
Ali Kerim Tolga
Albay Aru komuta ettiği yirmi bin askerini cepheye getirmiş, uygun nizam içerisinde sıralamıştı. Havaya rutubet hakimdi. Askerler korkuyorlar fakat belli etmemek için uğraşıyorlardı. Korkmaları normaldi, Albay Aru’nun elinde sadece beş bin savaşçı vardı, geriye kalan on beş bin karıncanın hepsi işçi sınıfıydı. Ölüm ya da kalım savaşı olacaktı. Sakin ve kendinden emin bir şekilde arka iki ayağının üzerinde doğruldu Albay Aru. Zırh gibi kemikleşmiş gövdesini kabartarak sağ eliyle düşman hattını işaret etti. Kesin ve emin bir ses tonuyla, ne bağırarak ne çok kısık olacak fakat yirmi bin karıncanın net olarak duyacağı bir şekilde emrini verdi: “Saldırın!”
Son bir haftadır sadece bu savaşa çalışıyordu Albay Aru. Müfrezeler gönderip düşman hattını yokluyor, gözlemci karıncaları yollayıp düşman hakkında bilgi toplamaya çalışıyordu. Sabahlara kadar gözüne uyku girmeden notlar tutuyor, planlar yapıp stratejiler oluşturuyordu. Bir yandan kraliçe karıncaya sürekli savaş hakkında bilgi verip onu rahatlatmak ayrı bir göreviydi. Kraliçe hayatı pahasına güvenirdi Albay Aru’ya, bir tek Kraliçe değil bütün koloni çok sever ve sayardı onu. Yirmi üç büyük savaşa komuta etmiş ve hepsini kaybetmişti Albay Aru. Ona rağmen koloni için efsane bir isimdi, hiçbir zaman koloniyi tehlikeye atmamış, en olmayacak anlarda bile bir şekilde belli bir kesimin hayatını kurtarmış ve koloninin yaşamına devam etmesini sağlamıştı.
Dün gece son bir haftadır ilk kez savaşı düşünmekten kendini kurtarabildi, geçmiş anıları canlandı gözünde. Kendisi de bir işçi sınıfı karıncaydı eskiden. Kendini bildiğinden beri bu kolonide yaşıyor, bu koloni için çalışıyordu. Oldum olası hemcinslerinden çok daha iri ve çok daha güçlü bir karıncaydı. Çocukluğu bitip işçi sınıfına ayrıldıktan sonra çalışmaya ilk başladığı günü anımsadı. O zamanlar koloni şimdiki sayısına nazaran belki on belki elli kat daha az karıncadan oluşuyordu. Yaşlı bir iğde ağacının içini oyup kendilerine yerden yüksek, korunaklı bir yuva yapmışlardı. Aru, koloni içinde ilk o zaman dikkat çekmeye başladı. Yaşlı iğde ağacının gövdesinde ilerlemek ve koloniyi rahat bir şekilde büyütebilmek için çok daha fazla yol ve oda açılması gerekiyordu fakat iğdenin kalın ve yaş gövdesi karıncalar için zorluk çıkartıyordu. Aru yirmi karıncanın yapabileceği işi tek başına yapıyordu. Kesici dişleri ağacın yaş ve sert gövdesini hızar gibi yırtıp geçiyor, çıkan parçaları tek başına omuzlayıp dışarı atabiliyordu. Birçok karıncanın toplanıp bir hafta uğraşsa yapamayacağı işi Aru tek başına birkaç saatte hallediveriyordu. Kısa zaman sonra her işe koşar oldu; bir yer mi kazılacak, Aru halleder. Taşınacak yeni yükler mi var, Aru’yu çağırın taşır. Bütün verilen işleri seve seve ve hiç söylenmeden yapıyordu.
