Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

İKİ BİDON, İKİ ÇUBUK

,

Okuma Süresi

6–9 dakika

Beray Nisa Altuntaş

Boylarımız annemizin henüz bizden tabak isteyemeyeceği yıllara tekabül ediyordu. Annemin moraran gözleriyle una bulanmış gözyaşlarını her gördüğümde kendimi dışarı attığım o garip yıllar. Sesleri duymamam için iki yoğurt bidonu vermişti annem bana. İki de çubuk tutuşturmuş elime “Al Necati, duyacağın sesler seni mutlu etmezse vur oğlum, korkma. Mehmet’i de yanına al tüm mahalleyi dolaşın.” demişti. Her ses duyduğumda koştum ben de. Annem her kıvrıldığında acıdan ve aldığı şekil kalp yerine üçgen olduğunda çaldım Mehmet’in kapısını. “Koş Mehmet koş. Annem yine üçgen oldu.” 

Sopaların annemin sırtına indiği günlerin birinde koltuk altlarıma sıkıştırdığım bidonlar ve ceplerime sokuşturduğum çubuklarla Mehmet’in evinin yolunu tuttum. Kapısına vardığımda taşırken işkence çektiğim bidonlardan özgürleştirdim kendimi. Çubuklarımı elime aldım ve iki kattan oluşan müstakil evin kapısına vurmaya başladım. “Mehmeeet, çık da iki tur atalım, Mehmeeet.” Saçlarından terler aka aka indi Mehmet. Ne oldu diyorum, tık yok Mehmet’ten. Bir şey var diyorum, ağzını bıçak açmıyor. Annemin üçgen olduğunu biliyor söylemek istemiyor diye düşünüyorum. Memo, diyorum ne oldu sana? Düşürdüğüm bidonlardan birini alıyor kucağına, bir de çubuk kapıyor elimden. “Hadi yürü Necati sana göstereceğim bir yer var.” Gideceğimiz yere kadar sorularımla darlıyordum onu. Evde hiçbir iş yapmayan Memo’nun saçı neden terden sırılsıklamdı? Benim ağzım dayak yiyince fermuarlanırdı, o çok sevgiden mi yorulmuştu? Yirmi beş kuruşu var mıydı? Gideceğimiz yer sümbüllerle süslenmiş miydi? Son soruma cevapsız kalamamıştı. Bilirdi annemin moraran gözlerine pansuman yapacağımı sümbüllerle. “Var Necati, orada bir sürü çiçek var.” Cebinde kalan yirmi beş kuruşuyla bir şişe su aldı. İkimiz kana kana içtik sudan. Yakında varacağız, dedi Mehmet. Yollar yavaş yavaş taşlığa ve düzensiz otlara çıkıyordu. Hava kararmak üzereydi. Bidonun üzerimdeki ağırlığı kalbimdeki heyecanla birleşince sabırsızlanmaya başladım. Elimdeki çubukla vurdum bidona ve başladım şarkımızı söylemeye. Mehmet zahmet edip de bidonlara vurdu şarkı boyunca. Onun sözlerini de ben söyledim. Şarkı bittiğinde biraz daha yürüdük. Güneş batmak üzereydi. “Necati”, dedi, “işte burası.” Yandaki tabelaya baktım. El yazısıyla yazılmış eski bir tabelaydı. Me-zar-lık. Memo’ya döndüm. Annen için çiçek toplayacağız dedi. Kabul ettim. Mezarlıkla tanıştığım ilk andı. Büyüklüğü ve içinde özgürce gezebilme hissiyatı beni mest etmişti. İçeri girdiğimizde terk edilmiş mezarlarda çalılıklar karşıladı bizi. Teker teker tüm mezar taşlarına göz gezdirdim. Doğdukları, öldükleri ve asla doğamayacakları, ölemeyecekleri yıllara baktım. Benim aksime ayakkabısına bakarak yürüyen Memo’ya döndüm. 

“Memo, öğretmenimiz bir keresinde mezarlıkların çiçeklerle kaplı olduğunu ve tertemiz olduğunu söylemişti hatırlıyor musun?”

“Hatırlıyorum da burası öyle değil.”

“Evet, hem burada kimse de yok.”

“Kimi bekliyorsun?”

“Buradaki insanların anne babalarını. Öğretmenimiz ölen insanları ziyaret etmemiz gerektiğini söylemişti hatırlasana.”

“Belki onlar da ölmüşlerdir.”

“Hayır, annem ölemez düzgün konuş.”

Sinirlenmiştim. Annem daha sümbüllerle sevilmeden, sivri uçlardan kurtulmadan bu dünyadan göçemezdi. 

“Senin annen değil ki onların annesi.”

“Ya onların annesi de benim annem gibiyse?”

Bu sefer Mehmet sinirlenmişti. Bidona vurdu tam dört kere. 

“Kim ölsün istiyorsun sen?”

“Babam.”

