Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

ÇOCUKLAR SUSTUĞUNDA

,

Okuma Süresi

3–4 dakika

Ozan İlter

Bulutlar yağmurla değil, bir tür suskunlukla doluydu o sabah. Şehre varalı henüz iki gün olmuştu. Ahmet Cevdet, yeni mezun bir gazeteci olarak geldiği bu taşra kasabasında kelimelerin değil, bakışların hüküm sürdüğü bir coğrafyaya adım attığının farkına varmaya başlamıştı. Sabah kahvesini alıp pansiyonun demir korkuluklu balkonuna çıktığında, karşısında uzanan sokak sadece fiziksel değil, ruhsal bir boşlukla sarmalanmış gibiydi. Zaten zar zor bir ajansa kapak atabilmişti, bir de haber kovalamaya taşraya gönderilmişti. Sanki zaman soluk renkli bu şehirden çekip gitmiş; ardında sessizce duran sokak lambaları ve çocuk kahkahalarını içine gömmüş parklar bırakmıştı.
Ne okul servislerinin telaşı vardı ne annelerin kapı önünde bekleyişi. Sokağın başında, kaldırıma tutunmuş bir çınar ağacı, ufacık bir yel bile olmamasına rağmen hafifçe titriyordu. Oysa o titreme yapraktan değil, toprağın altına gömülmüş bir korkudan geliyordu sanki. Ahmet, balkonun demirine yaslanarak, bu sessizliğin sıradan olmadığını hissetti. Bu, sıradan bir kasabanın mahmurluğu değildi; bu, bir şeylerin üstünün itinayla örtüldüğü, herkesin sessizliğe yeminli olduğu bir toplumsal inkâr hâliydi.
Kendi çocukluğunu düşündü. başkentin bir kenar mahallesinde geçen, kirli üst baş ile koşulan öğleden sonraları, akşam ezanından önce eve dönmek için verilen sözler, seksek taşlarının arkasına gizlenen küçük mutluluklar… Her köşe başında bir şarkı vardı; çocukların yazdığı, toprakla karılmış, terle ıslanmış neşeli bir dil konuşuluyordu. Şimdi, önündeki bu şehirde o dil çoktan unutulmuştu. Salıncakların ipi kopmuştu, kaydıraklar yosun tutmuştu. Banklarda yaşlı adamlar değil, hiçlik oturuyordu. Kimse “sus” demiyordu çünkü artık konuşan yoktu.
O an Ahmet’in dikkatini çeken şey, parkın tam ortasında tek başına sallanan bir salıncak oldu. Yanındaki diğeri paslanmış, tahtası çatlamıştı ama bu tek salıncak… evet, açıkça bir rüzgâr yoktu ama yine de usul usul salınıyordu. Sanki biri az önce kalkmış gibiydi. Sanki görünmeyen bir çocuk hâlâ oradaydı. Bu görüntü öylesine tedirgin edici bir dinginlik taşıyordu ki, Ahmet istemsizce kalbine bir ağrı çöktüğünü hissetti. Gömleğinin cebinden küçük defterini çıkardı ve titrek bir kalemle yalnızca şu cümleyi yazdı: “Bu şehir çocukları gömmüş ama mezar taşlarını dikmemiş. Şimdi her park, susturulmuş bir çığlığın yankısı gibi.”
Ahmet Cevdet’in ruhunda iki vicdan savaşıyordu: biri kendi içine gizlenmiş, geceye fısıldayan bir sorgu; diğeri, toplumun derinlerinde asılı kalan, yaralı bir ağıt. Kendi vicdanı sormaz mıydı her gece: “Ne ettin sen? Birilerinin anneleri vardı, babaları vardı; adaletin soğuk mahkeme salonlarında direnen, sinir krizleriyle parçalanan yürekleri. Kimsesizlerin, unutulmuşların sessiz çığlıklarına kalem tutmaktan neden kaçındın, Ahmet Cevdet? Hangi korku susturdu kelimelerini? Hangi tereddüt engelledi yüzleşmeni? Yazmak, bazen en büyük cesarettir. Ve bazen en ağır yük. Neden yazmadın? Neden o kayıp çocukların gölgesiyle yüzleşmekten kaçındın? Sen kimsesizlerin kimsesi Allah’tan da mı korkmazsın?”
Kendine verdiği cevaplar hep karanlıktı, çünkü adaletin toprağa düşmüş çocuklarını anmak, sessizlikle dans etmekti. Kendi vicdanı, yıldızsız bir gökyüzünde, yalnız bir fener gibi titriyordu.
Öte yanda toplumun vicdanı vardı; ağır, kirli ve karmaşık. Kimi zaman pusulasını kaybetmiş bir denizci gibi yönünü arıyordu, kimi zaman derin uykusundan uyanmaya çalışan bir yürek titremesiydi. O vicdan, adaletin ayak izlerini takip ederken, aynı zamanda kendi kırık aynasında kendini de buluyordu. Fakat çocukların aradığı adalet, bambaşkaydı. O adalet, ne mahkeme salonlarının ne de kalemlerin gücüyle sınırlıydı; o, masumiyetin, yitirilen zamanın, unutturulan geleceğin ağırlığını taşırdı. En derin ve en acı yara buydu. Ahmet Cevdet, bu iki vicdanın arasında bir ağıt yakıyordu; kelimeleriyle ördüğü ağıt, bir yandan sessiz çocukların çığlığını duyuruyor, bir yandan da toplumun uykusunu bozuyordu. Her cümle, bir yarayı deşiyor, her paragraf bir kapıyı aralıyordu. Ama biliyordu ki, anlatmak yalnızca başlangıçtı; gerçek adalet, suskunlukları parçalamak, karanlığı delip geçmekti.
O karanlıkta, en küçük bir kıvılcım gibi parlayan umut, belki de bir gün yüzleri olmayanların yüzlerini yeniden şekillendirecekti. Çünkü çocuklar, adaletle buluşmadan hiçbir zaman tam anlamıyla var olamayacaklardı. Ahmet Cevdet, kelimelerinin gölgesinde, bu büyük yüzleşmenin tam ortasında duruyordu. Hikâye burada son bulmuyor; aksine, yeni başlıyordu.
Sessizlik çökecek, suskunluk parçalanacak, çocukların yitirilen sesleri yankılanacaktı. Artık kelimeler en güçlü silah olacak, vicdan ise en büyük karanlıkları yaran bir kılıç olacaktır.
Canına kıyan kardeşimiz Cevdet Efe’nin, canına kıyılan kardeşimiz Mattia Ahmet’in bıraktığı güzel hatıralara… Allah mekanlarını cennet eylesin.

Yorum bırakın