
Muhammet Fatih Dur
Ağustos Ayında zafer konulu bir yazı kaleme almaya başladığımızda, yazının gidişatı Atatürk ve silah arkadaşlarının cesaretlendirici ve bağımsızlığımızın kapısını açan Büyük Taaruz zaferine yol alacak diye bekleniyor. Ama ben insanlığın en önemli zaferinden bahsedeceğim. Kendini gerçekleştirmek. Kendini gerçekleştirmenin ilk adımı Türkiye gibi yapışık ve iç içe toplumlarda biraz ayıplansa da kendini toplumdan izole etmekle başlar. Nietzsche’nin de dediği gibi “Başkalarının yolundan giden, kendisinin yolunu bulamaz.”
İzole etmek uzlete çekilmek değildir. Toplumun dayattığı anlamsız kurallar dizilerinden kendini izole etmektir. “Geleneklere körü körüne bağlılık, özgürlüğün sessiz celladıdır.” diyen Alexis de Tocqueville’nin cümlesini iyi anlamak demektir. Toplumun yanlışına yanlış diyebilmektir. Durkheim’ın Organik dayanışmasına;Tönnies’in Cemiyetine evet diyebilmektir. Birey, cemaatin değil, cemiyetin içinde gerçek kişiliğini bulur. Burada kısaca cemiyet ve cemaat kavramlarına biraz girmek gerekiyor: Ferdinand Tönnies’in cemaat (Gemeinschaft) ve cemiyet (Gesellschaft) ayrımı, modernleşme sürecini anlamak için kullanılan iki temel sosyolojik kavram. Cemaat, içinde doğulan organik bir şekilde sualsiz bağlanılan bir sınıf. Aile gibi, mahalle gibi. Cemiyet ise sanayileşme ve modernleşme ile ortaya çıkan toplumsal yapıyı temsil eder. Bu yapıda bireyler özgürleşirken insanlar birbirleriyle daha çok fayda, çıkar ve sözleşmeye dayalı olarak ilişki kurarlar. Biz yerine ben duygusu hakimdir. Bu da zorunlu olarak bir yalnızlığı doğurur. Organik Dayanışma, Cemiyet sanayileşmiş, karmaşık iş bölümüne sahip toplumlarda görülür.Toplumsal düzen, farklı işlevlerin birbirini tamamlamasından (karşılıklı bağımlılıktan) doğar. Bireyler birbirine benzemez; farklılaşmış işlevlere sahiptir.
Uzaktan ilk bakışta cemaat kavramı bireye daha sıcak ve daha güvenli gelebilir. Zaman geçtikçe bu sıcaklığın seni hamken pişiren bir sıcaklık değil seni eriten seni yok eden bir sıcaklık olduğunu anlıyorsun. Sen eriyerek toplumun ta içine en içine dahil ediliyorsun. Bu durum senin her türlü hareket imkanını kısıtlıyor. Hannah Arendt’a atıfta bulunarak “Bireyin trajedisi, ait olduğu toplum tarafından boğulmasıdır.” biz ise bu boğulan bireyin ne kadar nefessiz kaldığını, hareket alanın kısıtlandığını Durkheim’ın fatalist kavramı ile açıklamak gerekiyor.
Toplum ile bireyin ilişkisi bir tarafa ağırlık verilecek şekilde ilerlememeli. Bireyin de toplum için bir söz hakkının olduğu unutulmamalı. Ölülerin, yaşayanlara dayattığı prangalar, yaşamaya çalışan bireyin ayaklarından sökülmeli. Toplumun bireye yüklediği kaygıların yükünden kurtulması onun göğe yükselmesinin ilk adımıdır.
Zafer toplumun dayattığı kalıplardan, ölülerin yaşayanlara bıraktığı prangalardan kurtulup kendi yolunu açmasıdır. Her birey kendi bayrağını ruhunun en yüksek tepesine diktiğinde, işte o an gerçek bağımsızlık ilan edilmiş olur. Zafer; tankla, topla, tüfekle değil, insanın kendi benliğinde verdiği kavga ile kazanılır. Kimi zaman susarak, kimi zaman haykırarak; ama her zaman direnerek…
İşte bu yüzden her zaman hatırlamamız gereken, yalnızca meydanlarda kazanılmış zaferler değil, içimizde her gün verdiğimiz mücadelelerdir. Kendi gölgemize bile teslim olmadan, zincirlerimizi kıra kıra ilerlediğimiz o uzun yol… Toplum için var olan birey değil, bireyler için var olan toplum inşa edildiğinde; işte o zaman hem millet özgür, hem insan onurlu, hem de zafer ebedi olur.





Yorum bırakın