Bir gün Aru çalışmaktan yorulmuş, diğer işçi karıncalarla birlikte yemek yerken bir gözlemci karınca son sürat yuvanın duvarlarına çarpa çarpa bir koşturmaca yanlarına vardı. Tıknefes halde ve hafif ağlamaklı, hafifse yalvaran bir ses tonuyla iki kelime döküldü dudaklarından: “Kraliçe tehlikede!” Büyük bir uğultu koptu yemek yiyen işçi sınıfının arasında, durum vahimdi, başka bir karınca kolonisi kendilerine saldırıyordu. Yaşlı iğdeden yaptıkları yuvaları kuşatılmış, son savaşçı karıncalar ise gelecek bir saldırıyı püskürtebilmek için ağacın gövdesine geri çekilmiş ve Kraliçe’yi korumaya geçmişlerdi. Kraliçe son savunma hattı için bütün koloninin seferber olmasını emretmiş ve bütün işçi sınıfı karıncalar savaş alanına çağrılıyorlardı. Aru’nun içi, gövdesini parçalayıp dışarı çıkmaya çalışan çocuksu bir heyecanla kıpır kıpır oldu. Korkudan ne yapacağını şaşıran diğer işçi sınıfı karıncaların aksine şarkılar söyleyerek, zıplayarak savaş alanına doğru koşmaya başladı. Heyecanının asıl kaynağı ilk kez Kraliçe’yi görecek olmasıydı esas. Bütün savaşlar, bütün bu çalışmalar, koloninin var olmasının tek amacı eşsiz güzelliği dillere destan olan Kraliçe’nin soyunun devamı içindi. İnanılmaz bir aşk ve tutkuyla bağlıydı Aru, Kraliçe’sine. Gerekirse bu savaşta onun için canını vermek bir şeref meselesiydi, gözünü bile kırpmazdı.
Aru’nun ilk savaşı uzun yıllar boyu karıncalar arasında dilden dile konuşulup efsaneleşecekti. Daha sonra çocuklar büyütülürken “Kahraman Aru” olarak hikayeleştirilmiş bir hali, kahramanlık destanı olarak anlatılmaya başlanacaktı. İlk savaşın ardından Aru işçi sınıfından ayrılıp asker sınıfına yerleştirildi ve savaş sanatı hakkında hızlandırılmış dersler almaya başladı. Savaş esnasında gösterdiği üstün performans sayesinde kolonisi hayatta kalmış, Aru bizzat Kraliçe hazretlerinin huzuruna çağrılıp özel bir nişanla takdir edilmişti. Büyük ve destansı bir askeri serüvenin henüz başlarında olduğunun farkında olmayan bu hemcinslerinden iri ve yirmi kat güçlü karınca, yaz demeden kış demeden çalıştı. Bir yandan vücudunu geliştirip daha iyi savaşmayı öğrenirken -aslında ihtiyacı yoktu, doğuştan bir savaşçıydı- diğer yandan savaş stratejileri hakkında bilgiler ediniyordu. Birçok savaşa katılıp en ön saflarda çarpıştı. Koloninin kaderini birçok kez değiştirdi, asla kazanamayacakları savaşları Aru sayesinde kazandılar, hiç gidemeyecekleri topraklara Aru sayesinde gidebildiler ve asla erişemeyecekleri üne Aru sayesinde erişebildiler.
Uzun yıllar savaş ve ölümün arasında Aru hayatta kalabilmeyi bir sanat gibi icra ediyordu. Sayısız zaferin ve fetihlerin ardından Aru artık bizzat Kraliçe tarafından albaylığa yükseltildi ve ordunun başına getirildi. Albay Aru’nun komuta ettiği ordunun karıncalar arasında eşi benzeri yoktu. İki yüz bin savaşçı sınıfı karıncadan oluşan bir yıkım makinesiydi. Albay Aru kendi efsanesine yakışacak bir kararla, sayısız zaferlerle beslenmiş bu dev orduyu başka hiçbir karınca kolonisi ile savaştırmayı düşünmediğini açıkladı. Başka türlerle savaşıp koloninin yararına olabilecek besin kaynaklarına yönelmek istiyordu. İlk hedefi ufak çaplı bir bal arısı kolonisi oldu. Arılar hem galibiyetten sonra kurutulmuş cesetleriyle hem de peteklerde olan ballarıyla koloniye bir kış yetebilecek besini rahatlıkla sağlayacaklardı.
