Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

BİR BAŞLANGICIN SABAHI

,

Okuma Süresi

4–6 dakika

Ozan İlter

Sabahın ilk ışıkları tek gözlü evin penceresinden sızarken, Osman yavaşça gözlerini araladı. Avluda çiçekler uyanıyordu; papatyalar başlarını eğmiş, sardunyalar hafif rüzgârla sallanıyordu. Her biri ona annesini ve babasını hatırlatıyordu. Onlar gitmişti ama çiçekler hâlâ burada, toprağın içinde, baharın sessiz birer işareti gibi duruyordu.

Bastonuna yaslanarak bahçeye çıktı, toprağı okşadı. Her bir bitkinin yapraklarına evladı için endişeli bir babanın gözleriyle baktı. Kuramadığı ailesini bu bahçede buluyordu sanki. Yalnızlığın sesi, sabahın görece aydınlığında yavaş yavaş yankılanıyordu. Harp bitip, memleket biraz olsun rahata erdiğinde emekliliğini istemiş mutasarrıf babasından kalma bu tek gözlü eve yerleşmişti hemen. Cenazesini bile kaldıramadığı anasının, babasının ölümünden sonra bu tek göz evde bütün gün bahçe işleri ile uğraşarak zaman geçirdiğini, her bir çiçeğe şehit verdiği evlatlarının ismiyle hitap ettiğini biliyordu. Bu bahçeye bakıyor olmak, bir papatyanın açıyor olmasını görmek onun için bu aziz hatıraya sahip çıkmaktı. 

Toprağı okşadı, her bir yaprağa göz gezdirdi. “Siz olmasaydınız, şimdi ben de bu evde yalnız olurdum,” dedi kendi kendine. Sesi, sabahın sessizliğinde yavaş yavaş yankılandı.

Avludan meclisin silueti görünüyordu; taş duvarlar, yüksek direkler… Yakın ama uzak. Osman, o binaları savaş sırasında hayal bile edemezdi. Şimdi burada, eski bir gazi olarak duruyordu ve tarih, sessizce, avlunun taşlarına dokunuyordu.

Bir kuş uçtu bahçeden, Osman başını kaldırdı; sabah rüzgârı yüzüne çarptı, toprak kokusu burnuna doldu. Çocukluk anıları, savaş günleri, kaybettiği arkadaşları… Hepsi bir anda geldi. Ama bugün farklıydı. Bugün şehirde bir şeylerin değişeceğini hissediyordu. En son bu sessizlik bu şehre İnönü Muharebesi sırasında çökmüştü. İsmet Paşa’nın cephede mağlup mu yoksa muzaffer mi olduğu bilinmiyor, bütün bir Ankara meclisin taş duvarlarının ardından gelecek haberi bekliyordu. Böylesine bir sessizlik hakimdi.

Allah korusun! Yine harp mi başlamıştı yoksa?

Osman bahçede dolaşırken, meclisten gelen sesleri işitti; uzaklarda bir uğultu, bir hareket. İnsanlar bir şey bekliyordu. Osman, ellerini toprağa bastı, gözlerini kapadı; o uğultu, sanki tüm savaşın ağırlığını, tüm bekleyişi, tüm umutları taşıyordu.

Çiçeklerin üzerine düşen sabah ışığı, bir anlığına gözüne perde çekti. Uzaklardan, ince bir uğultu geliyordu; ne tam bir kalabalık sesi ne de bir sessizlik. Sanki Ankara’nın taş sokakları nefesini tutmuştu.

Bir kadın geçti kapısının önünden; başında örtüsü, kucağında sepeti. Osman selam verdi, kadın yalnızca başıyla karşılık verdi. Dudakları kımıldıyordu, bir şeyler fısıldıyordu ama sesi duyulmazdı. Belki o da bir şeyler bekliyordu.

Osman, içini kemiren endişeyi susturmak istercesine avucunu toprağa bastırdı. Harp günlerinde de böyle olmuştu; önce sessizlik, sonra fısıltılar, ardından telgraf memurlarının koşuşturması… Sonra ya sevinç ya matem. Şimdi de aynı gölge düşüyordu Ankara’nın üstüne.

Meclisin taş duvarlarına gözünü dikti. “Ya Rabbî,” diye mırıldandı, “bizim de göreceğimiz günler mi var daha?”

Birden, minarenin ince boynundan sabah ezanı süzüldü. Ses, taşlara çarpıp çoğaldı. Osman’ın kalbine dokundu. Ama bu ezan, alışıldık sabah ezanından farklı geldi ona. Sanki bir şeyin habercisiydi. Her kelimesi, her nağmesi daha gür, daha derin. Osman, bastonunu yere vurdu, göğe kaldırdığı gözlerinden bir damla yaş süzüldü.

