
Pera’daki Kutsal Haç Kulesi’nin inşasının tamamlandığı 1348 senesinin o uğursuz Konstantinopolis gecesinde, Lavirentos Meyhanesi’nde yine Rum, Latin ve Slav lisanlarında küfürle karışık ezgiler işitiliyor, araya dönem dönem parayla tutulan Turkopollerin epey aksanlı Türkçe konuşmaları da karışıyordu. Fakat meyhanenin diplerinde, mahzenin fıçı ve küp duvarlarından oluşma temsili dehlizlerinden birinin en kuytusunda, epey yıpranmış, alçak, ahşap bir masanın etrafında dizilmiş karanlık tipli birkaç adam, birbirlerine kanlı bakışlar atarak, yakası açılmadık küfürler savurarak çanaklardaki incirlere, üzümlere ve isli balıklara hücum ediyor, Adalardan gelme şarapla dolu testiler, yara izleriyle kaplı kirli ellerden ellere dolanıp geziniyordu. Sadece masanın baş köşesi denilebilecek, üzerine çaprazlamasına ikişer Latin kılıcının asılı durduğu duvarın dibindeki sedire ejderha azametinde çöreklenmiş, önünde şarap testilerini, kayıntıları çekiştirip duranları seyreden katil suratlı bir adam bu hengameden azadeydi. Albanoi Kaptan dedikleri bu dev suretli uzun boylu adamı, diğerleri rahatsız etmekten epey çekiniyor gibiydi. Sanki olabildiğince uzağına oturup görmezden gelirlerse hiç var olmayacakmış bir hayaletmiş gibi davranıyorlardı. Diğer adamlarla aralarında belirgin bir yaş farkı yoktu, zaten hepsi kendince Akdenizli azılı derya kurtlarıydı. Ancak Albanoi2 Kaptan’ın yanı başındaki duvara dayadığı, neredeyse bir insan boyuna yakın çift elle kullanılan Norman işi dededen kalma kılıcı, dile gelmese de üzerindeki çentikler ve kurumuş kan lekeleriyle konuşuyordu. Pasları temizlene temizlene aşınsa da hala sapasağlam bu kılıç, kaptanın kıdeminin alameti ve daima üzerlerinde sallanıp duran aleni bir tehditti.
Mahzenin öteki uçlarından gelen ani ve kalabalık şuh kadın kahkahalarına karışan şehvani erkek sesleri -aleni Türkçe küfürler- kafaların o tarafa dönmesine sebep oldu bir anlığına. Böylesine bir eğlenceden mahrum kaldığından inceden siniri bozulan, Adriyatik’in ne Venediklilerin ne de Sırpların hükümdarı Stefan Duşan’ın idaresi altına girebilmiş haydut yatağı bataklıklarla kaplı adalarından birinden gelme İzbandut3 Petar, görmediği ancak hayalinde canlanan kadınların sesinin geldiği tarafa iştahlı bir bakış attı. Kendi kendine ancak reislerinin duyabileceği şekilde söylendi: “Turkopoller bu gece pek neşeli! Trakya’daki yağmaları yetmedi, şimdi de Pera’nın yosmalarını pençelerine atmışlar. Bari biz de İphigenia’nın kızlarını çağırsaydık!” Albanoi gibi Petar da eşkıyası, korsanı bol Adriyatik kıyılarından geliyordu, o yüzden çete içinde reislerine karşı kuyruğunu çoğu zaman dik tutabiliyordu, ata yadigarı çift el kılıç havaya kalkıp Alban dilinde küfürler gürlemedikçe.
“İş mühim! Halledip çil çil dinarları alana kadar işret yok! Sonrasında oynaşacak oynaşsın, sarhoşlayacak sarhoşlasın!” dedi Albanoi Kaptan sertçe. Elini meyhaneye doğru boşluğa savurdu: “Lavirentos kaçmıyor ya! Bizden evvelkiler de bu meyhaneye geliyordur, kırk yıllık mahzen yerinden uğrayacak sanki!” Adamlardan Cenevizli Lombroso, kabarık sakalları arasında yakaladığı kandan şişkinleşmiş bir biti ezip parmaklarındaki kanı pantolonuna sürterek temizlerken reislerine bakıp, “Bu Bizans saraylısının işi midemi bulandırıyor. Bir iş hem bu kadar alelade görünsün hem de ucunda keseler dolusu altın olsun… Aklım kesmiyor!” deyiverdi. Onun tam karşısında oturan Sicilyalı Alissandru masaya doğru eğilerek, “Bizim oralarda ‘Grek’le el sıkıştıysan parmaklarını say!’ derler…” dedi sanki mühim bir sır veriyormuşçasına. Cenevizlinin yanında oturan Pisalı Ugolino ise gözlerini kısarak Lonborno’ya dönüp sordu: “Bizans beyzadesi taşıyacağımız kutunun alelade olduğunu dedi, içindekini söylemedi ki?”
Masanın öbür ucunda, mahzenin kandillerinin menzilleri dışındaki karanlıklara sırtı dönük oturan Athelard, bakır rengi sakalını kaşıyarak sırıttı. Bir dönem Anglların adasından gelme babası gibi Bizans Vareg Birliği’nde bir dönem balta savurmuşsa da serseri mizacı yüzünden kovulmuştu. Sağ dirseğiyle yanındaki Thebesli Katalan Piç Ardal’ı dürterek, “Altın dolu keselerle buraya damladığımızı duyan bütün Pera yosmaları fareler gibi üşüşecekler üzerimize!” deyip güldü. Gevrek kahkahalarıyla Ardal da onun gülüşüne sallana sarsıla katıldı. Zira daha fazla kadın ve şarap dışında dünyada hiçbir şey onu heyecanlandıramazdı. Tüm bu şehvani şamata, Albanoi Kaptan’ın masaya inan yumruğunun gök gürültüsünü kıskandırır gümbürdemesiyle bıçak gibi kesildi: “Lakırtıyı, şamatayı bırakın! Sarhoş patırtısı istemem, işi dillendirmeyin. Pera, Konstantinopolis’e benzemez. Burası cehennemin kapılarının açıldığı yerdir, buralarda imparator bile geceleri sokağa çıkamaz. Gözünüzü açık tutun!”
