Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

TİMURBİLEK #2 – KÖMÜRÜN KALBİ

,

Okuma Süresi

6–9 dakika

Abdullah Emre Aladağ

İşte, böylelikle yenmiş Timurbilek Uçar Han’ı. Onu yenip bir kat daha inmiş Tamag’da. Ama onu öyle bir rakip bekliyormuş ki nice yiğit kabuslarında görse kılıç tutamaz bir daha. Batında yanan hiddet, ne denli tahripkardır, bunu koca erenler iyi bilirler. Yiğit ulağın imtihanı gadrın ta kendisiyledir geldiği bu sarayda. Dinleyin, behey ahali! Timurbilek ne eylemiş ne etmiş de geçivermiş bu imtihandan, bir kulak verin hele…

***

Kuyu, sonsuz bir karanlığa mı açılıyordu belirsizdi. Tulpar kanadından çizmeleriyle baş edemedi genç delikanlı. Koşarak inerek yoruldu ve henüz yolu yarılamamıştı. Birden tökezledi ve bir damlanın yeryüzüne düşüşü gibi düşmeye başladı. Kuyuda ilerledikçe artık gözü yukarısının aydınlığından azade, kaskatı bir karanlıkla baş başaydı. Birden sert bir zemine çarptı. Ancak önceki sefer gibi bayılmamış, canı da pek yanmamıştı. Belli belirsiz kızıl hareler yanıyordu bulunduğu yerde, sıcaktı ve dokunduğu her yer etini yakıyordu. Acıyla feryat ederek hızla doğruldu düştüğü yerden ve gördü ki ayağını bastığı yer de cılız bir ışıltıyla, sönükçe parlıyordu. Havayı kokladı.

“Bu yanan şey de ne ola ki? Kömürdür herhalde.”

Yürüdükçe anladı ki, evet burası içten içe yanan sayısız kömürlerle kaplıydı. Fark ettiği bir diğer şey ise, odanın dört bir yanında huzursuz homurtu ve fısıltıların etrafı doldurduğuydu. Gözü karanlığa alıştı yine. Artık daha iyi görebiliyordu. Kömürlere baktığında her bir parçanın üzerinde, suratı öfkeyle çarpılmış insan suretlerinin işlendiğini gördü. Attığı her adımda canı yanıyor, istemsizce sessiz iniltiler çıkarıyordu.  Onun varlığını fark eden buranın yerlileri, fısıltılarını hızlandırmış ve homurtuları daha da güçlenmişti. Bu katın en karanlık köşesinden cehennemin en delişmen yalımı haykırdı ansızın ve dile geldi.

“Fesatlıklar katibini çalışırken rahatsız etmeye cüret eden de hangi densiz? Kamsan seni götürmeyeceğimi bil yabancı. Atam, Erlik Han, yanına kimseyi kabul etmek istemez. Uçar’a da kaç kere tembihledim buraya kimseyi göndermesin diye.”

Ayakta durmakta zorlanan ve ayakları yanmaya başlayan genç ulak cevapladı. Acı çektiğini göstermeye niyeti yoktu. Gür sesle bağırdı:

“Ne kamım ne de baksı! Göklerdeki hakan Bay Ülgen’in ulağıyım. Vazifem var. Erlik Han’ı görmem gerek.”

Kömür Han, kandan yalımlarla yanarak doğruldu. Tüm vücudu yekpare kömürdendi. Kara dumandan giydiği güzel bir pelerini vardı. Işığın belli belirsiz yandığı bu odada karanlıkta kolaylıkla kaybolurdu bu pelerinle. Tüm vücut hatlarını belli eden şey, yanıp sönen birbirine bağlanan turuncu damarlardı. Uçar Han gibi bir ağzı yerde, bir ağzı gökteydi. Kırk beygirin kuyruğu ederdi kollarının uzunluğu. Zelzeleleri davet adımlarla davetsiz misafirinin karşısına dikildi.

“Demek Atasız, sonunda teşrif edebildi! Zavallı, beceriksiz kardeşim Uçar’ı geçebildiğini görüyorum. En güçsüzümüz olduğu için babamızdan en uzakta yaşıyordu zaten. Ama beni geçmen imkansız Ak Kuzgun’un oğlu.”

Timurbilek, içten içe ayaklarının piştiğini hissetse de sesini çıkaramadı. Kılıcını kınından çekti ve kabzasını sımsıkı kavradı.

“Haydi, gel de göster bana seni yenmenin imkânsız olup olmadığını!”

Kömür Han, karşısındakinin küstahlığına öfkelendi:

“Bre gafil insan! Koskoca Erlik Han’ın Kara Oğlu Kömür Han’a mı dersin bunu? Sana kılımı dahi kıpırdatmadan galebe gelirim ben.”

