
Abdullah Emre Aladağ
Uzun, uzun zaman evvel, insanoğlunun cevherleri keşfedip işlemeyi öğrendiği zamanlarda, Saka ülkesi diye bir yer varmış. Yiğitler pek, güzelleri bol, atları kırkarlıkmış. Kadını, erkeği cenkte mahir, demircilikte hünerliymiş. At sırtında diyarları gezer, akınlar yapar ve fethederlermiş. Görklü tanrı Kayra, oğlu Bay Ülgen ve Umay Ana, Saka diyarının ecesi Tomris’e nice zaferler bahşetmiş. Önlerinde hiçbir düşman duramamış, atlarının nalları altında çiğnenen nice topraktan bereket fışkırmış. Ancak her şey deveran edermiş, bunu unuturmuş insanoğlu. Gün gelmiş, Erlik Han, Kara Oğlanlar ile Tamag’dan çıkıp Ak Kuzgun namlı kam için kavgaya tutuşmuş. Göktekiler de yeryüzüne gelmişler. Dünya, onların cenk meydanı olmuş, Saka diyarı, bu savaştan mustarip halde, nice yiğidini, güzelini, yaşlısını ve çocuğunu kaybetmiş. Filler tepişmiş, çimenler ezilmiş. Buna Umay Ana’nın yüreği dayanamamış. Kendisini karanlığa bürümüş ve barış olana kadar da ak yüzünü göstermemeye ant içmiş. Gün Han’ın da önüne geçmiş ve ona hiç müsaade etmemiş. Göğün Efendileri, geri çekilmişler. Dünya Erlik Han ve çocuklarına kalmış. Ancak Ülgen hem Umay’ın gönlünü almak hem de insanları kurtarmak için bir yol düşünmüş. Ak Kuzgun namlı kamı göğe yükseltmiş ve ona bir hediye bahşedeceğini söylemiş. Bir oğul vermiş ona, kendi kudretinden. Adına da Timurbilek demiş daha doğmadan. Ancak bir şart koşmuş Ülgen: Bu bebe, büyüyüp serpildiğinde, kendisinin ulağı olacak ve diyarların hepsini kurtarmak için görev alacakmış. Böylelikle Ak Kuzgun, atasız şekilde Timurbilek’e hamile kalmış.
Efsanemizin başı böyle başlar, behey dinleyenler! Bir yiğit ki, Tamag’ın yedi katlı sarayına inip ulaklık edecek de tüm şeytanlara ve kara tanrılara kafa tutacak. Kayra böyle yazmış, böyle belletmiş. Öyleyse gelin de dinleyin, nasıl devam ediyor bu meselin geri kalanı…
Timurbilek, otağında oturmuş, anasının Tomris Ece’den ona ad gününde hediye olarak getirdiği çelikten kılıcını biley taşıyla ovuyordu. Pers diyarından Ece Tomris’e hediye gelen bu kılıç, Cemşid’in oğullarından biri tarafından dövülmüştü. Göksel bir duruşu vardı. Bir kargı gibi eğimsiz, dimdikti. Kabzasına, bakırdan kurt ve geyik kafası işlenmişti. Siperi ise bir hilali anımsatıyor, sanki âlemlerin üstündeki âleme iki ucuyla birden işaret ediyordu. Kurdun gözlerine küçük bir çift safir, geyiğin gözlerine ise aynı boyutta iki tane zümrüt kakılmıştı. “Bu kılıcı kim dövdüyse işini iyi biliyormuş” dedi fısıltıyla yağız delikanlı.
Kılıcı hayranlıkla izlerken bir hışımla can anası Ak Kuzgun daldı içeri. Belli ki haberler mühimdi. Yer ile gök arasındaki cenk vuku bulduğundan beridir zaten her haber kara çalıyordu insanların yüzüne. Uçar Han ve caman körmösleri dur durak bilmeden her yere felaket tellalı olarak varıyordu. Gerçi, her gün ölenler çokça olduğundan, o da Tamag’daki makamına çekilmişti. Kör olasıca şeytanlardan başkası cirit etmiyordu artık buralarda. Bir ümit, gece kadar kara gözlerini çevirdi annesine genç yiğit.
“Saçının püskülü karlı anam, elinin bereketi varlı anam! Nedir bu hışmın? Kara bir haber yok ya?”