Keşiş cüppesini andırsa da geceleri gizli gizli âşıklarını ziyaret edenlerin giydiği türden kapüşonlu pelerine bürünmüş bir adam, fıçı ve küp sıralarının arasından birkaç adım atıp Albanoi Kaptan’ın susturduğu çeteye yaklaştı. Sanki yerden bitmişçesine ansızın peyda olmuş adamın varlığı korsanları huzursuz etti. “Adamlarına böyle mi hükmedebiliyorsun?” dedi kapüşonunu geriye atarak. Kandillerin ışığında kendilerini kiralayan Bizanslı soylunun soluk çehresini ayan beyan gördüler. Albanoi Kaptan alaycı bir sırıtmayla: “Burada buluşmak isteyen sendin, şarap mahzenindeyiz!” diyerek Cenevizli’nin elindeki testiyi oturduğu yerden kapıp başına dikti. Şarabı bitirip elinin tersiyle çalıları andıran bıyıklarını silerken, “Ne vakittir buradasın?” diye sordu. Bizanslı soylu tepeden bakmayı sürdürerek, “Sarhoş muhabbetinize kulak misafiri olacak kadar” deyince, Albanoi Kaptan etrafını gösterdi: “Bunca korsan meyhaneye gelip de içmezse, kör dilenciler bile huysuzlanır. Saraydan fazla çıkmadığın için bilmezsin şimdi. Gizli bir halt ettiğini ahraz bile anlar. Öyle dikilip durma, masaya yanaş yahut testilerden birini kap.” Saraylı üzerlerindeki salya izlerini tahayyül ederek testilere tiksintiyle bakıp masanın kenarından dolaştı. Kaptanın yanındaki boş oturaklardan birine çöktüğünde pelerinin altındaki zırhı ve düşük rütbeli bir saray görevlisi olduğunu gösterir alametleri kandil yalımlarıyla parladı. Kaptana ve adamlara kibirli bir ifadeyle bakıp: “Bana saraylı, soylu demeyi bırakın. İgnatius diyebilirsiniz.” diye ikaz etti.
Albanoi Kaptan, masanın ucundaki Athelard ile Ardal’a bakıp: “Siz çıkın bir su döküp öyle gelin!” deyince, adamlar sessiz sedasız -sanki biraz önce içip gülüşmüyorlarmış gibi- vakur bir edayla- taştan merdivenlere yürüdüler. İgnatius’a dönüp, “Konstantiopolis’te sıcacık yatağından çıkcakasın, Pera’da deniz sıçanlarıyla meyhane mahzeninde gizleneceksin öyle mi? Ateş olmayan yerden duman çıkmaz saraylı! Peşinde takip edenler olmasa alayındaki askerlere yaptırabileceğin basit bir işi, bizim gibi kiralık bıçaklara yaptırmazsın değil mi?” Bizanslı asil kaptanın kurnazlığına şaşırmışsa da soğuk tavrını muhafaza etmişti. Adamın bu hali Albanoi Kaptan’a tuhaf gelmişti zira soğukkanlılıktan ziyade bir sükunete sahipti. Yaşayan, nefes alan birinde böylesine ölü emaresi görmek çocukluğunda bıraktığı memleketinin tuhaf inanışlarını, korkunç rivayetlerini aklına getirmişti. Masadaki üstüne boca edilmiş sarımsaklı soğanlı sosun kesif koktuğu isli balık dilimlerinin olduğu çanağı hızla kapıp soylunun burnuna uzattı. “Sizin imparatorların sofrasından bile soğan sarımsak sosları eksik olmazmış, özlemişsindir, buyur tat!” dese de çatılmış kaşları ikramdan çok tehdit havası vermişti sözlerine. İgnatius işinin bir an önce hallolmasını istediğinden ve bu barbarların tuhaf âdetleri olduğunu bildiğinden hafif tiksinen bir ifadeyle üzerinde sarımsak tanesiyle balık parçalarından birini ağzına atıp iştahla çiğneyerek yuttu: “Buradaki kıvamı tutturamamış. Kontoskalion’da Sophia Limanı4 ile Konto Skalion’un5 oradaki meyhanelerde, tavernalarda daha iyi yaparlar. Buranın havası pek yaramıyor olmalı yapılırken!”
Albanoi Kaptan, temkini elden bırakmaksızın ancak fark edilir bir rahatlamayla balık çanağını masaya bırakıp parmakları arasına sıkıştırdığı birkaç parça sarımsaklı isli balık tanelerini atıp çiğnemeye başladı. Adamlarına dönüp: “Bu saraylı ağzının tadını bilmiyor! Siz de bakın, görün lezzetini!” diye çanağı işaret etti. İzbandut Petar elindeki testiyi kafasına diktikten sonra, “Fazla yersek Pera yosmaları bizi istemezler kaptan!” diyerek gevrek gevrek güldü, şehvani kahkahalarına diğer denizciler de şöyle böyle katıldılar. Kaptan çanağa uzanan başkalarını görmeyince, “Eh! Keyfiniz bilir!” diyerek kalanları da yemeye koyuldu. O sırada Ardal sakin sakin yürüyüp kaptanın yanına gelerek kulağına eğildi. Etraftan duyulmayacak ama masa civarında işitilebilecek bir sesle, “Sarhoşlardan ve fahişelerden başka kimse yok görünürde. Yine de Athelard kapının önündeki sütun yıkıntısına çöktü, gelip giden olursa gürültü çıkaracak. Ben de yukarıda tezgâhın oradayım!” dedikten sonra tekrar merdivenlere yürüdü. Albanoi, Bizanslı asile dönüp sertçe: “Biz limanlardan on tanesini bir dinara toplayabileceğin kiralık bıçaklardan fazlasıyız. Kanlı Sancağı’nı Kuzeydeki Deniz’den6, Güneydeki eski Roma Denizi’ne7 her limana ve düşmana tanıtmış Ceneviz’in Üç Dişli Yabalı Şeytan’ı Kaptan Buonafare’nin fedaileriyiz, ben ikinci kaptanıyım. O kefil olup araya girmese senin keselerin bizi satın alamazdı. Halen da satın alabilmiş değil. Onları körü körüne ölüme sürükleyemem. İşin ne olduğunu, niye böyle gizli saklı halletmeye çalıştığını ya anlatırsın ya da çekip gidersin!” deyiverdi.
