
Erkin Tolga Sayilkan
Bir Jack Thorne Hikâyesi
Yağmur, ofisin penceresini adeta bir kamçıyla dövüyordu.
Gökyüzü benim gibi öfkesini tutamıyordu bu gece. Bulutlar birbirine çarpıyor, her çarpışmada kısa bir aydınlıkla şehri paramparça gösteriyordu. Ama o parıltılar da uzun sürmüyordu; tıpkı eski hayatım gibi, göz açıp kapayıncaya kadar sönüp gidiyordu.
Yağmur, yukarıdan inmiyor da sanki yerin dibinden yükseliyordu. Her damla, boğazıma takılmış anıları kusar gibi yüzüme çarpıyordu. Kaldırım taşları arasında biriken su, bana ölü birinin gözlerini hatırlatıyordu: donuk, karanlık ve içinden çıkamayacağınız çirkin bir boşluk.
Sokak lambalarının sarı ışıkları yağmurda can çekişen birer böcek gibiydi. O ışığın titremesinde bile kendi halimi görüyordum: güçsüz, dengesiz, her an sönmeye hazır. Çatılardan süzülen sular çığlık gibi akıyordu; kulağımda hâlâ mahkemedeki sesleri duyuyordum. Nefretle kıvrılan dudaklar, iğrenç bakışlar… Hepsi aynı uğultuya karışıyordu.
Yağmur uğuldadıkça, gökyüzü delinmiş sanki yalnızca lanet yağdırıyordu. Ve ben şunu düşündüm: Böyle bir gecede hiçbir dua göğe ulaşmaz. Benim dualarım çoktan boğulmuştu zaten.
Masamın köşesinde duran paslı yüzüğe bakıyordum. Cebimde taşımamın sebebini bilmezdim ne hatırlamak isterdim ne de tamamen unuttururdu beni. O yüzük, o eski hayatımdan bana yadigâr kalan tek hatıra, tek kalıntıydı.
O dava… hâlâ kulaklarımda yankılanıyor. Hayatımın kalem tutan cellatlarının kan emici sesleri, her kelimelerinde damlayan zehir gibi, masada art arda çalınan kalem tıkırtılarıyla birleşiyor, beni köşeye sıkıştırıyordu. O an, sanki ruhumun üzerine çekiçle vuruyorlar, her imzayla kemiklerimi çatlatıyorlardı. Karşımda oturan eski hayatımın karanlık gözlerinde ise bıçak gibi keskin bir nefret vardı; soğuk, kesintisiz, amansız. Hiçbir kelimeye ihtiyaç duymayan, derin bir nefret.
Eski hayatımı kaybettiğimde fark ettim ki, aslında kendimden daha fazlasını kaybetmiştim. Gülüşlerimi, geceleri ayakta tutan hayallerimi hatta insanlara güvenen o eski bakışımı… hepsi o eski hayatla gitmişti. Geriye yalnızca boş şişeler ve dolu kadehleri, sigara külüyle hemhal bir takım elbise, içinde birbirine pek temas etmeden dans eden sigaralar olan bir tabaka ve yorgun bir adam kaldı. Bu yüzden nefretim derindi.
Tüm bu düşünceler beni aldı. Bir ara sızacağımı hissettim. Belki uyku beni karanlık düşüncelerden arındırırdı.
***
O gece saat neredeyse sabahın dördüne geliyordu ki kapı çaldı. Bir müşteri için fazla geç, bir hayalet içinse fazla erkendi. Kapı kilitli olduğu için arkasındaki kişi açamamıştı. Tekrardan kapı çalındı.
Kapıyı ağır ağır araladım. Karşımda ince yapılı, solgun yüzlü bir kadın duruyordu. İlk bakışta genç duruyordu ama yüzündeki çizgiler onu yıllarından çalmış, ona zamansız bir yorgunluk vermişti. O ince çizgiler, sadece yaşın değil, geceleri uyutmayan korkuların, yıllarca içten içe kemiren acıların iziydi. Bu yüzden gençliğinin ardına saklanmaya çalışsa da yüzü, bana mezarlıkların soğuk taşlarını hatırlatıyordu—hayatta ama çoktan gömülmüş gibi.
Elinde sımsıkı kavradığı çanta yağmurdan sırılsıklam olmuştu; derisi kabarmış, kenarlarından damlalar süzülüyordu. Ama onun bu ıslaklıktan rahatsız gibi değildi. Bilakis sanki çantayı bilerek yağmurun insafına bırakmış gibiydi. Bir tür teslimiyet, bir tür gösteriş… Yağmurun yıpratıcı damlaları altında çantanın giderek çürüyüşünü izlemek, kadının da aynı çürümeye gönüllü olduğunu fısıldıyordu. O an düşündüm: İnsan bazı yükleri taşımaz, onları kasıtlı olarak sürükler; sırf sürüklediğinin fark edilmesini ister.