Anası Ak Kuzgun, iki at adımı boyda, saçları Tanrı Dağı kadar beyaz, yaşına göre dinç ve heybetli bir kadındı. Yüzüne yaşlılığın alametleri daha anca uğruyordu. Üç yiğit ömrü kadar yaşamış ve kocamıştı. Ancak bu halinde dahi bahadırların yüzüne, ellisine taş çıkarırdı. Kılıcını kabzasından kavramış, erkek güzeli oğluna doğru eğildi. Elini omzuna attı.
“Göklerde idim bir süredir canımın paresi oğul. Ulu tanrılardan ecemiz için yardım, halkımız için hikmet sorardım. Ülgen, artık zamanın geldiğini, benim kanımla başlayanın, benim soyumla bitmesi gerektiğini söyledi.” Anlamıştı. Çocukluğundan bu yana felaketler devam etse de annesi hep ona kendisinin ve onun hikâyesini anlatırdı. Tamag ile Uçmag’dan niye buraya gelindiğini, Umay’ın yüz çevirmesini, Ülgen’in ona bir hediye ve emanet olarak Atasız Timurbilek’i verdiğini… Hepsini biliyordu ve nihayet o gün de gelip çatmıştı.
Ak Kuzgun, Saka ülkesinde doğduğunda babası ve anası kam idi. Babası göklerle, anası ise yerlerle konuşup dururdu. Öyle ki, kendisinin hem göklere hem de yerlere merakı, bilgisi çokçaydı. Adını alıp Kam Ata’nın karşısına çıktığında onu hem yerler hem de gökler istedi ancak yaradılışın kadim yasası şunu söylerdi: Her kim ki, bir kadındır ve kamlık ona bahşolunur, yüzü gökten gayrı daima toprağa bakar. Ancak Ak Kuzgun’unun kudreti ve ötelerden verdiği nice haberi daha hiçbir baksı ya da kam bugüne değin söylememişti yeryüzünde. Gün o gündü ki, Ak Kuzgun için Uçmag’dan inenler, Tamag’dan çıkanlar oldu. Bugüne nasıl gelindiyse, o günden beri gelindi. Sonrası ise malumdu: Timurbilek ve kaderi…
Ak Kuzgun, oğlunun omzunu okşadı, gözlerine hüznün çiğleri birikmişti.
“Vakit geldi oğul! Bay Ülgen, seni ulağı olarak evvelden seçti, bugün de kararı verildi. Gideceksin ve Kara Oğlanları buradan çekilmesini isteyeceksin. Şayet kabul etmezse, Ülgen’in kudretiyle onu zorla. Yolun çetin oğul, Kara Oğlanlar’ın bir kısmı Tamag’da yaşar. Hepsi seni yolundan alıkoymaya çalışır, kanma. Bay Ülgen hem seni korusun hem onun nişanesi olsun diye Semrük Bürküt’ün tüyünü gönderdi sana. Körmösler seni yolundan alıkoymasın, karanlık gözüne perde olmasın ve hikmetin ve yiğitliğin ışığı yüreğinde hep parlasın diye… Şimdi, canım atım, ahretliğim Gökyele’nin sırtına atla. O seni, Tamag’daki yedi katlı demir saraya götürsün. Uçar Han, seni karşılayacak. Sakın ola dediklerini duymayasın, yalanlarına kanmayasın. Haydi, gözümün ışığı oğul, var git. Yolundan sakın ha dönmeye kalkma, yoksa bir daha çıkamazsın yer altından…”
Ana oğul kucaklaştılar, ikisinin de gözlerine al yaşlar doldu da taştı. Yiğit oğlan, Gökyele’nin sırtına atladı ve oradan uzaklaştı.
Az gitti, uz gitti. Tanrı Dağı’nın eteğindeki mağaradan iniverdi yer altına. Bir sürü sivri boynuzlu, çarpık suratlı ve lanetli şeytan onu karşıladı. Tomris Ece’den yadigâr kılıcını çekti de vuruşa dövüşe dörtnala seğirtti. Birinin kafasını alsa, bir öteki kara topraktan o melun başını çıkarıp saldırıyordu ulağın üzerine. İlkin, sayıyordu kaçının eceli olduğunu, sonra saymayı bıraktı. O kadar çok vuruştu ve dövüştü ki, tükenip gittiğini hissediyordu her bir hareketinde. Zaman, varlığını yitirdi yol alıp vuruştukça… Ne zaman yola çıktığını unuttuğunda kendisini bir kurganı anımsatan, yedi katlı demirden sarayın karşısında buluverdi. Önünü arkasını dolaştı durdu ancak ne bir kapı bulabildi ne de bir oyuk. O esnada Gökyele’nin pir-i pak sırtında iki devasa kanat belirdi. Sahi, bu güzelim binek bir tulpar değil de neydi? Atladığı gibi kendisini piramidin zirvesinde bulması bir olmuştu. En tepedeki yere vardığında aşağı doğru açılan bir kuyunun varlığını sezdi, işte burasıydı. Gökyele ise olduğu yerde duruyor, sanki daha ileriye gidemeyeceğini hüzünlü bakışlarıyla bu yiğide anlatmaya çalışıyordu. Timurbilek, anladı ve başının iki kere salladıktan sonra, kendisinin kuyunun derin karanlığına bıraktı.