İgantius, ömürleri derya kenarlarındaki kaderine terk edilmiş balıkçı köylerinde, izbe merdiven altlarında başlayıp denizlerde kendilerini rüzgârın ve bıçaklı kavgaların insafına bırakmış masadaki beş adama şöyle bir bakıp testilerden birine uzandı. Kederi yahut mecbur olduğu işin getirdiği yük, tiksinmesine ağır basmıştı. Hiç tereddüt etmeksizin şarabı yudum yudum içtikten sonra “Bunun da artık tadı yok!” deyip masaya gürültüyle bıraktı. “Bana ait kıymetli bir emanetin, konağımın bahçesinin ucundaki Roma’dan kalma yarı çökmüş bir sarnıçtan çıkarılıp Psamatya Limanı’na8 taşınması gerekiyor. Konağım Theotokos Peribleptos Manastırı’nın orada, limana çok yakın. Bir şekilde oraya taşındı. Şimdi hamal veya askerle taşıtmaya kalksam, daha yukarıdan birileri elimden almaya kalkabilir. Limanda bir Venedik karaveli bekliyor. Buonafare senin ve adamlarının gözüpek kimseler olduğunu söylemişti. Bir alay askerin yürümesi ses çıkarır ama siz deniz kurtları, daha sessiz ve sakin halledebilirsiniz işi değil mi? Aynı şekilde düşmanlarım da az kişi geleceklerdir, hamalları korkutup sindirebileceklerini düşüneceklerdir. Ancak karşılarında hamallar değil siz olacaksınız.” Albanoi Kaptan bıyıklarını düzlemeye çalışarak bir Bizanslıya bir adamlarına baktı. Gözlerindeki altın parıltısı bir yana Buonafare’nin sözü de görünmez, kızgın bir pranga gibi boynunu yakıp duruyordu. Bir anda ayağa fırlayıp koca kılıcını sırtındaki deri kayışa geçirdi. İçi şarap dolu testilerden birini kapıp başına diktikten sonra: “Son bir yudum alın, sonra da toparlanın. Başımıza ne geleceği belli değil!” dedi tok ve sakin bir sesle.
Albanoi Kaptan ve altı deniz kurdu İgnatius’un peşinden Pera’nın kumlu kıyılarına indiler. Sivil giysili ama asker kemerleri ve kılıçları kuşanmış iki iri adamın başında beklediği büyükçe bir sandala doluşup boştaki kürekleri de kaparak hızlı hızlı denize açıldılar. Yarımadanın ucundan dolanıp Psamatya’ya gidene kadar denizin tuzlu havasını soluyup sandalı sallayan dalgaların ritmine kapılarak her biri kendi lisanından bir şarkı tutturup fısıldaşa fısıldaşa söylediler. Kaptanları dahi onlara ayak uydurmuştu ki bunu bir nevi son savaş gibi düşünerek savaşır gibi asılmışlardı küreklere. Limana çıkınca önce İgnatius ve iki adamının peşinden Venedik işaretleri taşıyan karavelin önüne gittiler. Bizanslı geminin kaptanıyla hızlı hızlı fısıltıyla ne olduğunu duyamadıkları şeyler konuşurken, Albanoi ile adamları Venedikli tayfalara ve muçolara eski savaş hatıralarının ve asırlık rekabetlerinin yüzünden pek garezli bakıyorlardı. Albanoi, “Gemi aşırı temiz kokuyor. Çamur ve kan yok. Gözlerimi bağlasalar bu tacir Venediklilerden birinin dibinde olduğumu anlardım!” deyince sırtlanlar misali sessiz sessiz ancak katılırcasına güldüler.
İgnatius’un adamlarından birisi koşturarak limanın dışına çıkıp iki iri beygirin çektiği büyükçe bir at arabasıyla birlikte döndü. İgnatius, “Adamlarım kullanacak. Biz araba içinde şu yelken bezinin altında saklanacağız” deyince, Albanoi sorgusuz sualsiz bir sıçrayışta arabaya çıktı. Kılıcını hazır vaziyette tutarak arabanın bir köşesine çökünce; Petar, Cenevizli Lombroso, Sicilyalı Alissandru, Pisalı Ugolino, Athelard, Thebesli Katalan Piç Ardal da kaptanlarını taklit ettiler. İgantius da “Kaderde kendi konağıma Troya’yı kuşatanlar gibi hileyle girmek varmış ne yapalım!” diye söylenip arabaya çıkınca adamları eski bir yelken beziyle üzerlerini örtüp atları kamçılayarak hareket ettiler. Konstantinopolis’in ekseriyetle çamurlu ve iri taşlı yollarında sallana sarsıla ilerlerken hiçbirinden çıt ses çıkmadı, karadayken tüm neşeleri ve huzurları kaçmış gibiydi.
Araba durduğu zaman, yelken bezinin altında bunca tuz ve ter kokan adamın arasında bu asilin böylesine şikâyet etmeden durması Albanoi Kaptan’ın dikkatini çektiyse de ses etmedi. Koca koca erguvan ve çınar ağaçlarının uzandığı, yüksek duvarlı bir bahçenin ucundalardı. Diğer uçta uzakta saray yavrusu denebilecek ancak harap olmuş ışıkları sönük bir konak görünüyordu. Ağzını kocaman bir timsah gibi açmış, konaktan da harap bir sarnıç girişinin tam önünde durmuştu araba. Albanoi Kaptan yere atlar atlamaz konağı işaret edip: “Senin konak dediğin saraydan halliceymiş. Böyle bir yere sahip olsan ismini, namını muhakkak duyardık!” deyince İgnatius aynı soğuk ifadeyle tam yanına atladı: “Bana burayı hanedanla akraba, kadim ailelerden birinin mensubu bir büyüğüm bıraktı.” diyerek geçiştirdi. Diğerlerinin aksine çocukluğu Konstantinopolis’te geçmiş Athelard korkulu gözlerle baktı karanlık yeraltına inen yosunlu merdivenlere: “Biz ufakken sarnıçlara sokulamazdık. Suların, bataklıkların içinde boğulan çocuklardan, kedi ve çocuk boyunda insan yiyen farelerden, dev böceklerden, örümceklerden bahsederlerdi. Hatta insanları öldüren hortlaklar ve cadılar da olur derlerdi!” Albanoi meşaleler yakıp sarnıca dalıveren İgnatius ile adamlarını gösterip: “Bu saray kibarlarının girdiği yere korktu da giremediler dedirtme kendine!” diye karşılık verdi.