“Bay Thorne…” dedi, tıslayan bir sesle. “Eski hayatını geri almak ister misin?”
İçimde bir şey tersine dönmüş gibi midem burkuldu. O an sanki iç organlarım bile geçmişime duyduğum tiksintiyi hatırlatmak istercesine kıvrandı.
Dudaklarım istemsizce kıpırdadı, neredeyse kendi kendime konuşur gibi, boğuk bir sesle: “Eski hayatımı geri almak mı?” Sözler dilimden dökülürken, boğazıma taş gibi oturan pişmanlık ve nefretin ağırlığını hissettim.
Sonra, o ağır havayı delip geçen kuru bir kahkaha patlattım. Neşeyle değil, acıyla yoğrulmuş, içten değil, ölü bir refleks gibi. O kahkaha benim değildi sanki; yıllardır içimde kök salmış, boşanmanın küllerinden doğmuş o kırık tarafımın sesi gibiydi. O an anladım ki, eski hayatımın bende bıraktığı tek şey, hâlâ kulaklarımda yankılanan bu acı alaydan ibaretti. Kadın başını eğdi, çantasından küçük bir ayna çıkardı. Çerçevesi paslı, yüzeyi çatlaklarla doluydu. Ama camında… Tanıdık bir yüz bana bakıyordu. Eski hayatım… Bir insan suretinde beni izliyordu aynadan. Dudakları kıvrık bir gülümsemeyle hareket etti:
“Jack… Hâlâ beni düşünüyorsun.”
İçimden bir küfür ettim. Sigaramı yaktım. Kadına baktım: “Bunu bana kim gönderdi?”
“Gölgeler,” dedi kadın. “Senin ruhu hâlâ ayna ile bağlı. Nefretin, seni tekrar koynuna çağırıyor. Çünkü nefret, sevginin çürümüş hâlidir.”
Ayna karşısında durdum. Yansıma ben değildim, eski hayatımdı.
“Senin yüzünden…” diye fısıldadım. “Senin yüzünden mahvoldum. Beni bitirdin.”
Ama aynadaki suret kahkahalar attı. Gözlerinden siyah sıvılar süzüldü. “Sen hep böyleydin, Jack. Zavallı, kırık, güçsüz. Senin çöküşünü ben başlatmadım… Sen zaten çürüyordun.”
Tabancamı kaldırdım, aynaya doğrulttum. Parmaklarım tetiğe gitmedi. Çünkü derinlerde, hâlâ geri dönmesini isteyen o iğrenç parçam kıpırdıyordu. Nefretimle sarılmış o kara parça.
Aynanın içinden eller uzandı. Bu kez buz gibi değildi; sıcak, tanıdık bir ten gibi hissettirdi. Eski günlerden kalma bir dokunuş.
“Gel, Jack…” dedi aynadaki yüz. “Birlikte yanacağız.”
***
Uyandığımda ofisteydim. Dışarıdan yağmurun dövdüğü şehrin sesleri geliyordu; aynı, değişmeyen, bitmeyen uğultu. Masamın üstü boştu. Ne şişe ne dosya ne de parmağımdan sökülüp alınmış o paslı yüzük… Sanki hayatımın bütün izleri bir süpürgeyle çöpe süpürülmüştü. Belki de öyleydi. Belki de her şey sadece içkiyle beslenen bir kâbustu.
Kendime yalan söylemek kolaydı: Hepsi bir rüyaydı, Jack. O kadın, o ayna, o eller… Hepsi kafanın içindeki rutubet. Ama midemdeki o yumruk hissi, o yalanı kusar gibi geri itti. Çünkü bazı kâbuslardan uyandığını sansan bile, gerçek seni yatağın ucunda bekler.
Başımı kaldırdım, aynaya baktım.
Yansımam bana bakıyordu: Renklerden arınmış, siyah beyaz bir yansıma.
Yansımam sırıtmıyordu.
Ben de gülmedim.
O an anladım: Uyanmıştım, evet. Ama kâbus hâlâ buradaydı. Çünkü bazen uyanmak, karanlığın en derin yerine düşmektir. Ve ben, o çukura çoktan gömülmüştüm. Kadehte kapana kısılmış bir serçe parmağı kalınlığındaki viskiyi fondip yapıp sigaramı ateşle buluşturdum. Nefretimle baş başa kaldım. Ama artık onun benden ayrılmadığını biliyordum. Çünkü eski hayatım, mahkemelerde bir imzayla biten evlilikler gibi değildi.
Gölgede mühürlenmiş ve zifiri karanlıkta, çirkin ruhlar tarafından kutsanmıştı.
Tam o sırada kapı çaldı…





Yorum bırakın