Ne kadar süre düşmüştü, o da bilmiyordu. Uyandığında bir düzine meşalenin zayıfça aydınlattığı derin bir odada buldu kendini. Oda öylesine genişti ki, bir oymak gelip burayı yurt tutsa yine de fazlasıyla sahipsiz arazi kalırdı. Odanın yüksekliği ise kırk kargıyı ucu ucuna eklesen o bile yetmezdi. Öylesine alçak bir yerde bulmuştu kendini. Etrafına daha dikkatli bakındı. Olduğu yerde yatan ancak bir şeye doğru uzanan biçareleri gördü. Sanki önlerinde yana yakıla arzuladıkları şeyler boylu boyunca uzanıyor ama bir türlü kavuşamıyorlardı. Her teşebbüsleri sonuçsuz kalınca kargışlıyorlardı gönüllerinin istediği her neyse. Onların ilerisinde ise, arkasında ve önünde yığınlarca kömürden bozma yazıt bulunan dev gibi biri, sedirden ve samur kürkünden tahtında uzanırcasına oturuyor ve zavallıların haline çirkin kahkahalar atıyordu. Bir yanda, kızıl kilden yapılmış kımız testisine uzanıyor, canı diledikçe kana kana meyini yudumluyordu. Birden gözü ona takılmıştı.
“Casusların ve tembellerin efendisi Uçar’ı rahatsız etmeye cüret eden de kim ola?”
Güçlü, tiz ve çirkin sesi odanın her yerinde yankılandı. Karşısındaki dev cüsseli insan azmanını süzdü. Kafasının iki yanından ileri doğru uzanan ağaç köklerine benzeyen çift boynuzu vardı. Kulakları ise bir fil kulağı gibi yayvan ve de oynaktı. Ağzının içinde neredeyse hiç diş yoktu ve dudaklarının biri Hint’te, diğeri Sind’de idi. Gözleri kafasının her yanına doğru döneniyor, bakmak istediği her yana böylelikle kafasını oynatmadan bakabiliyordu ancak bir süredir sanırım gözleri hiç yüzünü terk etmemişti.
“Sen de kimsin bre insan? Cezanı mı çekmeye geldin yoksa?”
Uzun kara saçları, dalga olup sırtından taşan yiğit konuştu:
“Bana Ak Kuzgun oğlu Timurbilek derler. Ülgen’den atana haberim vardır. İzin ver de yoluma gideyim.”
Uçar Han, kulak tırmalayan o çirkin kahkahasını patlattı yine:
“Demek, şu meşhur Atasız sensin… Nicedir haberlerini duyardım. Kardeşlerim yurdunuzu bastığından beridir, hepimiz gelişini bekledik, durduk. Anan olacak o kocamış karı, kanunu çiğnemeseydi ne yurdun bu halde olurdu ne de insancıkların bunca eziyeti çekerdi. Gerçi hoş, Umay’ın gönlü olsun diye bunca temaşa koptu ya! Sandı ki, biz vazgeçeriz o yüzünü çevirir de daim karanlık kılarsa dünyayı. Biz hep bugünü bekledik… Ne saf şu Umay!”
Başka bir kahkaha krizine girip devam etti lafına:
“Sen şimdi buradan geçmek mi istersin, bre keleş yiğit? Önce sana diyeceklerimi dinle, sonra kararını sen ver. Kardeşim Kerey’in köstebeklerinden sen gelmezden evvel işittim. Tomris’in kellesini Şıngay, anan Ak Kuzgun’un kellesini ise Yabaş almış. Artık yurdunun tahtında ise Kerey otururmuş. Camanlardan nicesi kaynayıp üremiş, önce Pers’i, sonra Çin’i daha sonra da Maçin’i basıp almışlar. Yani başaramadın Ak Kuzgun oğlu Timurbilek… Var git, ben seni affedeyim. Bari yer üstünde huzurla yaşa ölene kadar da yaşarken kavuşamadığın gün ışığına belki ölünce kavuşursun.”