Yüzüme baktı Mehmet. Bidona beş kez daha vurup uğurlu sayısını tamamladı. Cevabımdan sonra biraz daha yürüdük beraber. Karanlık yavaş yavaş üzerimizde geziniyordu. Çaput bağlanan ağacın karşısında bir çeşme bulduk. Üzerimize döke döke su içtik. Sümbül bulmak için ayrıldık. Bulamazsak diye bu çeşmenin yanında sözleşeceğimize karar verdik. Mehmet bidonunu ve çubuğunu kapıp yol aldı, ben de onun tam tersi istikametine. Yürüdükçe gördüğüm kuru otlar, anneme layık olmayan tüm dünya bu mezarlıkta toplanmıştı. 

“Mehmeeet!”

“Necooo!”

Bulamadığım çiçeğe karşı tek umudum Mehmet’in orada olduğunu bilmemdi. Gitmeyeceğini, çeşmenin yanına geleceğini biliyordum. Varlığı eylemlerimi şekillendiren tek araçtı. Çokça seslendik birbirimize. Hava kararmıştı. Onun karanlıktan korktuğunu bilirdim. Tekrar seslendim: 

“Memo!”

Bir köpek havladı sonra. Mehmet’in sesi tuz oldu. Tüm gücümle bağırdım ona. Köpek inadına havladı. Ben ağladım, sesim bir ara köpeğin havlamasından daha yüksek çıktı. Haddimi bildirdi. Birdi, iki oldular. Benim ikim gitmişti. Bir umut tekrar seslendim. Sümüğümü tişörtüme sildim. Ayağımın ucundaki mezarlığa çöktüm. Mezarlığın en anneme benzeyen kısmına dayadım sırtımı. Bidonu kucağıma aldım ve yorulana kadar vurdum. O gün o köhne mezarlıkta uyudum.

Kapıya vurmasından Necati’nin geldiğini anlamıştım. Bir de sesi eklendiğinde vurmalara karışık “Anne Neco geldi. İneyim mi aşağı?” dedim yalvaran gözlerle. Saçlarımdan akan damla terler koliye düştü. “Git de erken dön daha oyuncaklarını kolileyeceksin.” Son kelime çıkar çıkmaz ağzından ben merdivenlerden aşağı inmiştim bile. Kapıyı açtım. Neco’nun yanında iki bidonu elinde çubukları anlamıştım olanı biteni. Bidonunu kapıp geldiğinde kapıma “Annem üçgen oldu yine Mehmet” derdi. Üçgen olmak ne demek bilmezdim o zamanlar ama Necati’ye olan sevgimden kalp şeklini iyice özümsemiştim. Terli ve ıslak saçlarıma baktı. Yarın taşınıp bir daha bu mahalleye uğramayacağımızı ona söylememiştim, söylemeyecektim de. Ağzım Pandora’nın bu sefer kapalı tutması gerektiği kutu kadar sıkı olacaktı. Bidonlardan birini kaptım ve bir de çubuk. Yakın zamanda keşfettiğim mezarlığı göstermek için yola koyulduk. Neco’nun sorularını çiçeklerle geçiştirdim. Otlar ve çalılıklar bulunmayan bakımsız bir yerdi gittiğimiz mezarlık. Necati şarkı söyledi bense bidona vurmakla yetindim. Bidonu taşımaktan kollarım, yürümekten ayaklarım ağrımıştı. Taşlıklardan yürüdük, otluklara çıktı yolumuz ama nihayet vardık. Çiçek toplayacağız diyerek kandırdım Neco’yu. Yürüdük bir hayli, çiçek bakındık. Neco sorular sordu, en son babasının ölmesini istedi. Kızdım ona. Ben her gün babam sonsuz uykudan uyansın diye Büyücü Melek’le sohbet ediyordum. Güneş, ışınlarını üzerimizden çekiyordu yavaş yavaş. Bir süre yürüdük ve sümbül arama operasyonumuza başladık. Başta etrafa bakınıyordum. Yürüdüğüm her yol kuru otlara çıktığında bıraktım yürümeyi. Neco’nun seslenmelerine karşılık verdim. Bir mezarlık taşına oturdum, hava kararmıştı. Eve gitmem gerektiğini hatırladım. Annem beni bekliyordu. Oturduğum rahatsız edici yerden kalktım. Neco’nun sesi geldi. Ben koşuyordum.

Yüzüme çarpan güneşin sıcaklığıyla uyandım. Uyandığımda ne köpek vardı ne Mehmet. Vücudumu hareket ettirmeye başladım. Boynum tutulmuştu ve sırtım. Koşmak, anneme gitmek istiyordum bir an önce. Ayağa kalktım. Aldım başımı önüme. Bidonu ve çubuğu orada terk ettim. Anneme koştum, gece beni aramaya gelmeyen anneme. Kapıyı vurdum. Bir, iki, üç. Açan olmadı. Mehmet’in kapısına vardım. Mehmet diyecektim bak bu sefer ben üçgen oldum. Kapı duvar oldu üzerime. Yerden ufak bir taş aldım pencereye atmak için. Evin her zaman çekili kalın perdeleri şimdi pencereyi çırılçıplak bırakmıştı. Kel Hüseyin tasolarıyla geçti yanımdan:

“La Neco, Memo gitti ya la. Taşındılar onlar İstanbul’a.”

