
Erkin Tolga Sayilkan
(Bir Jack Thorne Gizemi)
***
“Hey Jack!” diye seslendi, barın arkasından orta yaşlı ve kırçıl saçlı adam. Jack, barmen dostunu şapkası başında olduğu halde basit ve anlaşılır bir kafa hareketiyle selamladı.
Bara yanaşıp her zamanki taburesine oturduğunda hangi yaşta olduğundan emin değildi. Bu soru neden aklına geldi, onu da çözememişti. Barmene ne istediğini sormasına gerek yoktu: “Al bakalım Jack, seni çakal herif! Ne zamandır görünmüyordun, nerelerdesin?”
Cevap verecek gibi olmuştu Jack ama barmen hızlı davranıp diğer dostlarına Jack’ten bahsetmeye başladı. “Bu herifin işi çoğunuzun kanını dondurabilir; kan, ölüm hatta bazen ölüm ötesi..” Barmen ciddi cümleler kursa da yüzünden ciddiyetsiz bir ifade akıyordu. Jack aldırış etmedi.
“Eee, anlat bakalım sevgili dostum, bu sefer ne kovalıyordun?”
Jack anlatmaya koyuldu.
Jack’in Hezeyanları 1: Gölge Kapısı
Bir Kasım gecesiydi. Ya da… Kasım mıydı, emin değilim. Bu şehirde mevsimlerin önemi kalmıyor bir noktadan sonra. Yağmur yine kudurmuştu — sanki gök delinmişti de bütün şehir bu lanetten payına düşeni alıyordu.
Gaz lambalarının puslu ışığında yorgun sokaklar silikleşmişti. İnsan sesi yoktu, umut yoktu. Sadece yağmurun insana acı veren düzenli düşüşü… Ama zihnim sessiz kalmazdı hiçbir zaman. Hele o gece…
Büromda oturuyordum. Radyonun cızırtılı caz melodisi sarhoş gibi sürünüyordu havada. Duvardaki saate göz attım: 00.47. Çoktan gitmem gerekirdi ama eve dönmek… Ev, artık sadece duvarlardan ibaret değildi. Eski bir hayalet gibiydi — sessiz, soğuk ve dokunduğunda bile uzak. Ofiste en azından kendimi oyalayabileceğim işlerim vardı, en azından içki vardı. Ve anıları boğmak için bir yer gerekiyordu. Ev ise eski, kötü anıları canlandırıyordu. Korkutan, ürküten cinsten de değil; insanın yüreğini burkan ve sürekli vahlandıran cinsten…
O sırada kapı gıcırdayarak açıldı. İçeri siyah elbiseli bir kadın girdi, dışarıdaki yağmura rağmen elinde şemsiye yoktu. Sırılsıklamdı. Saçları yüzüne yapışmış, gözleri… o gözler… rüya ile kâbus arasında sıkışmış gibiydi. Öyle bir bakış ki, insanı hem içine çeker hem kendinden uzaklaştırır.
“Bay Thorne…” dedi, sesi çatlak ama ölçülüydü. “Kardeşim Edward kayboldu. Üç gün önce Eski Rookery Caddesi’ndeki bir eve araştırma için gitti ve… geri dönmedi. Arayıp bulamayınca polise başvurdum ancak polis bile oraya girmeye cesaret edemedi.”
Rookery Caddesi… ismini duyar duymaz midem burkuldu. Arkham’ın unutturulmaya çalışılan köşesi. Haritalarda vardır ama yön tariflerinde geçmez. Çünkü kimse oraya gitmek istemez. Bu sebeple de kimse orayı tarif etmek zorunda kalmaz. Tarif değil de tarih edilen bir yer.
Zamanın düzgün akmadığı yerlerden biri.
Kadın çantasından bir dosya uzattı. İçinde birkaç sararmış not, titrek bir elin çizdiği soluk bir eskiz ve tek bir kelime vardı.
“Y’ha-nthlei.”