Kendi kendine fısıldadı: 

“Belki de bu kez harp değil… Belki de bugün, başka bir başlangıçtır.”

Osman, bastonunu dizlerinin üzerine yaslayıp uzun süre öylece kaldı. Gözleri meclisin taş duvarlarına takılıydı. Sabahın serinliği yerini usul usul yükselen bir sıcaklığa bırakırken, sokaklardan daha yoğun sesler gelmeye başladı. Önce ayak sesleri, sonra fısıltılar, ardından da çocuk çığlıkları… Sanki herkes aynı anda uyanmış ve aynı yere akıyordu.

Bahçesinin kapısını araladı. Sokaktan geçen kalabalık dalgalar halinde ilerliyordu; kimi elinde küçük bir bayrak taşıyor, kimi başını öne eğmiş suskun yürüyordu. Yüzlerde hem merak hem de tedirginlik vardı. Osman, tanıdığı eski bir telgraf memurunu gördü. Seslendi:

 — Hayırdır oğul, nedir bu telaş?

Genç adam duraksadı, bakışları heyecanla parladı:

— Usta, bugün Meclis’te mühim bir şey olacakmış! Herkes onu bekliyor.

Osman’ın içi titredi. “Mühim bir şey…” Savaş yıllarında bu iki kelime çoğu kez felaket getirmişti. Ama bu kez çocuğun gözlerindeki parıltı farklıydı. Felaket değil, umut kokuyordu.

Kapının önünden geçen başka bir kadın, yanındaki çocuğunun elini sımsıkı tutmuştu. Çocuk Osman’ın bahçesine uzandı, sardunyaları gösterdi:

— Anne, bak, kırmızı bayrak gibi!

Kadın çocuğu çekiştirdi ama yüzünde istemsiz bir tebessüm belirdi. Osman’ın kalbine ince bir sıcaklık yayıldı. Kırmızı… Sardunyalar, çocuk gözünde bayrağa dönüşmüştü. Belki de hakikat, çiçeklerle çocukların dilinde çoktan ilan edilmişti.

Öğleye doğru ezanla birlikte selâ da duyuldu camilerden. Ses, rüzgârla birleşip meclisin taş duvarlarına çarptı, sonra Osman’ın kulaklarına ulaştı. Birden sırtından geçen ürpertiyle doğruldu. Selâ, yalnızca ölüm haberi için okunmazdı; bazen bir doğumun, bazen bir büyük dönüşümün de işareti olurdu.

Bastonuna dayanıp ayağa kalktı. Bahçesindeki çiçeklere son bir kez baktı. Onların sessiz tanıklığıyla, yavaş adımlarla kalabalığa doğru yürüdü. İçinde tuhaf bir his vardı: Sanki bütün Ankara, bütün millet, tek yürek olup bir kapının açılışını bekliyordu.

Kalabalığın arasına karışırken mırıldandı:

— Allah’ım, bu defa acı değil, sevinç yaz bize…

Kalabalık meclisin önünde giderek sıkışıyordu. Fısıltılar yerini uğultuya bırakmıştı. Osman, bastonuna yaslanmış, nefesini tutmuş bekliyordu. Gözleri, taş duvarların ardında kayboluyordu.

Derken birden, kapılar açıldı. İçeriden çıkan bir görevli, halkın önünde yüksekçe bir taşın üzerine çıktı. Sesi önce titrek, sonra dalga dalga yayıldı:

— “Efendiler! Bugün, milletimizin iradesiyle Cumhuriyet ilan edilmiştir!”

Bir anlık sessizlik… Ardından gök gürültüsünü andıran bir alkış, bir tekbir, bir sevinç haykırışı koptu. Kadınlar ağlıyor, çocuklar bağırıyor, erkekler birbirine sarılıyordu.

Osman’ın kalbi göğsünde öyle kuvvetle çarptı ki bastonu elinden düşecek gibi oldu. Sardunyaların üzerine eğildi; kırmızı çiçekler bir bayrak gibi dalgalanıyordu rüzgârda. Gözlerinden yaşlar süzüldü.

“Ya Rabbi, şükürler olsun,” diye fısıldadı. Artık yalnız değildi. O sabah yalnızca bir bahçede çiçekler açmamıştı; koca bir millet, küllerinden yeniden doğmuştu. Osman kalabalığa karışırken, minareden yükselen ezan ve selâ bir kez daha birleşti. Bu defa tedirginliğin değil, yepyeni bir başlangıcın sesiyle.

Cumhuriyet’in sabahı, Ankara’nın taş sokaklarına doğmuştu…

Yorum bırakın