Korsanlar rutubetin saçlarına, vücutlarına sindiği sarnıca inip sütunların, dehlizlerin aralarından kıvrıldılar. İgnatius taş toprakla, devrik sütunlarla dolup kapanmış bir geçidin hemen önündeki neredeyse bir buçuk insan uzunluğunda olan sandukayı işaret ederek: “İşte taşıyacağınız emanet…” dedi sakince. Deniz kurtları canlı ve cansız sayısız ganimet taşımaya alışkın kollarıyla, ağırlığından içindekini kestirmeye çalışarak sandukayı sırtlandılar. Meşaleli adamların peşi sıra çıkışa yürürlerken, kazaen mi yoksa sandığın muhtevasını merak eden Petar’ın çakallığı mı bilinmez, koca denizcinin devrilmesiyle sandukanın yere çarpıp kenarlarından kırılıp açılıvermesi bir oldu. İçinde belli belirsiz uzunca boylu bir kadının yattığı anlaşılınca ne yaptıklarını anlayamadıklarından kâh birbirlerine kâh Bizanslı soyluyla adamlarına bakındılar. Albanoi Kaptan adamlarının önüne geçip sırtındaki koca Norman kılıcının namlusuyla sandukanın kapağını sertçe kenara itti. Denizciler sayısız ceset görmüş olmalarına ve daima ölümle burun burunla yaşamalarına rağmen meşalelerin zayıf ışığına hücum eden o kasvetli sarnıcın ezici karanlığında gördükleri daha önce rastladıkları hiçbir şeye benzemiyordu. Sandukanın içinde yatan uzun boylu kadının kolları da anormal derecede uzundu, akbaba pençelerini andıran kararmış sivri tırnakları ve kurumuş kanla kopkoyu renkte dudaklarının arasından fırlamış sivri dişleri, baykuş misali koca koca açılmış kan çanağını andıran kızıl gözleri, üstündeki beyaz renkte Bizanslı eski asil kadınların giydiği giysiye adeta serpilmiş kan lekeleri yatanın alelade bir insan olmadığının alametiydi. Kadının aşırı soluk tenindeki kapkara damarları görülebilecek denli belirgindi ki Cenevizli Lombroso, Lavirentos’ta sakalları arasında yakalayıp ezdiği kandan şişmanlaşmış biti hatırlayıp ürperdi.
Deniz kurtlarının kimisi için gördükleri ve ceset olduğunu umdukları heyula epey yabancıydı ama diğerlerinin korkusu fal taşı gibi açılmış gözlerinden ve sıklaşmış nefes alıp vermelerinden belliydi. Tüylerinin diken diken olduğu aşikâr denizciler arasında Albanoi Kaptan’ında olması dehşeti kallavi hale getirmişti. Cenevizli Lombroso, Sicilyalı Alissandru ve Pisalı Ugolino, Trakya’dan Moesia’ya uzanan kadim topraklardaki9, sel suyunun çöküntüleri misali onlarca göçün, savaşın neticesinde ücra dağ ve orman köylerinde unutulup kalmış eski inanışları bilmiyorlardı. Ancak Konstantinopolis’in sarnıç cadılarını, lamia’ları ve strige’leri dinleyerek büyümüş Athelard’ın, yine dehşetli lamia’ların ve kafir gömüldüğü için hortlayarak dolaşanların hikayelerini Epir Yarımadası’nın kuzeyindeki memleketinde epey dinlemiş Ardal’ın, Adriyatik’in farklı mıntıkalarından geldiklerinden kan emen hortlaklara dair epeyce rivayet dinlemiş olan Petar ve Albanoi Kaptan’ın yüreklerini ele geçiren korku kaviydi. Lamialar denizcileri kandırıp suların dibinde boğan denizkızlarının, sirenlerin zamanından kalma ürkünç masal yaratıklarındandı ve tasvirlerini duya duya ezberledikleri tam önlerindeki bu varlık da bunlardan biriydi
Athelard, baba yadigarı baltasını çıkarıp başının üzerine temkinle kaldırırken: “Yüce İsa! Meryem! Azizler! Lamia bu! Lamia!” diye gürleyince Ardal da Katalan usulü düz kılıcını çekip saplayacakmış gibi pozisyon aldı. “Thebes’teki Grek kadınlar da anlatırdı lamia’yı, Zeus’a taptıkları zamanlardan kalma, çocuk kanı içen lanetli bir cadıymış!” dedi arkadaşını destekleyerek. Petar, fırlatmaya hazır halde çifte bıçaklarını çekerek gözlerini acayip görünüşlü kadından ayırmaksızın: “Hiç duymadım ama bu kan sömüren cadalozları çocukken bataklık sineklerinin uçuştuğu ateş başlarında dişsiz kocakarılardan duymuştum. Ştrigoni derlerdi.” deyiverdi. Ardından öfkeli bakışlarını Bizanslı soyluya çevirdi: “Bize bu cadıyı mı taşıtmak istedin!”
İgnatius insanı ürperten sükunetini bozmadan denizcilere tek tek bakarak, “Bizi öldürebilirsiniz ama silahlarınız ona zarar vermez.” dedi. Sesinde sezilir bir tehdit vardı. Ancak bu havayı Albanoi Kaptan’ın kılıcını indirmeksizin sandukaya yaklaşması bozdu: “Onların silahları işlemez ama benimkisi sizi de, bu cadıyı da haklayabilir!” İgnatius zorlama bir ifadeyle sanki kör bıçakla yüzünde yara açılmışçasına alaycı tebessümüyle karşılık verdi: “Elindeki o eski kılıçla mı? Normanların adı çoktan unutuldu, onu taşıyan ellerin mezarlarında tozu bile kalmamıştır!” Albanoi Kaptan kurt gibi bir sırıtışla kılıcının topuzunu ve kabzasını gösterdi: “Bunlar gümüşten yapıldı Bizanslı! Senin halkının gümüşünden, bu musibete karşı! Bir zamanlar Alban topraklarında Konstantin ve Doruntine’in10 efsanesi gün gibi gerçekken, büyük dedem tarafından yapılıp taşındı. Mezarından yürüyenler için! Burada bizi taşıttığın canavar gibi olanlar için!” Petar şaşkınlıkla kaptana yandan baktı: “Konstantin ve Doruntine’in efsanesi mi? Albanların en meşhur hikayesi gerçek mi?”