O kelime… içimi buz gibi etti. On yıl önce, mezarlığın altında çözdüğüm bir davada bu sözcük duvara oyulmuştu. Üç kişi kaybolmuştu o vakada, biri bulunmuştu ama… aklî melekeleri tamamen yitmişti.
O gece, o kadının sesi, yağmurun ritmi ve bu lanetli kelime… hepsi bir araya geldi.
Ve ben bir kez daha o karanlık boşluğa adım atmaya karar verdim.
***
“Jack, dostum. Sormayayım diyorum da yine de soracağım. Gözleri rüya ile kâbus arasında nasıl sıkışıyor? Ne demek bu?” Barmenin anlatılan hikâyeyi çok ciddiye almadığı anlaşılıyordu, sorusuna gülerek cevap verdi Jack.
Hikâye ilgi çekmiş olacak ki bardaki birkaç müdavim daha yanına doğru yanaşmıştı. Biri söze girdi: “Rookery caddesini komple yıktılar. Galiba yeni bir gökdelen yapılacak.” Barmen söze girdi: “Evet, Umbra Sanctum şirketi. Caddeyi sağlı sollu komple satın almış. Belediyeyle anlaşmışlar. Zaten sokakta kalan yoktu. Tamamen terk edilmiş.” Bir diğeri başka bir şeye takılmıştı: “Kadın, kadını tarif etmedin Jack. Nasıldı, güzel miydi?” diye sordu. Bir başkası da “Gözleri rüya ile kâbus arasında sıkışmış” dedi. “Eee, ne demek bu?” diye sordu ilki. “Ne bileyim ben?” diye cevap verdi ikinci adam. Üçüncü bir adam da notta yazan kelimeye takılmıştı: “Anlamı nedir onun?” Telaffuz etmeye çalışıp da edemeyince “onun” deyip geçiştirmişti.
Barmen adamlara ve Jack’e bakıp “Neyse, sen bunlara aldırma dostum; devam et.” dedi. Jack bu isteği kıramadı.
Jack’in Hezeyanları 2: Rookery’deki Ev
Ertesi gece Rookery’ye gittim. Yağmur dinmişti ama sis şehri bir kefen gibi örtüyordu. Caddenin sonuna vardığımda, sisin içinde karanlık bir şekil belirdi: Camları siyah boya ile kapatılmış, zamanla eğrilmiş bir ev.
Merdivenleri çıkarken her adımda tahtalar inledi — ev bana kendi acısını fısıldıyor gibiydi. Kapıyı zorlamama gerek kalmadı. Kendiliğinden açıldı.
İçeri adım attığımda ağır bir rutubet ve çürümüş yosun kokusu karşıladı beni. Duvarlar… duvarlar canlıymış gibi görünüyordu. Ama bu doğanın işi değildi. Doğal bir çürüme değildi bu. Daha eski, daha bilinmeyen bir şeyin izi vardı burada.
Girişte, yerde bir cihaz gözüme çarptı. Eğilip bakınca bunun yeni modellerden bir ses kayıt cihazı olduğunu anladım. Tuhaf bir şekilde sağlam duruyordu. Düğmesine bastım. Cızırtıdan sonra tiz, neredeyse insana ait olmayan bir ses yankılandı:
“O kapıyı açtık… O, bize baktı…”
Sesin ardından ev biraz daha sessizleşti. Bu kez sessizlik, bir şeyin nefesini tutması gibiydi.
Salona geçtiğimde ortada bir defter buldum — Edward’ın defteri. Derin, titrek el yazısıyla doluydu. Sayfaları çevirdim. Sonuncusu aceleyle karalanmıştı, sanki el titrerken yazılmış:
“Aşağıda su var. Ama deniz değil. Derinlik değil. Başka bir yer. Ruhlar karışıyor. O göz… göz değil.”
Yutkundum.
İçimde bir his vardı — bu ev, sadece bir yapı değildi.
Bir sınırdı.
Ve ben, o sınırın çok yakınına gelmiştim.
