
Abdullah Emre Aladağ
Fısıltılar etrafınızı saracak, kulaklarınız duyulmayanın ardındakileri duyacak. Gözleriniz görülmeyenin ardını görecek. Derinize işlenmiş kaderi okuyacaksınız, kanınızın anlattıklarını doğrulayacaksınız. Gerçekleri, aklın ardını aşarak göreceksiniz. Bu dünya, önünüzde bir perdedir, kalın ve aşılmaz gözükür. Bu perde bizim içinse bir hiçtir, size her daim ulaşabilir, rüyalarınızda hakikatin aynalarını size doğrulturuz.
Meçhuliyetler Kitabı
Bölüm 9
Sonsuzluk Uykusunun Sonu
Gece, şehrin gündüz perdesini tüm karanlığıyla örtmüştü. Bakırköy semalarında geceye kavuşmanın şerefine yanan sayısız yıldız olsa da şehrin kirli ışıltısı onları gölgeliyor ve gözlerden uzak ediyordu. İstanbul Caddesi üzerinde fütursuzca geçip giden insanlar gün sonunun hırsıyla oradan oraya akın ediyor, çatılardan onları seyreden güvercin ve kargalara basit birer karınca gibi görünüyorlardı. Gri-kara tüyleriyle haşmetli bir karga, bulunduğu dörtgen biçimli betonarme terastan ansızın havalandı. Göğe doğru uzanan sivri gagasıyla bulutları parçalamaya yeminli bir mızrak gibi fırladı. Hemen sonra usta bir hareketle yeryüzüne süzüldü. Yıllara meydan okuyan bu bilge hayvanın gözü, balkon korkuluklarına konulmuş envaiçeşit çiçeğe ve domates fidelerine takıldı. Avının üzerine çöken bir şahin misali bitkilerle süslenmiş balkona iniş yaptı. Davetkâr kokularıyla Japon gülleri ve salkımlarından kızıl bir sel gibi taşan tatlı domatesler onu bekliyordu. Paytak adımlarla ayağının altındaki soğuk mermer üzerinde komikçe yürüdü. Balkonun bulunduğu odanın penceresinde bir şeylerin kıpırdandığı fark etti. Kafasını sakince sağa çevirdi ve tek gözüyle pencereyi gözlemeye başladı.
Perdeler, beceriksizce örtülmüştü. Sokak lambalarının sinsi ışıkları içeri bir hayalet gibi sızıyordu. Pencerenin ardında iki insan, anadan üryan halde bir şeyler yapmaktaydı. Kadın, beline inen dalgalı, kumral saçlarıyla sanki bir yerde zıplıyor ve bir yandan garip iniltiler çıkarıyordu. Karga, garipser bir edayla başını sağa, pencereden yana eğdi. Ardından, kadın olduğu yerden kalktı ve adam da beceriksizce kan ter içinde doğruldu. Hızlıca üzerine bir şeyler geçirdi ve cebinden birtakım garip kâğıtlar çıkarıp kadına uzattı. Birkaç saniye sonra kadın odada tek başınaydı. Gözü onu ilgiyle izlemekte olan kargaya takıldı.
O da üzerine envaiçeşit renge boyanmış uzun bir giysi geçirip balkona çıktı. Kargaya garip bir gülümsemeyle baktı:
“N’oldu küçük şeytan? Senin de mi canın çekti?”
Karga, kadının söylediğine bir anlam veremedi. Kendisine sarf edilen birkaç kelimeye sadece “Gak!” diyerek cevap verdi.
“Aman, defol git be! Uğursuz hayvan…”
Kadın ellerini sallayarak, karnı aç biçareyi kışkışladı. Karga, bu harekete cırtlak bir gaklamayla cevap verdi ve gerisin geri havalandı.
“Şu domatesleri de alayım. Yoksa bu şerefsizler tebelleş olacak yine.”
Kadın, içeri gitti ve elinde metali paslı bir makasla çıkageldi. Domatesleri salkımlarından koparırken telefonun o bilindik sesi havayı doldurdu. Çalan telefona yetişmek için acele bir hareketle davrandı. Makas âtıl bir edayla yere düştü. Domatesler, yerden fırlayan kırmızı benekler halinde beyaz fayans zemine yuvarlandı.
Telefonu açmıştı:
“Efendim, aşkım? Ah, evet! Yarın akşam saat sekizde benim evde. Hı? E, tabii aşkım. Kelepçe de takarsın bana. Evet! Onu da yaparsın. Ama bak, parayı peşin istiyorum yoksa bizimki yine salça olur bana, haberin olsun. Ee önce iş, sonra alışveriş bebeğim. Tamam aşkım. Öpüyorum.”
Uzun dalgalı saçlarını yorgunlukla kurcaladı. Işık düğmesine bastı ve hemen kapının sağındaki aynanın karşısına oturdu. Masanın üzeri sayısız ucuz makyaj malzemeleriyle doluydu. Küçük bir pamuklu bezi biraz ıslattı ve yüzündeki abartılı makyajı özenle sildi. Az evvelki tanrıça güzelliğinden eser yoktu şimdi. Son derece sade, gösterişsiz ancak duru bir güzellikle seyretti kendini. Bakışları, uzun ince burnunda, dolgun, küçük dudaklarında ve mızrak misali uzun kirpiklerinde gezindi. Neşeli bir iç çekişin ardından kıkırdadı.