Odanın içi al alazlar yandı, yedi sütun oluştu. Sütunların her birinden caman körmösler peyda oldu. Dişleri çarpık, cesimler cılız, gözleri pörtlek ve tırnakları mızrak gibiydi. Bunlar körmöslerin ulularından kurgan bekçileriydi. Hepsi dört bir koldan yağız yiğiti çevreleyip saldırdı. Kılıcıyla her birinin darbesini savuşturuyor, hasımlarının kellesini almak için bir fırsat kolluyordu. Attığı her bir adımla can acısı daha da artıyor, hareket etmeye mecali gittikçe tükeniyordu. Acziyetini gördü, yüreğinin içinde kara bir ateş parladı. Hiddetle artık dıştan değil, içten de yanıyordu. Kılıcına davrandı ve ani, hesaplamadan havaya savurmaya başladı. Kol, gövde, bacak, kelle ne varsa etrafa saçılıyor, canını almaya yeminli bu habis varlıkları birer ikişer haklıyordu. Kılıcını boşa salladığını fark ettiğinde, hepsinin hakkından geldiğini gördü. Olduğu yerde durdu, dumura uğramıştı. Kömür Han, tüyler ürperten bir kahkaha attı.

“İçinde parlayan kara hiddeti görüyorum. Sana dedim, kılımı kıpırdatmadan sana galebe çalarım diye. Daha yenilmedin ama yenileceksin!”

Sırtındaki kara dumandan pelerini çıkardı ve Timurbilek’e fırlattı. Her yere sızan kara duman gözlerini kör etmiş, ciğerlerine dolarak onu hareketsiz kılmıştı. Güç bela doğrulmak için debeleniyor, öksürdükçe bir kez daha olduğu yere kapaklanıyordu. Kara duman içine doluyor, kalbindeki zehirli hiddet tüm vücudunu ele geçiriyordu. Gözleri kararıyordu artık, yolun sonuna geldiğini düşündü. Bir şeyin onu ayaklarından bu ölümcül buharın derinliklerine çektiğini hissetti. Araladığı gözleriyle onu çeken kuvvetin sahibine baktı. Turuncu ve sarı damarlarla uğursuzca ışıldayan kendi silüetini gördü. Elleri, artık ayaklarından gövdesine geçmiş ve onu boğmak için gırtlağına sinsice ilerliyordu. Öfkesinin kızışan gözlerine bakıyordu şimdi. Nefesi ciğerlerine uğramıyor, an be an ölümün ıssız kollarına bırakıyordu kendini.

Bileğinde garip bir titreşim fark etti. Ulaklık nişanesi olan tüy, kendisini istiflendiği bileklikten kurtarmış, havada süzülüyordu. Havada mavi, yıldırım gibi bir iz bırakarak kara dumanı yardı geçti, gözden kayboldu.

Artık tüm umutlar tükenmişti, burada ölecekti. Ülgen, onun öleceğini anlamış ve ulağını ölüme terk etmişti. Onun ölüme ilerlediğini anlayan Kömür Han uğursuz perdenin ardında zevk dolu kahkahalar atıyor, babasını gururlandıracak olmanın neşesiyle rahatlıyordu.

Birdenbire, Uçar’ın bu lanetli yere inen kuyusundan devasa kanatların sesi duyuldu. Kanatların çırpınışına gök gürültüsü de eşlik ediyordu. Delikanlı, gücünün tükendiği anda celladının mavi nurlu bir yıldırımla çarpılıp yere serildiğini gördü. Pelerin, bir tehditten kaçar gibi onu sarmayı bırakmıştı. Tepesinde asaletle uçan Semrük Bürküt’ü gördü. Mavi-beyaz tüyleriyle Tamag’ın bu katındaki tekinsizliği dağıtıyor, onlar için mücadele eden bu yiğidi koruduğunu Kömür Han’a gösteriyordu. Zavallıyı oluşturduğu, yıldırım dolu bir yağmur bulutuyla yanına yükseltti. Bulutun üzerine kondu. Düşmana korku, dosta esenlik veren sesi ulağın zihninde yankılanıyordu.

“Epey yaralandın genç ulak. Sana verdiğimiz tüy, bana gerisin geri döndü. Hiç durmadan geldim. Önce seni bir iyi edelim, her yanın yanık içinde.”

Başını yaralı kahramana doğru eğdi ve şifalı göz yaşlarını ardı sıra akıttı. Yanıklara dokunan her damla, onu rahatlatıyor, kararmış tenini özüne döndürüyordu. Kutlu kuşun gözleri ayaklarındaki tabanları erimiş, kanatları kömür olmuş çizmelere ilişti. Gözlerinden şimşekler çaktı ve çizmelere isabet etti. Şimdi çizmeler yepyeniydi ancak bir farklılık vardı. Tulpar kanatları yerini bu kudretli kuşun tüylerine bırakmıştı. Kuş saygıyla başını eğdi ve gerisin geri uçarak gözden kayboldu. Bilekliğine baktığında onu bırakıp giden nişanın geri geldiğini gördü. 