***
Jack, viskisinden bir yudum aldı. Ağzı anlattıklarının ürkütücülüğünden midir yoksa çok konuştuğu için mi bilinmez, kurumuştu. Çevresini saran bar müdavimleri ve yüzü hafiften ciddileşen barmenin bakışlarını görünce bir soru gelmeyeceğini düşündü. Bir yudum daha aldıktan sonra hızlıca yine çevresine göz atıp emin olduktan sonra “Devam edeyim mi?” diye mırıldandı. Müdavimlerden birisi “Et, et, durma” dedi. Diğerleri de onaylar gibi mırıldandı.
Bu sırada barmen hepsinin içkisini tazeledi.
Jack onları kırmadı.
Jack’in Hezeyanları 3: Alt Katın Altı
Defteri cebime koydum. Parmak uçlarım titriyordu. Ya soğuktandı ya da kelimelerin bıraktığı yankıdan.
“Aşağıda su var…”
İnsan böyle bir cümleyi okuduktan sonra artık aynı gözle bakamıyor yerçekimine. Zemin, birden yukarıdan değil, içeriden çekiyor insanı.
Salondan çıkan kapılar karanlığa açılıyordu. El fenerimi yaktım, ışığın huzmesi tozla boğuştu. Merdivenleri buldum sonunda. Evin altına inen, taşla örülmüş, dar bir geçit.
Her adımda hava biraz daha ağırlaştı. Küf değil bu. Nem değil.
Hatıraların çürüdüğü bir şeydi.
Basamaklar bittiğinde, karşıma paslı bir demir kapı çıktı. Kapının yüzeyine kazınmış semboller vardı — spiral, göz, deniz yıldızını andıran şekiller. Bazıları tanıdık… bazılarıysa sadece rüyada hissedilir, uyanınca unutulur türdendi.
Kapıyı ittim.
Açıldı.
Ve aşağıda gerçekten su vardı.
Ama bu bir mahzen suyu değildi. Okyanus gibi geniş, ama dalgasız. Yeraltında değil, dünyanın altında gibiydi. Tavandan aşağıya doğru inen yosunlu duvarlar, yansımasını bozacak kadar bile kıpırdamayan bir su yüzeyi ve ortada… yükselen bir taş platform.
Platformun üzerinde Edward’ın ceketi duruyordu. Ve… bir iz. Ayakkabı değil. Pençe değil.
Sadece… iz.
Feneri suya tuttum.
Ve o an, karanlığın içinden bir şeyin beni izlediğini hissettim. Göz değil ama bakıyor. Bir bilinç gibi. Bir varlık değil de kötü bir fikrin kendisi gibi.
Suyun yüzeyinde bir oynama olmadı. Ama ben içimden bir parçanın o suya düştüğünü hissettim.
Edward bir şey açmıştı. Ben şimdi o şeyin eşiğindeydim. Gözlerim sudan ayrılmıyordu.
Ardımdan gelen sesle irkildim ve kendime geldim. Elimi – eski alışkanlık – belime atıp tabancamı kavradım.
Karanlıktan Edward çıkıp geldi – ya da bir zamanlar Edward olan bir şey diyelim. Zira cildi normal bir insan teni değil balık pulu gibi parlıyordu. Gözleri de cansızdı, bir parıltı taşımıyordu.
“Thorne… geri dönemezsin artık. Derinlerde bizden daha eski olanlar uyanıyor… Onlar çağırıyor…”
Bir anda kuyunun içinden titrek bir ışık yükseldi. Işık değil, sanki bir şekildi, göze de benzetilebilir ancak tam olarak tarif edemiyorum.
Işık hem benim hem de onun dikkatini çektiğinden yapılacak en iyi şeyi yapmak istedim: Tabanları yağlamak.
***
Barmen bir yandan içkileri tazelerken, bir yandan da Jack’e – bu sefer ciddi – bir bakış attı. Bu tarz hikâyeleri çok duymuştu ancak her defasında ürküyordu. Yine de bir işi vardı ve onu da hızlıca yapıp dinlemek üzere Jack’e doğru yaklaşıyordu.