Albanoi Kaptan bakışlarını İgnatius ve adamlarından ayırmaksızın sakince konuştu: “Sen biliyorsun ama bizimkiler, hele bu Bizanslı saraylı hiç duymamıştır. Barbarların hikayelerine kulak kabartmamıştır daha önce. Hikâyenin bilinen kısmı; Konstantin adında bir Alban’ın kız kardeşi Dorontin’i özlediği zaman annesine getirmek üzere söz vermesi. Zira Dorontin, dağların ardında uzak bir beldenin prensine gelin gitmiştir. Konstantin düşman ailelerden biriyle yaptıkları bir savaşta ölünce annesi mezarında ağlayarak ona içtiği yemini hatırlatır. Gece çökünce Konstantin kabrinde yatamaz, lugat11 olup kalkar. Bizim oralarda musibetin ismi budur. Mezar toprağı ve mezarı taşı da simsiyah renkte bir aygıra dönüşür. Lugat Konstantin birkaç günlük yolları, dağları bu acayip atla birkaç adımda aşar. Kız kardeşinin kapısına dayanıp adını seslenir. Kız kardeşi ağabeyini böyle çıkıp gelmesine inanamaz. ‘Onca yolu nasıl aştın geldin?’ diye sorunca, lugat ‘Hasretin dağları, tepeleri aşırdı!’ der. ‘Karanlıkta gözlerin niye ışıl ışıl?’ diye sorar Dorontine. ‘Seni tekrar gördüğümden böyle parlıyor!’ der Konstantin. ‘Ya saçların neden böyle toz toprakla kaplı? Neden kan kokuyorsun?’ diye sorunca, ‘Yoldaki tozlardan, savaştaki yaralarımdan!’ der hortlak. Annesine götürmek üzere kız kardeşi atının terkisine alır, dağları tepeleri kısa sürede aşmalarına şaşıran kız, ‘Bu nasıl aygırdır ki birkaç adımda yolları aşıyor?’ diye sorar. Lugat Konstantin: ‘Benim atımın dengi dünyada yoktur, hızına rüzgârlar erişebilemez!’ der. Evlerinin kapılarına geldiklerinde Dorontine, ‘Yas mı var ki annem evimizi, kapımızı siyaha boyatmış?’ diye sorar. Konstantin, ‘Annem yaşlanalı beri ölümü hatırlamak için siyahı seviyor. Haydi kapıya git seni bekliyor!’ der. Dorontine kapıya gidip seslendiğinde ne annesi inanır duyduğu sese ne de kızı inanır annesinin kapının ardında olduğuna. Kapıyı açan ihtiyar kadın, ‘Seni buraya kim getirdi?’ deyip de ‘Ağabeyim Konstatin!’ cevabını alınca, ‘İmkânsız kızım! Ağabeyin savaşta öldü!’ der. İkisi de oracıkta ölü verirler korkularından. Senin duyduğun da bu muydu Petar?”
Adriyatikli İzbandut, “Üç aşağı beş yukarı…” deyip kafasını sallayınca Albanoi Kaptan kılıcını gösterdi: “Bir de hikâyenin anlatılmayan tarafı var. Gerçek tarafı. Konstantin adında birinin lugatlaşmış hali, önce ailesini sonra kendi köyünü tek tek mezara gönderir. Doymak bilmez hortlak civar köylerin çocuklarını, bebeklerini de kaçırıp sivri dişleriyle ısırmaya başlayınca çaresiz kalırlar. Dedemin dedesinin, onun da büyük dedesinin babası o vakitler Alban topraklarına yerleşmiş Norman soyundanmış. Kadınlar hala bizim köyde anlatırlar efsanesini. Konstantin’in musallat olduğu köylülere gidip daha önce çok uzaktaki kuzey topraklarında da hortlamış varlıkları öldürdüğünü, kılıcının kabzasını ve kabza topuzunu saf gümüşle yeniden yaparlarsa onları bu musibetten kurtarabileceğini söylemiş. Bizans gümüşleri toplayıp eritmişler, bu kabzayı yaptırmışlar. Büyük dedem öyle öldürmüş o lugatı. Onun bu cengini ve kılıcını hiç unutmamışlar. İşte şimdi benim elimde!” İgantius ellerini havaya kaldırıp, “Ne yapmak niyetindesin? Ne istiyorsun?” diye sorunca Albanoi Kaptan başıyla adamlarını işaret etti: “Geceleri mezarından çıkıp dolaşan bu heyula neden böyle yatıyor? Niye bize taşıtıyorsun? Bizden sakladığın ne varsa anlat. İşi alıp almayacağımıza öyle karar vereceğim!”
İgnatius derin bir nefes alıp sandukayı işaret etti: “Sizin lamia veya başka barbarca isimler taktığınız bu varlıkların iki türlüsü var. Biri sizin köylerinizde, taşrada dolanan, sadece kan peşinde yaşayan mahluklar. Bir de burada yatan gibi hortladıktan sonra da güçlerini, nüfuzlarını devam ettirenler, insanlara ve insan olmayanlara hükmetmeyi sürdürenler var. Karşınızdaki kişi bundan iki yüz küsur yıl evvel Stirya topraklarından Cenova’ya Cavanna Ailesi’ne gelin giden Kontes Vojnomira Martinuccia Strigoneviç di Cavanna’dır.” Petar ömründe belki ikinci, belki de üçüncü kez istavroz çıkardı: “Adriyatik’in kuzey kıyılarında Strigoneviç adında tüm fertleri öldükten sonra huzur bulamamış bir ailenin hikayeleri anlatılırdı. Şimdi Macar hakimiyetindeki Hırvat topraklarında… Demek hikâyeler doğruymuş!” Bizanslı soylu onu hiç kaile almaksızın konuşmaya kaldığı yerden devam etti: “Onun Konstantinopolis’teki ve Pera’daki ölümsüzler nezdinde ismi ‘Cenevizli Hanımefendi’dir. Onun asırlık varlığı nihayetinde İmparator cenaplarını ve şehrin diğer yücelerini rahatsız ettiğinden ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. İmparator bu yüzden birbirlerini yaşayışları gereği öldüremeyecek olsa da peşine onun bir benzerini taktı…” Albanoi Kaptan, lisanında öyle galiz bir küfür savurdu ki gür sesi sarnıcın duvarlarında çınlarken saraylı gayri ihtiyari sustu. Kılıcını aleni tehditkârca daha da yukarıya kaldırarak, “Kör şeytan! Bu lanetlilerden başkaları da var ve burada yatanın peşindeler öyle mi?” diye sordu.
İgnatius sükunetini korusa da bu kez gözlerinde gözle görülür bir korku vardı: “Neyse ki onu benim gibi insandan kanla devşirdikleri ama hizmetleri boyunca ölümsüzlük bahşetmedikleri insan köleleri ile öldürmeye kalktılar, askerler arasına sızmışlardı. Adamlarımın bir kısmını kaybetme pahasına efendimi kurtardım. Ancak peşimizdeki lanetli alelade birisi değil. Üç yüz yılı aşkın bir süredir bu topraklarda gezinen, daima büyünün ve Şeytan’ın sırlarını arayan bir hortlak. Ona Ölüm Oynatan Hekataeios diyorlar ancak Bizans’tan değil. Asıl ismini Şeytan bile bilmiyordur muhtemelen. Çok eskiden maiyetimize girmiş barbar Patzinaklardan12, Torkların13 davul çalıp sıçrayarak ruhlara hükmeden o yarı deli sihirbazlarından. Ölümsüzlükle ödüllendirilmeden önce imparatorluk sarayının kıdemli bir falcısı ve istenmeyen çocukları düşüren mahir bir büyücüydü. İskenderiye Kütüphanesi’nden kaçırılan ismi meçhul bir yazmanın kudretiyle gücüne güç kattıktan sonra onun hakimiyetine meydan okudu, şehrin kan emicilerinin efendisinin tahtına göz dikti. İmparator cenaplarının korkusunu kullandı.”