Albay Aru kendine güvenle planını yaptı ve iki yüz bin savaşçı karıncadan oluşan dev ordusunu arıların peteklerine doğru hücuma kaldırdı. Savaş, savaştan ziyade bir katliamdı. Albay Aru o katliamda yüz elli bin askerini ve iki bacağını kaybetti. Arılar tahmin edilenden hem çok daha güçlü hem çok daha kalabalıklardı. Albay Aru’yu savaş alanından baygın bir şekilde geri getirmişlerdi yuvaya. Bütün koloni sağ kurtulduğu için şükrediyordu. Savaşın yaralarını sarmak uzun sürdü. Sinsice pusuda bekleyen düşman karınca kolonileri, yara almış Albay Aru’nun ordusunun üzerine seferler başlattılar. Hasta yatağından savaşa kalkmak zorunda kalan Albay Aru yaralı olmasına rağmen korkmadı ve savaştı. Girdiği her savaşı kaybediyordu ve ordusu gitgide ufalıyordu. Kraliçe’nin gözünden düştü ama Albay Aru’dan başka komuta edebilecek tek bir savaşçı karınca dahi kalmamıştı, hepsi uzun süren savaşlar sonucu ölüp gitmişlerdi. En son zafer ganimeti olarak yerleştikleri büyük bir çınar ağacının gövdesinden kaçmak zorunda kaldılar. Bir yaz boyunca yakıcı güneşin altında, birbirinden farklı ve tanımadıkları tehlikelerin arasında göç ettiler. Artık her şeyin bittiğine inandıkları sırada bir gözcü karınca koşa koşa sıcaktan bayılmak üzere olan, sağa sola serpilmiş koloninin yanına döndü. “İleride insan yapısı bir ev var, duvarlarında girebilmemiz için oyuklar gördüm, terk edilmiş görünüyor.” dedi. Albay Aru hiç düşünmeden karar verdi. Eve gidip yerleşmek zorundalardı. Riskli bir karardı, bugüne kadar bütün insan yapılarından uzak durmuşlardı. Bilge bir karınca bir keresinde Albay Aru’ya “Koloniyi insanlardan ne kadar uzak tutabilirsen o kadar hayatta kalırsınız.” demişti, haklıydı. İnsanlar onların nefes almalarını engelleyen sıvılar püskürtüyordu üzerlerine, yollarına bütün vücutlarını yakan ve acılar içinde ölmelerini sağlayan toz taneleri serpiştiriyorlardı. Yuvalarını devasa dalgalarla ve tazyikle gelen sularla yıkıyorlardı. Fakat Albay Aru risk almak zorundaydı. Koloniyi eve yerleştirmeye karar verdi.
Ev tahmin ettiklerinden iyi ve korunaklı durumdaydı. Sınıf ayrımı olmaksızın bütün karıncalar birer işçi olarak hızlı bir yuva kurmak için çalışmaya başladılar. Kısa bir zaman sonra başka bir karınca kolonisi tarafından terk edilmiş bir yuvaya rastladılar. Dikkatli bir şekilde terk edilen yuvanın her yerini incelediler, neden terk edildiğini çözemediler. Herhalde insanların işidir, bütün karıncaları bir şekilde kovalamışlardır diye düşünerek bu yuvaya yerleştiler. Evin farklı odalarına ve bahçe tarafına çıkışlarını sağlayan akıllıca kazılmış yollar bulunuyordu. Albay Aru’nun emriyle Kraliçe için büyük bir taht odası hazırlandı. Yeniden ikilinin arası düzelmeye başlamış, koloni içinde gülüşme ve hep bir ağızdan söylenen şarkıların sesleri yeniden yükselmişti. Koloni hızla yeni yuvasına adapte oldu, Albay Aru için yirmi bin asker sınıfı karınca yetiştirildi. Eskisi kadar güçlü olmasa da otuz bin askerlik bir ordusu vardı ve bu kendilerini diğer kolonilere karşı savunmak için fazlasıyla yeterdi.