Dinleyenler gözlerini Jack’in üzerinden alamıyordu. Jack devam etti: “Burada, sizlerle içmeye devam ettiğime göre anlamışsınızdır ki sonunda kaçıyorum.” Dinleyenler biraz rahatlamış gibiydi. Sanki Jack’in sonunda öleceğini falan sanmışlardı.
Jack devam etti.
Jack’in Hezeyanları 4 – Topuklama
Adımlarım geri çekildi, fenerim titredi. Yarı koşar adım merdivenleri tırmanırken nefesim hızlandı. Evin nefesi de değişmişti sanki. Duvarlar, yaşlı bir ciğer gibi inip kalkıyordu.
Kapıya vardım ama artık orada bir kapı yoktu sanki. Yani, aynı yerde duruyordu ama… başka bir şey olmuştu.
Kapatılmış bir mezar gibiydi.
Kapıyı açtım, dışarı çıktım ve o an sokağın farkına vardım: Rookery artık Rookery değildi.
Sis dağılmamıştı, sadece kalınlaşmıştı. Gaz lambaları yanmıyor, evler duvarsız silüetler gibi titriyordu. Yağmur tekrar başlamıştı — ama yukarıdan inmiyordu. Sanki sokakların altından sızıyordu yukarıya, tersine akıyormuş gibi.
Birden kulaklarım uğuldadı. Sadece bir ses değil, bir frekans.
Rookery uyandı.
Adımlarımı hızlandırdım, ama adımlarım bana ait değildi artık. Ayaklarım bir bataklıkta yürür gibiydi.
Köşeyi döndüğümde eski saat kulesini gördüm. Akrep ve yelkovan ters dönüyordu.
Şehir sarsılıyor gibiydi.
Sonra iş makinalarını gördüm. Caddenin başından itibaren binalara girişen canavarlar gibiydiler.
Kalabalığa doğru seğirttim.
***
Bardakilerden biri elindeki gazeteyi tutarak yıkım haberini gösterdi.
Rookery’de Yıkım.
Şehir yönetimiyle anlaşan Umbra Sanctum caddeyi tamamen elden geçirecek. Bu caddede yeni bir yaşam merkezi kurulacak. Yapılacak projenin bölge istihdamı ve ekonomisine de destek olması bekleniyor.
Jack, “Umarım o evin dibindeki suyu da kurutmayı başarırlar. Ama pek ümidim yok” diye mırıldandı.
Barmen herkesin içkisini bir kez daha tazelerken müdavimlerden biri atıldı: “Kardeşim o projede çalışıyor ama zeminin sağlam olduğunu, sulak olmadığını söylemişti.” Diğer müdavimler hikâyenin büyüsünü bozan bu cümleyi gülerek karşıladılar. Tüm o mistik hava dağılmıştı. “Biz de dinledik böyle uzun uzun.” diye söylendi birisi. Anlaşılan, biraz önceki o inanç havası dağılmış, artık yerini şüpheye bırakmıştı.
Jack, kadehteki son yudumu da alarak barmene ücreti uzattı. Barmen almadı: “Sayende üç şişe tükettim. Bu sefer içkilerin benden.” Jack, yüzüne çok da yaymadığı türden bir tebessümle, başıyla selam verip taburesinden doğruldu.
Sahi, tabureye oturduğunda kaç yaşındaydı?
Jack’in Hezeyanları 5 – Sonuç
Sabaha karşı Thorne’un bürosunun lambası tekrar yandı. Elinde Edward’ın defteri vardı. Yüzü solgundu, sesi titriyordu ama aklı yerindeydi… şimdilik.
Dosyaya yeni bir not düştü: “Kayıp değil, seçilmiş. Rookery’de zaman yok. Gerçi artık mekân da yok. Artık orası kodamanların derdi.”
Pencereden dışarı baktı. Yağmur yine sokakları yıkıyordu.
Düşünmeyi bırakıp bir kadeh doldurdu.





Yorum bırakın