Albanoi Kaptan yorulmasına rağmen kılıcını indirmeden sordu: “Bizden ne istiyorsun? Bu şeyi neden limana taşımalıyız?” İgnatius yine derin bir nefes alıp sabrına mukayyet olmaya çalışarak konuştu: “Cenevizli Hanımefendi’nin kendine gelmesi ata topraklarına dönmesi gerekiyor, orada yeniden ayaklanacak. Sonra belki Cenova Cumhuriyeti içindeki nüfuzunu kullanarak hükmettiği bu topraklara geri döner. Eğer bunu sağlayabilirsem benim hizmetimi ödüllendirip ölümsüzlük bahşedecek. Ben bu sandukayla Psamatya Limanı’nda sağ salim ayrılabilirsem size vaat ettiğim altınları alacaksınız, herkes kendi yoluna gidecek. Eğer efendime saldırmak üzere parayla tutulmuş başkaları saldırırsa koruyacaksınız, Pera’nın sayısız kanlı kavgasından sağ çıktığınızı baş kaptanınız Buonafare bunun teminatını vermişti. Ancak Hekataeios başka hangi şeytanlıklarla karşımıza çıkar bilinmez…”
Keskin bakışlarını İgnatius’tan ayırmayan Albanoi Kaptan, “Buradan çıkıp gidelim mi yoksa bu uğursuz altınların peşine mi düşelim?” diye sordu tayfalarına. Adamları üzerindeki tahakkümü genellikle bu yek vücut hareket eden çete hissiyatına dayanıyordu. Diğerlerine göre sesi daha çok çıkan Petar bıçaklarını kınına yerleştirerek, “Liman hemen şuracıkta. Böylesine alelade bir iş için niye altınlardan olalım kaptan?” diye sordu. “Hem Cenevizliyi Venedik gemisiyle kaçırmak tam Ceneviz aklı. Arap cinlerini bile aldatabilen tüccar soyu değiller mi?” dedi Pisalı Ugolino kılıcını kınına sokarak. Albanoi de kılıcını yeniden sırtındaki kılıfına yerleştirdi: “Bu soluk benizli, sanki kireç kuyularından fırlayıp gelmiş asilzadenin soğukluğu ve sessizliği yüzünden ta Lavirentos’ta lugatlarla, hortlaklarla bir olduğunu anlamıştım. Ben size keyfimden o sarımsaklı Bizans işi peksimetten hallice balık zıkkımından herkes yesin demedim. Sarımsak sadece Peralı yosmaları değil, şeytanların kan içici fahişelerini de kaçırır! Bu vakitte meyhane de bulunmaz. Bunların ayakta dolaşanıyla karşılaşırsanız işiniz tanrılarımıza kalmıştır benden demesi! Artık hangimizinkini işitirlerse… Şu sandukayı onarıp yola devam edelim!”
Kısa sürede sandukanın çivilerini silahlarının topuzuyla geri çakmak suretiyle -bu yapılırken Albanoi Kaptan kılıcını hassaten uzak tutmuştu- yeniden kapatıp dışarıda bekleyen arabaya yüklediler. Bahçenin kapısından çıkıp dışarıyı kolaçan eden Athelard ile Ardal, “Yol açık!” diye alçak bir sesle işaret edince kaptan, “Siz ikiniz öncüsünüz, devam edin!” diye emretti. Bu sefer yelken bezi örtmeksizin sadece koca sandukayı arabaya yerleştirerek sağında ve solunda yürüyerek ilerlemeyi tercih ettiler. Sadece İgnatius ve adamları arabada kaldı.
Bizanslı soylunun adamları sürücü kısmında, İgnatius sandukanın yanında ilerlemeye başlayınca kaptan sandukanın en gerisinde, adamlar da ikişerli halde yanında yürüdüler. Yol boyunca tek tük bostanlar ve bostan kulübeleri olduğundan, bazı evlere rastlasalar bile dışarıda kimseler olmadığından sakince ama tetikte ilerliyorlardı. Sadece bazı manastırların yakınlarından geçerken bir-iki devriye gezen askerlere rastlamışlar, onlar da arabadakilerin zırhlarıyla kılıçlarını görerek limana iaşe taşındığını düşünerek yollarını kesmemişlerdi. Bunda en önde ilerleyen Athelard’ın Grekçeyi bir Kostantinopolisli kadar konuşmasının da tesiri vardı, göze batsalar da aşırı dikkat çekmiyorlardı. Normalde bunca askerin gölgesinden geçmek bu deniz kurtlarını huzursuzlandırsa da, ilk kez yakınlarında eli silah tutan başka birilerinin olması ve yanlarında saraydan düşük rütbeli bir asilzadenin bulunması onları rahatlatıyordu. Üstelik sürekli bir manastır, kilise veya papaz mezarının yakınından geçip gitmek, o gece öğrendikleri dehşetin akabinde onları hayatlarında ilk kez ağızlarında dualarla boyunlarını eğip Tanrı’ya yakarmaya sevk etmişti. Gümüşle silahlanmış Albanoi Kaptan bile daha fazla sarımsak yemediği hayıflanıyor ve ay ışığının altında haçların gölgeleri altından geçmekle bir nebze sükûn buluyordu. Tüm bu huşu içindeki hava, Aziz Menas Kilisesi’nin epey gerilerinde kalmasıyla, Psamatya Kapısı ile aralarında iki yanı sık meşe, kestane ve gürgen ağaçlarıyla kaplı koruların uzandığı korular arasında karanlık bir yolun bulunması hasebiyle bir anda söndü. Athelard ile Ardal’ın temkinle kılıçlarını çekip öyle yürümeleri kalabalığı da tedirgin etmiş, herkes silahlarını hazırda tutarak yürümeyi sürdürmüştü.
