
Ayşegül Erciyas
Gülmem gereken yaşlarda ölmem gerektiğini düşündüm hep.[1]
Yaşamak bir seçim ama doğmak? Bir hata yaptığında “Bu benim tercihim.” diyebilirsin ama doğmayı ben seçmedim. Her zaman hüzünlü olmak kimin tercihiydi? İnsanlar mutsuzluktan korkarken mutluluğun gölgesinde ağlamak kimin? Neydi bana dayatılan yirmi altı yıllık hayatımda? Çeyrek asır… Bir çeyrek asır daha geçtiğinde mi hayat bana dökülmemiş dişlerini gösterecek?
İstemsiz kaygılar kenti burası çiçeğim
Bilemiyoruz açacak mısın içimizde
Yoksa soluk mu kalacak tenin…
Neydi parmak uçlarıma bu dizeleri yazmak için güç veren? Bir boşluğun içinde miyim, ben bir boşluktan mı ibaretim? Çok fazla acı var dünyada, her şey acıdan doğuyor ülkemde. Neden? Benim içime tüm bu acıları yerleştiren düzen nedir? Kalbim mi kırık, kalbim mi yok? Bambaşka iki soru birbirini tamamlayan. Nereden başlayacağım cevaplamaya? Tanımıyorum hiç kendimi. Çocukluktan kalan yaralarla baş edemiyorum. Bedenimde olsa yaralar üflerim ve geçer. Ruhumdakilere nefesim yetmiyor.
Ne ara kaybettik masumiyetimizi? Öğleden sonra üç gibi… Yok böyle kesin bir cevabı. Olsa, ah bir olsa… Hepimiz yeminliyiz o güne, o saate gidip her şeyi ateşe vermeye.
Nerede benim gözyaşlarım? Beni ağlamaktan da mı yoksun bıraktın ey Tanrı? Nasıl bir kuraklık gözlerimdeki? Kim kesti suları? Güneş olup ben mi kuruttum? Hani öyleyse bereket topraklarımda?
İyileri erken alırmış cennetine. Nedir beni layık görmeyen o sebep? Kimin ahı bırakmıyor yakamı? Öyle bir yangın yeri ki ömrüm, alevler bağırıyor can havliyle. Kimseye borcum yok, kimseye bir gram duygu vermeye niyetli değilim. Kimseyi üzmedim diyemem ama kimse de ardımdan vicdansız olduğumu söyleyemeyecek. Bu mudur gurur tablosu hayatımdaki?
Bir insan vicdanlı olmak uğruna geriye kalan her şeyi feda ediyor. Açlıktan ölüyor açlıktan. His açlığından, duygu açlığından…
Yüz yıldır yirmi altıyım.
(“Sana kırk senedir aşığım.”[2] diye devam etmeliydim sözlerime.)
Aklar düşmedi saçlarıma ama kar da eksilmedi hayatımdan. Üşüyorum, donuyorum, hissetmiyorum, hareket edemiyorum, anlatamıyorum, huzursuzum, yorgunum… Bir şeyleri anlatmaya çalışıyorum ama kelimeler yetmiyor. Sanki tüm dilim, tüm benliğim bir duvar gibi karşıma çıkıyor. Anlatamadıkça boğuluyorum, boğuldukça susuyorum. Bu bir döngü, kurtulamıyorum. Hayat bana bir oda vermiş: penceresiz, kapısız. İçindeyim ve içeride biriken her nefesle duvarlar üzerime çöküyor.
Bana bir neden söyle, dedim kendime bir gece. Neden buradayım? Neden bu yükle doğdum? Cevap yoktu. Beni bu hayata kim attıysa sorularımı cevaplamayı reddediyor. Belki de bu bir oyun. Ben ise kurallarını bilmiyorum ya da oyun çoktan bitti ve ben bunu anlamayacak kadar yavaşım.
Herkes diyor ya “Herkesin bir rolü var bu hayatta.” Benim rolüm ne? Acıya ayna olmak mı? Kendi içimdeki boşlukları taşırken başkalarının kırıklarını mı doldurmalıyım? Bu kadar doluyken nasıl birilerine boş yer açabilirim ki? İnsan kendinden taşarken başkasına nasıl yer olur?
Bir de sevmekten bahsediyorlar. “Sevgi iyileştirir.” Ama bilmezler ki sevgi en büyük yarayı açar bazen. O yara gitgide büyür, büyür, koca bir uçurum olur. Kimse atlayamaz o uçurumdan. Benim uçurumlarım bir sevgiyle kapanamayacak kadar derin.
Ve yine dönüp dolaşıp aynı sorulara geliyorum. Nerede yanlış yaptım? Yoksa yanlış mıydım en başından? Bütün bu acıların ortasında “ben” dediğim şey ne kadar gerçek? Kim olduğumu bilmediğim hâlde bunca yükü nasıl taşıyorum?
Bir gün biter mi bu yorgunluk? Belki de bitmez. Belki de bu yorgunluk ömrümün altına kazınmıştır.
[1] Nilgün Marmara
[2] Bleda Yaman





Yorum bırakın