“Taş gibisin, kız Alev… Heriflerin alayı senin için paspas olsun, paspas!”
Telefonuna ardı arkası kesilmeden yağan mesajları göz ucuyla kontrol etti. Arzunun hoyratlıkla birleştiği birtakım cümlelerden başka bir şey yoktu. Bazılarıysa manav dükkânı misali emojiler barındırıyordu. Gelenlerden memnun bir şekilde telefonu dağınık masadaki boş bulduğu bir yere bıraktı.
Bu saatten sonra pek gelen giden olmazdı. Bugün perşembeydi. Haftanın en sakin günü… Birkaç kişi gelirdi, daha da uğrayan olmazdı. Gelmekten isteyenleri de zaten birtakım bahanelerle savuştururdu. En nihayetinde o da insandı ve bedeni artık daha fazlasını kaldıramazdı.
Yatağı zaten hazırdı ve geceliğini de çoktan üzerine geçirmişti. Gün, dünyayı akşama terk ederken uyku zamanı gelmişti. Dinlenip ertesi güne dinç uyanmalıydı çünkü yarın gece yarısına hatta daha da ileri saatlere kadar meşgul olacaktı. Sakince yatağa yöneldi ve pembe pikeyi beline kadar çekti. Gözlerini sonsuz karanlığa kapayıp, kendini uykunun meçhul kollarına bıraktı.
Kendisini mermerden bozma bir binanın odasında buldu. Eski zamanların unutulmuş mekânlarından birindeydi. Devasa mermer sütunlar tüm ihtişamıyla bu yapıyı ayakta tutuyordu. Sayısız sütuna tutturulmuş meşalelerin ateşleri odayı gayet güzel aydınlatıyordu. İçerisi son derece sade ama şık tasarlanmıştı. Geniş odada devasa bir kalabalık vardı. Hepsi diz üstü çöküp başlarını eğmişlerdi. Hepsi erkekti buradakilerin. Bunca adamın huşu ve haşyetle önünde eğildikleri şey de neydi?
Dalgalı saçları omuzlarından dökülen, büyük ve güzel göğüsleri, kıvrımlı vücut hatlarıyla bir devasa bir tanrıça heykeliydi bu. Heykelin omuzlarınaysa iki karga konmuştu ve göz ucuyla heykeli izliyordu. Heykelin önünde, yeryüzündeki tüm açları doyuracak çoklukta yemekler vardı. Bakanın bir daha bakası geliyor, insanın iştahını kabartıyordu. Yemeklerin biraz önündeyse Karun’un hazinesinden daha büyük bir zenginlik yatıyordu. Devasa altın sikke yığını oldukça yüksekte olan heykelin kaidesini kapatıyordu. Gözlerini bir anlığına açıp kapadığında olduğu yerde durmadığını fark etti. İki omzunda da hafif ve canlı bir ağırlık vardı. Önündeyse yığınlarca altın ve yemek duruyordu. Hemen arkasında da yüzlerce kişi başlarını eğip saygıyla bir şeyler fısıldıyordu: Bu kendi adıydı.
“Alev… Alev… Alev…”
Başını hareket ettirmek istedi ancak bunu başaramadı. Tüm vücudu kaskatı kesilmişti. Az evvel gördüğü heykel kendisi olabilir miydi?
Bir anda aşağı doğru inmeye başladığını duyumsadı. Yığınlarca altın ve sayısız leziz yemek önünde oluşan bir çukura doğru hızla akıyordu. Çukur doldu taştı ve şimdi karşısındakilerle neredeyse aynı hizadaydı. Bunu fark edenler ağır adımlarla ona yönelmişti. Gelip yine önünde diz çöktüler. Hepsinin gözlerinde kızıl alevlerle yanan bir tutku vardı. Yüzlerine yerleşen hayranca bir gülümsemeyle seyrediyorlardı. Aralıklarla yüzlerine düşen gölgelerle son derece vahşi ve aç gözüküyorlardı. Bu kalabalığın en önündekiler oldukları yerden doğruldular ve daha da yakınlaştılar. Elleriyle yerden birkaç karış yükseklikteki kaideye dokunup gözlerini ona diktiler. Onlar kaideye dokununca ayak parmaklarını hareket ettirebildiğini gördü. Ardından arkadaki kalabalıktan onlara katılanlar oldu ve onlar da ellerini tamamen kaideye yasladılar. Önce bacaklarını, sonra kollarını, en sonda da başını oynatabiliyordu. Kalabalıktan gelenler sökün edip, kaideye dokundukça bedeni mermerin katı esaretinden kurtulmuştu. Ona ilk dokunanlar yavaşça ellerini kaideden çekti. Şimdi elleri ayaklarındaydı. Bu nazik dokunuşla beraber mekân ve zaman anlık silindi.