Kafile bir an duraksayan Ardal ile Athelard’ı takiben yavaşlayıverdi. Athelard ileriye doğru dalgın dalgın yürümeye devam ederken Ardal koşturarak endişeli bir vaziyette arabanın yanına geldi. “Yolun ortasında ağaç dikili! Sanki hep oradaymış gibi!” deyince İgnatius’un adamları diğerlerine dönüp: “Biz gelirken yol temizdi, ağaç falan yoktu…” diye söylendiler. Kaptan, “Ya Athelard nereye gidiyor?” diye sorunca, Ardal korkulu bakışlarla: “Ağacın kendisini çağırdığını söyledi.” deyiverdi şaşkınca. Kafile gerçekten de yolun az ilerisinde görülen ağacı andıran bir siluete doğru koşar adım gidiyordu. Albanoi Kaptan koca kılıcını çekip efsunlanmışçasına koşturan adamının arkasından az buçuk Katalanca, bolca Alban lisanında seslendi: “Ardal! Hey català boig!14 Dreqin!15 Mos u bini pas djallit Ardal!” Diğerleri de arkadaşlarına seslendi ancak çabalarının beyhude olduğu aşikardı. Sadakatine en güvendiği adamlarından birinin böyle efsunlanmışça hareket etmesi kaptanın huzurunu kaçırmıştı. Adamının arkasından koşturup onu tutmaya çalıştığı esnada gözlerinin önünde ummadıkları bir acayiplik cereyan etti. Bölük bölük kara bulutların arasından sızan ay ışığı altında bir insan boyundaki ağaç sanki kollarını açmış da yârini bekler gibiydi. Ardal yaklaşıp ağaca sokulduğu vakit dalların hareket edip koca deniz kurduna bir çocukmuşçasına sarıldığına alenen şahit oldular. Ay bukle bukle saçlarını omuzlarına döken bir kız misali ortalığı ışığa boğduğunda Ardal’ın kan revan içinde ağacın dalları arasında ezilip çırpındığını gördüler. Hemen akabinde karşılarındaki tuhaflık Katalan denizciye uzun kollarıyla sarılmış, sivri dişleriyle boynunu parçalarken kafasını yılan misali sağa sola oynatan lamiadan başkası değildi. Korkuyu defterinden daha çocukluğunda silmiş Albanoi Kaptan’ın ayakları sanki kurşundanmışçasına ağırlaştı, kıpırdamaya mecal bulamadı. Aklının bir türlü kabul edemediği bu vahşet anında, ayaklarını güçlükle kımıldatıp arabanın yanına doğru çekildiğinde, Bizanslılar ve denizciler pervasız kaptanlarının gözünün ferinin solduğunu, saçlarının ve vücudundaki tüm kılların bir gecede ihtiyarlaşmışçasına bembeyaz kesildiğini hayretle gördüler.
Ardal’ın hali karşısında lal kaldıkları yetmiyormuş gibi bir de etraflarında o kan içici lamialardan birkaç tanesinin daha sökün edip ağır ağır yaklaştıklarını gördüklerinde arabaya doğru çaresizce gerilediler. Toprakla lekelenmiş çırılçıplak, beyaz ancak ölümün tesiriyle kurumuş bedenleri, karanlığı delip geçen ateş kızılı gözleri, ay ışığı altında sivri dişlerini, koyu dudaklarını yılan dilleriyle yalayıp şuh kahkahalarla, mezar ötesinden gelme korkunç çığlıklarla ilk kez karşı karşıyalardı. Bu ürküntü yetmiyormuşçasına arabanın atlarına topraktan fışkıran ölü ellerin saldırması son damla oldu. İgnatius’un fedaileri oldukları yerde kılıçlarını çekip “Kyrie eleison”, “Tanrım merhamet et” ilahisini titrek sesleriyle bağıra bağıra okumaya başlamışlardı efendilerini unutup. Deniz kurtları, lamiaların gece meşveretinin tam ortasına düşmüşlerdi. Gözleri önünde ölülerin elleri atları parçalarken lamialar da birer ikişer denizcileri yakalayıp kollarından boyunlarından dişlemeye başlamışlardı, Albanoi Kaptan’ın sarımsak kokusu ve kılıcının gümüş topuzu bile dört beş tanesinin sırtına tüneyip bacaklarına yapışıp kanını içmelerine engel olamıyordu. Albanoi Kaptan, gece yaratıklarının vücudundan pınarmışçasına kana kana içtikleri her damlada hayatının değiştiğini, canını yitirmenin akabinde bu lamialar, ştrigalar, lugatlar gibi yürüyeceğini içten içe biliyordu. Tıpkı büyük atasının öldürdüğü Konstantin gibi…
Kabir kaçkınlarının hırıltıları, tıslamaları ve denizcilerin feryatları arasında meçhulden gelen bazı davul gümbürtüleri işitilince, arabanın bir köşesine ilişmiş Ignatius haykırdı: “Bu o! O geliyor! Hekataeios! Ölüm Oynatan! Ölüm Oynatan!” Davul sesleri kesifleşince, üzerine geçirdiği kuzgun ve karga tüyleriyle kaplı deriden tuhaf bir harmaniye sarınmış, iskeleti çıkmış soluk derisinin üzerinde ay ışığında tuhaf sembollü dövmeleri görünen, kulağına, boynuna taktığı halkalar ışıldayan, bir elinde göz boşluklarından tekinsiz sarı ışıkların fışkırdığı kararmış bir kurukafa taşıyan, Bizanslı kadınların çocuklarına imparatorun mahzenlerinde yaşayan dehşet diye anlattığı Hekataeios, ağaçların gölgelerinden çıkıp Albanoi Kaptan’a doğru yaklaştı. O yaklaştığında, lamialar doyurulamaz iştahlarını zapt etmeye çalışarak istemeye istemeye ondan uzaklaştılar. Albanoi Kaptan gücünün ve cesaretinin-belki de çaresizliğinin tesiriyle- son kırıntısıyla kılıcını havaya kaldırıp gümüş topuzlu kabzayı önde tuttu.
