
Muhammet Fatih Dur
Âdem, cennette can sıkıntısıyla vakit geçirirken, onun kaburga kemiklerinden yeni bir varlık yaratılmıştır: Havva yani kadın. İbrahimî dinlere göre Âdem ve Havva, Şeytan’ın Havva’yı ayartması ve ardından Havva’nın Âdem’i ikna etmesi sonucu yasak meyveyi yemişler ve bu nedenle cennetten kovulmuşlardır. Bu anlatı, kadınların “ilk günah”ı işleyen taraf olarak görülmesine ve dolayısıyla insanlığın cennetten kovulmasında suçlu sayılmasına yol açmıştır. Bir rivayete göre kadınların her ay regl olması Tanrı’nın Havva’ya bu suçundan dolayı bir cezası. Ayrıca Havva’nın Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı inancı, kadının erkeğe tabi olduğu düşüncesini desteklemiştir.
Kur’an’da geçen “Erkekler kadınlar üzerine hâkimdir. Bu, Allah’ın bazılarını (erkekleri) diğerlerinden (kadınlardan) üstün kılması ve erkeklerin mallarından harcamaları sebebiyledir. Saliha kadınlar ise, itaat edenlerdir” ayeti, bu ataerkil anlayışı güçlendirmiştir. İbrahimî dinlerin yanı sıra, Yunan mitolojisinde de benzer bir kadın algısı vardır. Örneğin, Pandora efsanesi; kadınların tehlikeli, baştan çıkarıcı ve sıkıntı kaynağı olduğu düşüncesini pekiştirmiştir. Zeus’un ceza olarak insanlara gönderdiği Pandora, elindeki kutuyu açarak tüm kötülüklerin dünyaya yayılmasına sebep olmuştur. Bu hikâye, kadınların kargaşa yaratan bir figür olarak kodlanmasına yol açmıştır.
Hadislerde yer alan “Erkekler için ardımda bıraktığım en büyük fitne kadınlardır” söylemi (Her ne kadar bazı kaynaklarca bu hadis sahih kabul edilse de bu hadis bana göre Hz. Peygamber’in söyleyebileceği bir cümle değildir.) kadınların baştan çıkarıcı ve uzak durulması gereken bir varlık olarak algılanmasına katkıda bulunmuştur. Aynı şekilde, Sirenler mitolojide güzellikleri ve büyüleyici sesleriyle denizcileri felakete sürükleyen varlıklar olarak bilinir. Bu anlatılar, ataerkil düzenin kadınları potansiyel bir tehlike veya kargaşa kaynağı olarak görmesine neden olmuştur. Friedrich Nietzsche belki de bu efsaneleri dikkate alarak “Bir kadın, erkeğin gözlerini kör eden şeytani bir yaratıktır, ama aynı zamanda onu tüm duygulardan da arındırır.” demiştir.
Tarih boyunca kadınlar, ikincil cinsiyet olarak algılanmış, kimi zaman gözden çıkarılabilir bir varlık kimi zaman ise yalnızca bir “meta” olarak değerlendirilmiştir. Kadın, erkeklerin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla var olan bir eşya olarak görülmüş; ancak anne olduğunda kıymet kazanmıştır. Antik Yunan ve Roma gibi medeniyetlerde kadınlar vatandaş olarak bile kabul edilmezken, daha çok ev içi rollerle sınırlandırılmışlardır. Antik Yunan’da özellikle Atina’da kadınlar vatandaş sayılmamış ve yalnızca ev işleriyle ilgilenmeleri beklenmiştir. Sparta gibi bazı şehirlerde kadınlar eğitim alabiliyor olsa da bu oldukça sınırlı kalmıştır. Antik Roma’da ise kadınlar yasal olarak babalarının veya kocalarının gözetimindeydi.
Kadın, tarih boyunca, erkeğin egemenliği altında olan, savaş ganimeti olarak görülen, erkeğin gerisinde kalması gereken ve erkekten güçsüz olduğu kabul edilen bir cinsiyet olarak tanımlanmıştır. Bu anlayışın kökenleri tartışılabilir ancak geçmişe saplanıp kalmak yerine, bugünü iyileştirmeye çalışmak daha önemlidir.
Kadınlara karşı tarih boyunca süregelen ayrımcı yaklaşım, toplumsal cinsiyet rollerini şekillendirmiş ve kadınların kamusal alanda varlık göstermesini sınırlamıştır. Bu roller, kadını yalnızca aile ve ev içinde tanımlayan bir anlayışa zemin hazırlamış ve erkeğin ihtiyaçlarını karşılayan bir figür olarak görülmesine yol açmıştır. Ancak günümüzde kadın hakları mücadelesi, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama ve ataerkil kodları dönüştürme amacını taşımaktadır.
Toplumlar, kadınların sosyal, ekonomik ve siyasi alandaki varlıklarını artırarak, kadınların hak ettikleri yere ulaşmasını hedeflemektedir. Bu süreçte eğitim ve farkındalık, kadınların yalnızca aile içindeki değil, kamusal alandaki rollerini de güçlendirmek için elzemdir. Tarihin getirdiği bu kalıplardan kurtulmak, toplumların daha sağlıklı ve eşit bir yapı kazanması için kaçınılmazdır. Kadınların özgür, eşit ve güçlü bireyler olarak topluma katkıda bulunmaları, sadece kadınlar için değil, bütün insanlık için daha adil bir dünya yaratma yolunda bir zorunluluktur.
Toplumdaki kadına bakış ataerkil anlayıştan daha eşit bir çizgiye çekildiğinde kadının bazı kültürlerce noksan olduğu yanılsaması ortadan kaybolacaktır. Kadını kendi kabuğuna hapseden bu anlayış, kadının kabuğunu kırma cesaretini göstermeden yenilemez. Eleanor Roosevelt’in de dediği gibi “Hiçbir kadın, kendine güvendiği sürece köle değildir.”





Yorum bırakın