Tüy dile geldi:

“Seni bıraktığımı düşünmedin umarım. Yapılacak en iyi şeyin bu olduğunu düşündüm. Ayrıca artık yeni çizmelerin var dilediğinde, rahatlıkla uçabilir ve havada koşabilirsin. Uçar’ın çizmelerindeki gibi kullanmakta zorluk da çekmeyeceksin artık çünkü onlar benim emrimdeler.”

Timurbilek gülümsedi ve içinden ona teşekkür etti.

“Sağ olasın, sevgili nişanem! Beni bırakmadın ve artık bu mücadeleyi bitirme vakti geldi.”

Olan bitene tanıklık eden buranın hâkimi, öfkesinin doruğuna varmak üzereydi:

“Nasıl olur? Göğün sakinleri adımını atamazlar buraya! Hangi cüretle? Şimdi seni kendi ellerimle öldüreceğim.”

Olduğu yerden bir kez daha doğruldu ve toprağı sarsa sarsa düşmanının üzerine atıldı ancak basit diye küçümsediği insan öylesine hızlı ve dengeli hareket ediyordu ki hiçbir darbesi ona ulaşmıyordu.

Tüy, emanetçisiyle konuştu:

“Hiçbir şey yapmana gerek yok. Onu yenmek için sadece kaç ve bana güven.”

Bir yumruk sallasa, genç savaşçı öte yanda peyda oluyordu. Kâh orada kâh burada bitiveriyordu. Gözüyle gördüğü halde hiçbir şekilde ona yetişemiyordu. Bazen ardından iz bırakan yıldırımlardan yakalamaya çalışıyor ancak yumrukları ve tekmeleri bu yıldırımlara kapılarak canını yakıyordu. Takati kalmamış, nefes nefeseydi. Tüm cüssesini belli eden damarlar genişlemiş, kıvılcımlar çıkararak yanmaya başlamıştı.

Timurbilek anlamıştı, zafer çok yakındı. Sakinliğini koruyor ve karşısındaki ölümcül varlığı kaçınarak yıpratıyordu. Öylesine hızlıydı ki, sanki her şey durmuştu. Ancak o artık bundan etkilenmiyordu. Kılıcını çekti ve artık saldırmanın doğru zaman olduğunu anladı. Omuzlarına bacaklarına sırasıyla derin kesikler attı. Zaman onun için dursa da Kömür Han’ın aldığı yaralar acı meyvelerini veriyor ve turuncu lavlar akıyordu.

Bir kez daha vurdu. Gövdesiyle sırtına derin kesikler açtı. Zaman akarken devasa canavar, aldığı tüm yaraları nasıl aldığını anlamamıştı ve artık cayır cayır yanıyordu. Dizleri üzerine çöktü ve dört bir yanını ateşten hareler yedi. Sonunda devasa bir kömür yığını olarak yere düştü ve paramparça oldu.

Geriye sadece kara dumandan pelerin kalmıştı.

Dehşetli varlık yenilip un ufak olduğunda koşmayı bırakmıştı genç ulak.

Yüzünde aydınlık ve muzaffer gülümsemeyle ölmüş düşmanının parçalarına baktı.

“Seni yenmek de mümkünmüş, şimdi bunu iyi belle!”

Yere adım attığında kömürlerin üzerindeki insan yüzlerinin kaybolduğunu ve yanmayı bıraktıklarını gördü. Artık çizmelerinin gücüne ihtiyacı yoktu. Şimdilik…

Yere hafifçe kondu ve kara pelerine koştu. Kaptığı gibi üzerine geçirdi. Artık karanlık görülmeyecekti. Odanın zemininde yukarıdaki gibi bir kuyu olup olmadığını aradı ancak tam karşısında kömür tozlarının gizlediği devasa bir kapının varlığını fark etti. Kapı yekpare demirden yapılmış ve üzeri pas tutmuştu. Kapının iki tokmağını da kavrayıp kendine çekti. Karşılaştığı manzara karşısında şaşakalmıştı. Mermer merdivenlerin indiği geniş bir alana bakıyordu. Envai çeşit yemeğin süslediği son derece geniş bir masa vardı. Masada tek başına, zırhlar içinde bir adam oturuyordu.

Adam, onu görür görmez pişkince sırıttı ve parmaklarıyla gelmesini işaret etti. Tamag’ın bir sonraki katına o merdivenlerden inerek böylece ulaşacaktı.

(DEVAMI GELECEK)

Yorum bırakın