Bir düzine cerrahi maskeli insan ona bakıyordu. Kollarını ve bacaklarını zorlukları hareket ettirebiliyordu. Vücudu sırılsıklamdı. Ciğerlerine hunharca dolan hava canını acıtıyor ancak yine de tüm hevesiyle saldırıyordu ciğerlerine. Ardından tiz bir sesle cıyakladı ve ağladı.
“Tebrik ederim, nur topu gibi bir kızınız oldu.”
Onu kollarıyla saran maskeli kadın, onu başka birine uzatmıştı. Şefkatli kolların sıcaklığıyla ve tanıdık gelen mis gibi bir kokunun ferahlığıyla sakinledi. Güzeller güzeli gençten bir kadın, yaşlı gözlerle ona bakıyordu.
“Hoş geldin kızım… Hoş geldin, Ayşe’m…”
Yine o unutulmuş tapınaktaydı ve ona dikilen iştahlı gözler, kan çanağına dönmüştü. Bu bakışlarla karşılaşır karşılaşmaz göğsünden devasa bir parça koptu sanki. Bir şey içinden çıkmak için gırtlağından tırmandı ve boğazını yakan tarifsiz bir acı buna eşlik etti. Ağzını acıyla ve inleyerek açtı, saydam bir duman süzülerek havaya fırladı. Hemen önünde, ayaklarına nazikçe dokunanlardan birine yöneldi. Kan çanağı gözleriyle korkunç görünen bu adam dumanı görür görmez, bir saniyede içine çekti. Tatminkâr bir edayla iç geçirdi ve bu sefer elleri bacaklarına yöneldi. Bu dokunuşta az evvelki nezaketin yerini şehvetli bir iştah almıştı. Neredeyse tırnaklarını etine geçirecekti.
Önlerindekinin bu cüretkârlığını gören diğerleri de aynı vahşet ve açlıkla ona hücum ettiler ve her biri bacaklarına, baldırlarına ve ayaklarına sarıldı.
Gözleri defalarca karardı ve kesintilerle bazı anlar gördü. Mesela, mahallenin ihtiyarlarından Sinan Amca denen o yaşlı bunağın beş yaşındayken sevmek bahanesiyle onu kucağına oturtup, garip yerlerine dokunması. Kaba etinin altında batan o şeyi hala unutamıyordu. Ya da ilk adet gördüğünü annesine söylediğinde, yüzüne inen o acımasız tokat… Lise birinci sınıftayken babasının onu odasına kapatıp yaptıklarına ne demeliydi? İlk birlikte olduğu sevgilisinin, bir anlık hışımla olduğu yerden doğrulması ve anadan üryan halde ona sille tokat dalması da vardı tabii… Kanayan dudağından sızan kana karışan gözyaşlarını elinin tersiyle silerken haykırdığı ağır sözler kulaklarında çınlıyordu:
“Sen bakire değil misin lan orospu?”
Bu kareler gözünün önünden bir film şeridi gibi geçtikçe, boğazını zorlayan dumanı kusuyor ve bununla beslenen bu yamyamlara tarifi zor bir ziyafet veriyordu. Artık ona dokunan eller birer pençeye dönüşmüştü. Huşu içinde tapınanların yerini sivri kulaklı ve kara kürklü kurtlar almıştı. Öyle ki, kendinden geçtikçe omzundaki kargalar da ona saldırıyordu, kustuğu acıya bir de sivri gagaların açtığı derin yaralardan sızan kan eşlik ediyordu. Film oynadı, şerit aktı. Kimliğinin her bir parçasını saniye saniye kaybediyor, kim olduğunu unutuyordu. Karşısındakiler beslendikçe Alev küçüldü, o küçülünce kargalar da başında daireler çizerek uçtu. Taciz eden zalim pençeler zaman ilerledikçe büyüdü… En sonunda omzundaki kargalar kadar olduğunda ona dokunan ellerin gölgesinde kayboldu. Önünde tüm iğrençliği ve korkutuculuğuyla duran dev kurtlar artık ona sırtlarını dönmüşlerdi. Kargalar da daireler çizerek uçmayı bırakıp iki yanına konmuşlardı.
Kargalardan sağdaki, başını sağa eğdi ve gakladı. Ancak ne dediğini anlayabiliyordu.
“Söyle bana tükenen tanrıça! Sen kimsin?”
Alev, ağlayarak cevapladı.
“Bilmiyorum…”
Sol yandaki karga başını sola eğdi ve gakladı.
“Kim olduğunu unutanın artık görebileceği bir şey yoktur.”
Kargalar daha yakına paytak adımlarla yürüdü. İkisi de aynı anda bağırdı.
“Aynada kendini tanımayanın gözlere ihtiyacı yoktur!”
İki sivri gaga gözlerine yöneldi. Artık tek hissedebildiği şey sonsuz bir acıydı.
Her şey karanlığa gömüldü. Yanaklarından aşağı inen kanı hissedebiliyordu. Vücuduysa kıpırdamıyordu. Mermere dönmüş gibiydi.
Acıdan güçlükle sadece şu cümleleri fısıldadı defalarca. “Kimim ben?”





Yorum bırakın