Timurbilek, olduğu yerde donakaldı, bir an için söylediklerinin doğruluğunu tarttı. Ne kadar vakittir yoldaydı? Kaç gün, kaç ay, kaç yıl geçmişti bu yolda? Kestiremiyordu. Söyledikleri gerçek olabilir miydi? Onca yolu, boşuna gelmiş olamazdı herhalde… Dizleri üzerine çöktü ve bir süre gözü yaşlı düşündü. Uçar Han, sinsice kıkırdıyordu. Bunu fark ettiğinde, anasının ona tembihledikleri geldi aklına. Kara kaşları çatıldı, hilal bıyığın süslediği dudakları, hiddetle buruştu.
“Yalan konuştuğunu bilmem mi sanırsın sen bre düzenbaz? Beni de şuradaki zavallılar gibi kandırıp yolumdan döndürmeye çalışırsın, bilirim. Tembellik benim ne kanımda ne de adımda vardır. İşleyen demir pas tutmaz. Madem geçmeme izin vermezsin, öyleyse gel de vuruşalım. Senin hakkında geleyim de istikametime varayım.”
Uçar Han duyduklarından hiç hoşnut olmamıştı. Çirkin yüzü öyle bir ekşimişti ki, yer üstünde ve altında ondan daha çirkin bir varlık daha yoktu şimdi.
“Seninle dövüşmeye erinirim ben. Zaten bana galebe çalmanın da imkânı yoktur. Basit bir insancık mı yenecek koskoca Uçar Han’ı? Babamın dölüyüm ben, onun kudreti gezer damarlarımda. Sabrımı daha fazla taşırmadan var git yoluna. Yoksa şu güzelim ruhun benim ellerimde can verir sonra.”
Timurbilek, kılıcını kınından sıyırdı, kabzasını parmaklarını oynatarak iki kere sıktı. Kılıç meydana çıktığında kan döküp kelle almadan kınına giremezdi bir daha.
“Dilinden zehirler akan Uçar Han! Fısıltısı ocaklar söndüren Uçar Han! Ne eğleşip durursun? Kılıcım çıktı kınından, senin kara kanın şu kara toprağa dökülmeden girmez bir daha yuvasına. Gel de vuruşalım. Uğursuz kelleni elime almadıkça ne yoluma giderim ne de buradan geri dönerim.”
Yattığı yerden doğruldu devasa mahluk. Devasa duvara asılı, bir tuğ boyundaki iki hançeri aldı eline. İkisi de kızıl alazlarla yanıyor, Tamag’ın ruhu sanki bu iki ölümcül silahın içinde yaşıyordu. İşte, Uçar Han, şimdi tam karşısında dikiliyordu. Ayaklarında evren kanadı olan devasa çizmeleri, kara bakırdan yapılma kara zırhı üzerindeydi. Hançerlerden birini rakibine doğrulttu.
“Gel bre Atasız! Onca laf söyledin ama hala yerinde durursun? Bu mudur yiğitlik? Yiğit dedin hem çevik olur hem kurnaz. Vuruşmak istersen buyur, karşındayım.”
Timurbilek gülümsedi hırsla. Bir boğa gibi hızla nefes alıp veriyordu. Koca rakibine doğru koştu ve kılıcını salladı. Ancak yanına vardı anda sadece kılıcıyla havayı biçebildi. Arkasından tiksindirici bir kahkaha duydu.
“Hadisene bre yiğit, gel de vur bana. Tabii yapabilirsen!”
Bunu der demez kendi cüssesinden beklenmez bir çeviklikle hançerlerini savurdu Uçar Han. Tam kaçacakken yakalamıştı düşmanının saldırısı onu. Kendini korumaya fırsat bulamamıştı ancak onu darbeden koruyan bir şey bu karanlık şeytan inini tüm kutsallığıyla aydınlatıyordu. Bileğine iliştirdiği ulak nişanesi ak ışıklar saçan demirden bir kalkana dönüşmüştü. İri hançer kalkana çarptığında kulakları sağır eden bir çınlama bu sınırı belirsiz yeri doldurdu. Hançer, yere düşmüştü. Paramparçaydı.
“Babam dövmüştü bu hançeri! Sen onu mahvettin! Şimdi alacağım canını senin.”