Bir akşam Albay Aru yemek yerken nöbet tutan gözlemci karıncalardan biri hızla yanına gelip rapor vermeye başladı. “Komutanım sonunda görebildim, haklıymışsınız.” dedi nefes nefese. Bir süredir farklı nöbet noktalarından benzer haberler geliyordu fakat bu sefer Albay Aru emin oldu. Evde yaşayan onların dışında bir hamam böceği ailesi vardı. Çok kalabalık değillerdi fakat tehdit oluşturuyorlardı. Eğer sayıları az ise otuz bin savaşçı karınca için birkaç hamam böceği hiçbir şey demekti, ezip geçerlerdi. Hamam böceklerinin temkinli davranıyor ve kendilerini göstermekten kaçınıyor oluşlarını Albay Aru sayıca az olduklarına yordu. Karınca kolonisi evin batı cephesinde ve zeminde yaşıyordu. Gözlemciler doğu cephesini ezbere biliyorlardı ve sürekli gözlem yapıp rapor tutuyorlardı fakat evin çatısı hakkında hiç fikirleri yoktu. Hamam böceği ailesi yüksek ihtimalle çatıda ikamet ediyordu. Eğer Albay Aru doğru bir şekilde kuşatma yapıp avlanma yollarını kesebilirse onları çatıda kalmaya mahkum edip açlıktan öldürebilirdi. Doğru bir stratejiyle hiç savaşmasına dahi gerek kalmayacaktı ama Albay Aru kendinden emindi. Hamam böceklerinin sayıca az oldukları konusunda yanılıyor olamazdı, elinde yeteri kadar rapor vardı ve uzun süre gözlem yaptırmıştı. Kendilerini göstermeye dahi korkuyordu bu böcekler. Oysa sayıca fazla olsalar bir karıncadan kat kat büyük ve yırtıcı hayvanlardı, tereddüt bile etmeden savaşa girer ve galip gelirlerdi.
Albay Aru bu fikrine sıkıca sarılıp bir sabah kolonide olan bütün savaşçı karıncaları evin duvarlarından dışarıya çıkarttı. Otuz bin kişilik büyük bir ordu korkak adımlarla ilerliyordu. Uzunca bir koridorda düzen aldılar ve beklemeye koyuldular. Çok geçmeden tavanın iki yanından hızla aşağıya doğru inen hamam böceği sürüsünü gördüler. Bu antik çağlardan kalma iğrenç türle hiç savaşmamıştı koloni daha önce. Askerlerin büyük bir çoğunluğunun hiç savaş tecrübesi yoktu. Fakat Albay Aru haklıydı, bu çok büyük bir hamam böceği sürüsü değildi. Kuşatmanın farkına varmışlar ve öylece izlemeyeceklerini belli etmişlerdi, savaş kaçınılmazdı. Hamam böcekleri yuvalarını ve hayatlarını koruma pahasına otuz bin karıncaya karşı acımasızca hücuma geçtiler. Savaş tahmin edilenden uzun sürdü ve Albay Aru savaşı kaybetti. Yirmi beş bin savaşçı karıncayı savaş alanında bırakmak zorunda kaldı. Yarısı ölmüş, yarısı hala hayatta ama savaşamayacak derecede yaralıydı.
Duvarlara geri çekilen beş bin savaşçı karınca arasında bitmek bilmeyen bir tartışma vardı. Herkes birbirine bağırıyordu, o kadar askeri neden arkada bıraktıklarını, savaş alanını neden terk ettiklerini anlayamıyorlardı. Albay Aru ne düşünmüştü, belki biraz daha savaşmaya devam etseler olaylar değişecek ve kazanmaya başlayacaklardı. Albay Aru koloniyi tehlikeye atmak istemediğini ve bunun bir savaş stratejisi olduğunu anlattı bütün karıncalara. Bir haftalığına geri çekileceklerdi ve yorgun hamam böceklerinin dinlenmelerine fırsat vermeden kolonide ne kadar savaşabilecek karınca varsa hepsiyle birlikte son bir taarruz yapacaktı. Savaş meydanında kalan yaşayan ve yaralı karıncalar, hamam böcekleri tarafından esir tutuluyorlardı. Hamam böcekleri cesetleri yuvalarına taşıyor, zafer sarhoşluğu içinde şarkılar söyleyip harp alanında geziyorlardı.
