Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

Bin Yıllık Zelzele

,

Okuma Süresi

3–5 dakika

Ekrem Müftüoğlu

Aralığın bir aralığında aralık bir camdan vuruyor göğsüme soğuğun zerreleri. Bu anlamsız huzur kokusu içinde uykuya dalıyor gözlerim. Bir doktor olmuşum, bir hasta. Her türlü aynı senaryo dönüyor uykumun soğuk karanlığında. Açıyorum gözlerimi. Karanlık, olduğu yerde duruyor. Soğuk, olduğu yerde duruyor. Ne fark var rüya ile şu gezdiğim âlem arasında? Zorlana zorlana doğruluyorum. Vücudumun her yanı öfkeli varlığıma. Gene de doğruluyorum inadın ötesinde bir inatla.

Annem evde. Yanına gidiyorum. Huzursuzluğum çarpıyor gözlerine. Sarıyor, sarmalıyor. Şükrediyorum Allah’a, hâlâ dünyadayım.

Yavaşça evden çıkıyorum. Kapıda bir ayakkabı karşılıyor beni. Giyilmek istiyor tarafımca besbelli. Giyiyorum. Bir fermuarını yarım çekiyorum, diğerini tam. Düşüyorum yollara nereye gideceğimi bilmeden adımlarımın. Bir tanıdıkla karşılaşıyorum. “Keyfin kaçık, hayrola?” diyor, “Kötüyüm.” diyorum. Çok sorgulamayıp devam ediyor. Kötü olanın ruh hâlim olduğunu sanıyor, ruhumun kötülüğünü kavrayamıyor.

Adımlarım serileşiyor, bir hedef belirlemişim gibi yürüyorum. Bir otobüs durağının önünden geçerken orada bekleyenler görüyor beni. Görenler bir muzafferin adımları sanıyor adımlarımı. Oysaki ben bir tavuk gibi korkakça kaçıyorum. Muzaffer bir tavuğun adımları sanıyorlar. Dinletemiyorum derdimi, dinlemeye gönülleri yok. Olmasına bir gerekçe de bulamıyorum, hak veriyorum.

Sahildeyim. Akşam ne zamandır bu kadar hızlı çöküyor üstümüze? Boğazına sarılıyorum İstanbul’un. “Konuş ulan!” diyorum, konuşmuyor. Ben konuşuyorum.

Bu kötülüğün nedeni ne? Bunca kötülüğün içinde bir eksik mi vardı da sirayet etti bana bu? Teröristlerin bile “etkin pişmanlık”tan yararlandığı bu devirde, bir benim mi pişmanlığım kıymetsizleşti? Söyle!

Dalgalar gürleşiyor aniden. Bir işaret mi bu diye durup dinliyorum. Kahkaha atıyorlar hâlime. Derin bir zevk içinde boğmuş gibi cesedimi, eğleniyorlar su damlaları kendi hâllerinde. İhtiyar bir adam geliyor ötelerden beriye. Onun gelişiyle duruluyor deniz. İnsanoğlunun sesi kesiliyor bıçakla kesilmişçesine.

İnsanın kötülüğü yalnız kendine. Senin zararın dokundu mu hiç kimseye?

Dokundu, Zeynep’e.

Zeynep kesmedi cezanı ve sen de bunun azabını mı çekiyorsun içinde?

Cezayı keserken azabımı kesmedi sadece.

İhtiyar duraklıyor. Bakışlarında birçok şeyi anlamlandırabilmiş bir insanın donukluğu var. Sakinliğini hiç bozmuyor, sesinde titreme bile olmuyor bunca soğuğun içinde. Öksürüp temizliyor sözlerini:

Neden bu kötülük?

İçimde gizli, karanlık bir zelzele.

Haberi var mıydı bundan?

Söylemiştim ama görmemişti daha önce.

Neden bu kötülük?

İçimde gizli, karanlık bir zelzele.

Gizemini ortaya çıkarmak gerekmez mi belki de?

İhtiyar dönüyor arkasını gidiyor son sözünü eder etmez. Cevap hakkı tanımıyor bana. Deniz durgunluğunu koruyor. Gözlerim denizin üzerinde. Zeynep geliyor gözümün önüne. Zeynep’le konuşmaya başlayıp bir adım atıyorum denize. Bir karanlığın içine düşüyorum sessizce.