Kardeşsiz kalan diğer hançeri eline aldı ve hızlı, dur durak bilmeyen saldırılar yaptı. Timur sağa sola kaçtı da atlattı saldırıları. Öylesine hızlıydı ki, her an birinin hedefi olabilirdi. Bu hançer bir kere dokunsa vücuduna can vermesi kaçınılmazdı. Uçar Han vurdukça vurdu, Timurbilek ise kaçtıkça kaçtı. Ne Kara Oğlan rakibine vurabiliyordu ne de öbürü saldırmaya fırsat buluyordu. Kaçmayı sürdürdüğü esnada, çift başla kartal işlenmiş göksel demirden kalkanını okşadı ve içinden dua etti:
“Ey varın yoğun sahibi Bay Ülgen! Yıldırımları düşmana korku, dosta güven veren Bay Ülgen! Madem beni ulağın seçtin, yardımını esirgeme. Doğumumla verdiğin görevi yapayım, şu kara düşmana galip geleyim.”
Uçar Han bir kere daha saldırdı. Bir kere daha. Ve bir kere daha… Artık öylesine hızlı hareket ediyordu ki, neredeyse görünmez olmuştu. Havadaki rüzgârı sezerek kaçıyordu düşmanından. O esnada kalkandaki çift başlı kartal dile geldi ve yiğit delikanlı ile konuştu:
“Beni kılıcını vur yedi kere.”
Timurbilek, kılıcını kavradı ve düşmanından kaçarken bir kere vurdu kalkanına. Uçar Han yine tebelleş oldu. Kaçtı ve bir kez daha vurdu. Kaçtıkça vurdu kalkanına. Yedinciyi vurduğunda tiz bir çınlama yeri göğü salladı. Zelzeleden sebep Uçar Han tökezledi ve yere düştü.
Bunu fırsat bile yağız yiğit, bir hışımla koştu ve o boynuzlu dev doğrulmadan kılıcını savurdu. Hiddet damarlarına öylesine dolmuştu ki, rakibinin ona yaptığını o yapıyordu şimdi. Devin yaralarından kara kanlar çağlıyor, bir kurbağa gibi cıyaklayarak olduğu yerde debeleniyordu. Kellesini alacaktı onun. Başka yolu yoktu. Yoksa geçit vermezdi bu şeytan ona. Ağlamaya başlamıştı.
“Ülgen’in ulağı koca yiğit! Kolunun kuvveti yüce yiğit! Bırak, kıyma canıma… Tamam, geçersin benim yanımdan. Var git yoluna, bir daha da çıkma karşıma. Söz olsun, ben de bir daha durmam senin yolunda.”
Timurbilek, sakinleşti ve zemin ocaktaki demir gibi kızıp kaynadı. Eriyerek yeni bir kuyu açıldı. Tam yoluna gideceği esnada, Uçar Han, zorlukla dikilmişti ayağa.
“Gidebilirsen tabii, henüz almadın canımı seni küçük insan!”
Bu sefer bir şimşek hızıyla geliyordu, hançerini yukarı kaldırmıştı. Timurbilek kalkanını kaldırdı ve saldırıyı engelledi. Düşmanının afallamasını fırsat bilerek hızlıca bir kurt gibi sıçradı ve kılıcıyla tembel tanrının kafasına vurdu. Boynuzlu kara kafa bir yana ayrıldı, ölçülmez büyüklükteki gövdesi bir yana. Artık Uçar Han ölmüştü. Cengin galibi Timurbilek’ti.
“Bay Ülgen’e şükürler olsun. Bitti sonunda…”
Casusların tanrısı ölür ölmez, onun katında tutsak olanlar arzuladıklarına kavuştular ve nurlu ışıklar saçarak gözden kayboldular. Artık özgürdüler.
Timurbilek, düşmanının gövdesine baktı ve ayaklarına takıldı gözleri. O çizmeleri istiyordu. İlk gördüğünden beri öyle hoşuna gitmişlerdi ki… Ancak bir tanesinin içine kendisi tamamen girebilirdi. Güç bela çekip çıkardı onları cesetten. Çıkarır çıkarmaz bir insanın giyebileceği boyuta kadar ufaldılar. Giydi onları, çok rahatlardı ve bir adımı bile bir atın dörtnala koşusu gibiydi şimdi. Rüzgâr gibi esiyordu Uçar Han’ın gövdesinin etrafında. Bir süre daha gezindi. Vücudu dayanamıyordu bu hıza ve durdu. Dinledikten bir süre sonra yine rüzgâr gibi eserek bir alt kata inmek için açılan kuyudan kendini bıraktı.
(DEVAMI GELECEK…)





Yorum bırakın