Bir taş daha alıp Kel Hüseyin’e fırlattım. Eşşoğlu boğazıma yapıştı. Tozun toprağın içinde öcümü aldım. Kel Hüseyin’in gözüne her vuruşumda şerefsiz Mehmet diye sayıklıyormuşum. Kavgayı ayıran Bakkal Coşkun öyle dedi. 

Hava kararana kadar mahallede dolaştım. Kedilerle oynadım, kuşların peşinden koştum. Mehmet’e sövdüm durulduğum vakitlerde. Akşam eve vardığımda bu sefer annemin mor kollarını gördüm. Bastı beni bağrına. Tişörtüme akan tuzlu gözyaşlarından kurtulup babamın televizyon izlediği odaya girdim. Okkalı bir küfür ettim ona: “Pezevenk.” O gün annemle aynı tişörtü giydik.

İstanbul’a geldiğimde gözlerim her yerde Neco’yu aradı. Bu şehrin gösterişinden ve samimiyetsizliğinden mezarlıklara sığındım. En sevdiğim yazarların mezarlarını ziyaret ettim. Üzerlerine bir şiir sayfası bir de sümbül bıraktım. Olabildiğince çiçek ektim her yere. Gönüllü oldum, bahçelerde çalıştım. Her ektiğim çiçekte bir diyet ödedim. Neco’yu yaşattım içimde. Bir gün annem gelip “Necati diye bir çocuk vardı hatırlıyor musun? Babası ölmüş onun.” dedi. O gece otobüse binip çocukluğuma gittim. Yol boyunca uyku girmedi gözüme. Sabah otobüsten indiğimde taksiciye bir çiçekçide durmasını söyledim. İki demet sümbül aldım sonra doğrudan Neco’nun evine gittim. Sıvası dökülmüş, duvarı çatlak eve. Kalabalıktı, kendimi tanıtıp üçgen teyzenin elini öptüm. Bir demet sümbül verdim. Ağladı, bu sefer gözleri mor değildi. Necati yok oğlum, dedi. Sen bana iki bidon iki de çubuk ver teyzem, dedim. Mezarlığın yolunu tuttum. Sora sora buldum mezarlığı. Tabela yok olmuştu. Mezarlık artık tam bir harabeydi. Neco’yu nerede bulacağımı biliyordum. Çeşmeye kadar yürüdüm. Oradaydı. Sırtını en yumuşak yere dayamıştı. Bidonundan ve çubuğundan eser yoktu. Yakışıklı olmuştu Neco, beni gördü. Yumruk attı yüzüme. İyice benzetti beni. Bidonlar, çubuklar ve sümbüller bir yana dağılmıştı. Vurdu da vurdu. Elimi sürmedim ben Neco’ya. Sonra ağlamaya başladı, bıraktı vurmayı. Yere çöktü. Silkelenip topladım yanıma eşyaları. Onunla beraber ben de çöktüm. Sümbülü yanına bıraktım. Bir de çubuk uzattım ona. Yüzüme öylece bakakaldı. 

Babamın öldüğü gece duramadım evde, mezarlığa geldim. Her şeyin başlangıcı ve sonu olan o mezara. Mehmet’le yıllar önce sözleştiğimiz çeşmenin yanına gidip en yumuşak kısmına sırtımı dayadım. Kafamı kaldırdığımda onu gördüm. Mehmet’i. Yanında iki yoğurt bidonu, iki çubuk bir de sümbül getirmiş. Yıllar öncesi aklıma geldi. Kel Hüseyin’i dövdüğümden daha çok dövdüm onu. Sonra çöktüm yere ağlamaya başladım. Eşyalarla beraber yanıma geldi. Sümbülü yanıma bıraktı. Benimle bütünleşen çubuğu da uzattı. Yüzüne baktım uzunca. Yakışıklı olmuştu. Ağlamaya başladı. Özürler diledi. O gün ne halt yediğini anlattı bana. Çubuğu elinde tutuyordu. Birden sıkıca sarıldı boynuma. Dengemi kaybetmekten korktum. Elim yana sarktı önce sonra sırtında birleşti. Güldü. Gözyaşları tişörtümü ıslatıyordu. Bu sefer çubuğu uzattı bana. Gözleri hikâyeyi devam ettirmek istiyor gibi bakıyordu. Çubuğu aldım. Ayağa kaldırdı beni. Mezarlıktan çıkışımız iki bidon, iki çubuk bir de bizim şarkımızla oldu. 

“İKİ BİDON, İKİ ÇUBUK” için 2 cevap

  1. mükemmel hayranlıkla okudum canım arkadaşım 🫶🏻

    Beğen

  2. Zehra Aydın Koçak Avatar
    Zehra Aydın Koçak

    Her iki gencin çocukluğundaki kaybı, hayal kırıklığını, hüznü derinsen hissettirdi.. 🫂❤

    Beğen

Yorum bırakın