Bozkırlardan, balta girmemiş ormanlardan çıkıp kurt sürüleri misali Bizans topraklarına inen atlıların soyundan gelme büyücü, elindeki tılsımlı kurukafayı Albanoi Kaptan’a uzattı. Kuruyup yaralarla kabuk bağlamış dudaklarını kıpırdatmaksızın denizcinin zihnine seslendi, bir kuyunun derinlerinden yankılanıyor gibiydi büyücünün dimağının sesi: “Sandukadaki fahişeyi öldürürsen sizi bırakırım!” Kaptan çoktan ölüme karışmış adamlarını da Bizanslıyı da alacakları altını da unuttu. O an bir canavar pençesi gibi kalbine tırnaklarını geçirmiş sıkıp duran, karabasan gibi üzerine çullanan korkuya rağmen içinde ayakta kalabilmiş yegane duyguya, kör öfkeyle körüklenmiş, çocukluğunun dağlar ve gençliğinin denizler kanunlarıyla bilenmiş intikam hissine sarıldı. Tüm bunların müsebbibi tam karşısındaydı. Büyücünün bile kestiremeyeceği bir çeviklikle avına atlayan aslan misali üzerine atılıp kılıcın topuzunu, üst tarafındaki ufak iğnevari çıkıntıdan itibaren bir hançer gibi büyücünün göğsünün orta yerine saplayıverdi -halkının mezar ritüellerinden öğrendiği şekilde-. Asırlık yaşayan ölü sıtma tutmuş gibi titremeye başlayıp göğsünden toprağa kara kanlar fışkırırken aklını tamamen yitiren Albanoi Kaptan gerisingeri uzaktaki manastıra doğru koşturmaya başladı. Lamialar efendilerinin kaybıyla muazzep şekilde oldukları yerde kıvranıp cehennemî çığlıklar atarken, Bizans’ın namlı büyücüsü Ölüm Oynatan Hekataeios, varoluşundan beklenmedik insani bir öfkeyle son takatini ve gücünü ezeli düşmanından ziyade ona meydan okuyan bu barbarı mahvetmek için harcadı. Kendi kadim bozkır lisanında yeraltının bin boynuzlu, demirden tahtında oturan kara tanrısına seslenerek arkasından lanet okudu: “Obur bolasın, qan yalaysın, örümçik tenine kiresin!”16
Albanoi Kaptan arkasından yükselen sesi dinlemeksizin dizginlerinden boşanmış atlar misali koşturdu. Nereye gittiğini bilmese de çılgınlık aklını çürütse de aklında kalan son hatıraya, ömürlük alışkanlığına yapışarak ayakları onu ta Haliç’e kadar taşıdı. Manastırlara yaklaştıkça kanında binlerce karınca yürüyor da vücudunu aynı anda yemeye başlıyorlarmış gibi hissettiğinden sığınabileceği, yuva gördüğü yegâne yere, Lavirentos’a ulaşmaya çalışıyordu. Yük kayıklarından birine atılan bu korsan kılıklı, saçları ve kılları ihtiyarlar gişbi bembeyaz ancak çok da yaşlı görünmeyen, kan çanağı gözleriyle deli deli bakan adama kimse ses çıkaramadığı için Pera’ya bu şekilde ulaştığında hava da aydınlanmaya başlamıştı. Gün ışığı da sanki binlerce iğneyle gözüne, bedenine saldırıyormuş gibi hissettiğinden Lavirentos’un her zaman açık kapısından içeriye girer girmez ışıklardan kaçıp mahzenin en dip tarafında, en derin dehlizlerden birine adeta saklandı. Bir yandan da korkunç bir susuzlukla başa çıkmaya çalışıyor, genzini yakıp midesini bulandırsa da fıçıların, küplerin üzerine eğile eğile şarap içmeye çalışıyordu. En son takatten kesilip yana yeni boşalmış, yana yatık vaziyette büyükçe bir şarap fıçısının önünde yere yığılınca ancak sükûn buldu ama ne kendini ne de kaçtığı şeyi hatırlayamıyordu. Sadece çılgınlar gibi ışıktan saklanmak arzusuyla sığabildiği kadarıyla bu şarap fıçısına girip suratını şarap tortularının arasına gömdü. Ömrü boyunca hiç uyumadığı tatlı bir uykunun koynuna giriveren Albanoi Kaptan, vücudundaki tüylerin artmaya, bedeninin değişmeye başladığını fark etmedi.
Gece çöküp de derin uykusundan uyandığında Albanoi Kaptan artık sadece korkunç bir kan susuzluğuyla kavrulup ışıktan ölümüne korkan süt gibi beyaz renkte kocaman bir örümcekti. İgnatius’un bir şekilde Stirya’ya ulaştırmasının ardından “Cenevizli Hanımefendi”nin o sene Bizans’a savaş açtırmasından da, kendisini ve adamlarını firari diye liman liman arattıran Kaptan Buonafare’nin hengamesinden de azadeydi. Geceleri dehlizlerden, sarnıçlardan, künklerden geçip kedilerin, köpeklerin, sızmış sarhoşların, bebeklerin kanını içe içe asırları devirdi. Şehirde Türkçe lisan çoğalıp Pera, Galata olduğunda bile bir kadimden meyhane Lavirentos ve adı, bir de onun mahzenindeki bu acayip süt beyazı renkte büyük örümcek asırlar boyu yaşadı. Onu fark eden işletmecilerin asırlık bir örümcek olarak bir diğerine aktardığı, on paraya gelenlere gösterilen bir sarhoş eğlencesi oldu bu kan içici mahluk. Kimi bin yaşında, kimi üç yüz yaşında diyor, herkes farklı bir hikâye anlatıyordu hakkında. Beyaz örümcek 1944 senesinde bu mahzen ve meyhane yıkılana kadar şarap küplerinin ve fıçılarının içinde yaşadı. Sütunlar ve duvarlar tamamen yıkılıp şarap küpleri ve fıçıları meçhul ellerce alınıp götürülürken o da kayboluverdi. 1348’in o uğursuz Konstantinopolis gecesinde, Pera’da Lavirentos Meyhanesi’nde demlenen Cenevizli korsanlardan Albanoi Kaptan’ın ve her biri deniz kurdu tayfalarının hatıraları da o lanetli örümceğin zihninde saklı kaybolup gitti. Hala Galata’nın kanalizasyonlarında, tünellerinde dolaşıp kan susamaya devam ediyor mudur meçhul…
SON
Dipnotlar
- 1Attilâ İlhan, “eski deniz halkı”, Sisler Bulvarı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014, s. 18-22.
- 2Arnavut.
- 3Haydut, korsan
- 4Kadırga.
- 5Kumkapı.
- 6Karadeniz.
- 7Akdeniz.
- 8Samatya.
- 9Balkan Yarımadası kastedilmektedir.
- 10Arnavutların tarihi meçhul, birden fazla versiyonu bulunan, edebiyat eserlerine uyarlanan meşhur bir halk hikayesi.
- 11Arnavut halk inançlarında vampir.
- 12Peçenekler.
- 13Türkler.
- 14Katalanca: Ardal! Hey deli Katalan!
- 15Arnavutça: Lanet olsun! Şeytan’a kanma Ardal!
- 16Kıpçak Türkçesiyle: Obur (vampir) olasın, kan yalayasın, örümcek donuna bürünesin!





Yorum bırakın