Albay Aru bir hafta hiç uyumadan plan yaptı. Yirmi bin asker toplayabildi; beş bin savaşçı, on beş bin işçi sınıfı karınca. Yeter diye düşünüyordu, hamam böceklerini gafil avlayacaktı. Her bir ince ayrıntıyı düşündü Albay Aru, bu sefer kazanacaktı. 23 büyük savaşta orduya komuta etmiş ve hepsini kaybetmişti ama bu savaşı kazanacaktı, bunu iliklerine kadar hissediyordu.
Güneşin doğmasından birkaç saat sonrasını seçti savaşmak için, havanın rutubeti çok fazlaydı. Savaşa gitmeden önce Kraliçe’nin son kez yanına uğrayıp ona bir ömür hizmet etmekten onur duyduğunu ve bu savaşı onun için kazanacağını söyledi. Son savaşı olacaktı bu, kazanıp daha sonrasında emekliye ayrılacaktı ve yeni askerler yetiştirmek için öğretmenlik yapacaktı. Ordunun arkasında dururken kendinden emindi.
“Saldırın!” emrini verdikten sonra bütün askerlerle birlikte kendisi de koşmaya başladı. Tahmin ettiği gibi hamam böceklerini gafil avlamışlardı, zafer sarhoşluğu içerisinde hayatta kalan yaralı karıncalara işkence etmekle meşgullerdi. Albay Aru o kadar hızlandı, o kadar hızlandı ki ordunun en arkasından bir anda en önüne gelmişti, son sürat koşuyordu ve ilk düşmanla çarpışan da o oldu. Bir hamam böceğinin altından girip onu omuzlarının üzerinden geriye doğru takla attırarak ters çevirdi, diğer karıncalar aniden ve vahşice ters dönmüş hamam böceğinin zayıf yeri olan eklemlerinin çıkış noktalarını parçalamaya koyuldular. Savaş sert ve çetin başladı. Hamam böcekleri neye uğradıklarını şaşırdılar, yaralı olan karıncalar arkadaşlarını görünce bir anda cana geldiler ve kalkıp yaralı halde savaşmaya başladılar. Her şey Albay Aru’nun istediği gibi ilerlerken aniden büyük bir gürültü patladı ve ev sarsılmaya başladı. İlk başta iki taraf da aldırmadı ve savaşmaya devam etti. Gürültü kendini tekrarladı ve sarsıntı bu sefer çok daha şiddetli bir şekilde geldi. Bu sefer savaş durmuştu, neye uğradığını şaşıran hayvanlar şaşkın bir şekilde etraflarına bakınmaya başladılar. İki taraf birden tarif edilemeyecek bir paniğe büründü. Bir gürültü daha koptu ve bu sefer şiddetli sarsıntının ardından büyük bir parça duvar savaş alanının bir bölümüne düştü. Hamam böceklerinin ve karıncaların yarısı duvarın altında kalarak o an öldüler. Evin içine aniden dolan güneş yüzünden Albay Aru tam olarak ne olduğunu ilk an göremedi. Duvarlar hızla yıkılmaya devam ediyordu ve tahammül edilemeyecek bir gürültü vardı. Albay Aru o an ne olduğunu anladı; insan icadı dev tekerlekli bir makine duvarları yıkıyordu. Dev canavar bir darbe daha indirdi ve büyük bir yıkıntı Albay Aru’nun olduğu bölüme indi. Bütün vücudu molozların altında kalan Albay son nefesini verdiğinin farkına vardı. Kraliçe’yi düşündü, tek zaferini kazandırmak üzereydi fakat insanoğlu izin vermemişti. Bilge karıncanın sözünü hatırlayıp diğer bütün hayvanlar gibi yıkılan evin altında kalıp öldü. Son savaşını kaybetmişti.





Yorum bırakın