Önümde bir çocuk, ezilmiş durmuş. Anlat diyorum, heyecanlı heyecanlı anlatmaya başlıyor. Anlattıkça anlatıyor. Hiç mi dinlememişler bu çocuğu? Sıkılıyorum, bunalıyorum ama kesemiyorum. Anlatıyor saatlerce. Saatler geçiyor ama zerre kadar yorgunluk yok ikimizde de. Çocuk uzaklaşmaya başlıyor. Peşinden gidiyorum. Büyümüş. Ezilmiş durmuş. Anlat diyorum, heyecanlı heyecanlı anlatmaya başlıyor. İçinde bulunduğu yerde sırıtıyor, hiç uyum sağlayamamış. Etrafı yemyeşilken o mavi kalmış. Anlatıyor saatlerce. Çocuk uzaklaşmaya başlıyor. Peşinden gidiyorum. Büyümüş. Ezilmemiş bu sefer, rengini bulmuş. Gülümsüyorum. Anlat diyorum, anlatıyor. Kısa kesiyor bu sefer. Çocuk birkaç adım atıyor geriye. “Dur!” diyorum durmuyor. Bir buldozer geliyor üzerine. “Dur!” diyorum durmuyor. Eziyor çocuğu. O cesetten çıkıyor ruhu, gelip bütünleşiyor bedenimle.

Kıyıya vuruyorum birkaç saat sonra. İhtiyarı buluyorum koşa koşa. Hemen anlatıyorum olanı biteni. Umursamıyor. Şaşkın şaşkın bir daha anlatıyorum. En sonunda istemsizce konuşuyor.

Kalk haydi git işine! Aradığın gizem bu muydu? Uykunu alamamışsın sen gece!

İhtiyarın yanından kalkıyorum. Telefonum çalıyor. Tanımadığım bir numara. Açıyorum. Tanımadığım bir erkek sesi. Bir şeyler anlatıyor, kızıyor, bağırıyor, çağırıyor. Önce alttan alıyorum. Tutamıyorum en sonunda kendimi, kendime olan kızgınlığıma paydaş ediyorum telefondaki sesi. Buldozerin altında bir tek o çocuk kalmamış, başkaları da varmış. Bunu anlıyorum konuşmanın neticesinde.

Zeynep’i arıyorum. Açmıyor. Öfke dolu hâlâ sözlerime. Açıyor sonunda, konuşturmuyor beni.

İstemiyorum ulan seni. Ne laftan anlamaz bir mahlûkmuşsun sen? Sadece son yaptığından mı ibaret sanıyorsun olup biteni? Bir değil iki değil senin hanen!

Kapanıyor telefon. Yürümeye başlıyorum. Farkındayım oysaki her şeyin. Bu berbatlığı affettirmek tek niyetim. Nasıl başaracağımı bilmiyorum. Başaramayacağımın düşüncesi hâkim.

Adımlarım serileşiyor, bir hedef belirlemişim gibi yürüyorum. Bir otobüs durağının önünden geçerken orada bekleyenler görüyor beni. Görenler bir muzafferin adımları sanıyor adımlarımı. Oysaki ben bir tavuk gibi korkakça kaçıyorum. Muzaffer bir tavuğun adımları sanıyorlar. Dinletemiyorum derdimi, dinlemeye gönülleri yok. Olmasına bir gerekçe de bulamıyorum, hak veriyorum.

Telefon çalıyor. Açıyorum. Dertliler dertlerini anlatıyor. Üzülüyorum. Bazılarına teselli veremiyorum, bazılarınaysa yaralarına dokunmaktan korkup teselli vermeye cesaret edemiyorum. İnsan tecrübeleriyle var oluyor. Sonra telefon bir daha çalıyor. “Fatih” diyorlar, “ölmüş.” Fatih kim anımsayamıyorum. Düşünüyor, soruyorum. Anımsatıyorlar, eski bir aile dostuymuş Fatih. Kafasına sıkmış çocuk.

Kendi hâlimi düşünüyorum yine bütün bencilliğimle.

“İnsan” diyorum kendi kendime, “kafasına bile sıkıyor da dilini sıkamıyor yeterince.”

Yorum bırakın