Bir Jack Thorne Gizemi

Erkin Tolga Sayılkan
Şehrin simasından gölgeler damlıyordu. Damlalar; harap apartmanların arasında kayıyor, paslı sokak lambalarının etrafında canlı bir şey gibi kıvrılıyordu. Yağmurun çiselemesi tembel bir halde düşüyor, çatlak kaldırımları mürekkep lekesi birikintileriyle lekeliyordu. Uzaklarda bir yerde, bir caz melodisi yalnız bir ağıt yakıyordu.
Jack Thorne, iki parmak kalmış viskisini yudumlayıp titreyen parmaklarıyla bir sigara yaktı. Özel dedektif olarak geçirdiği yıllarda çok şey görmüştü: Cinayet, ihanet, bir insanı hayattan soğutacak tonla mevzu… Masanın üzerinde duran zarf da böyle bir tecrübenin acı habercisiydi.
Mektup o sabah gelmişti. Kalın, sararmış bir parşömen zarfın içinde; ofis kapısının altından kaydırılmıştı. İsim yoktu, dönüş adresi yoktu. Sadece sudaki yağ gibi parıldayan mürekkeple yazılmış tek bir cümle:
Onlardan önce hançeri bul.
İkinci bir kâğıt parçası eklenmişti. Eski liman bölgesindeki bir adres eğer akılları varsa şehir sakinlerinin geceleri varlığını dahi unuttuğu, Allah’ın cezası bir yer. Altındaki isim de mesaj kadar ilgi çekiciydi:
Dr. Alistair Crowe.
Thorne, adamın hakkında dedikodular işitmişti. Yasakların bilgini, aklı başında insanların kaçındığı bir deli filozof… Bazıları onun yıllar önce kaybolduğunu, anlamaya çalıştığı şeyler yüzünden uçuruma sürüklendiğini söylüyordu. Diğerleri ise onun hala yaşadığını, kendi saplantılarının kalıntıları arasında gömülü olduğunu iddia ediyordu.
Her iki durumda da Jack’i ilgilendiren tek şey, cebindeki sigara paketini ve şişesindeki viskiyi tazeleyecek mangırları saymaktı. Soru sormak için para almıyordu.
***
Adrese gece yarısından hemen sonra vardı. Ev, çıkmaz bir sokağın sonunda, saldırmayı bekleyen bir canavar gibi çömelmiş, siyah taştan bir monolitti. Kapı aralıktı.
İçeride, hava eski kitapların ve başka bir şeyin kokusuyla yoğundu: bakırımsı, mide bulandıran bir şey. Silahını çekmiş bir şekilde evin derinliklerine doğru ilerlerken ayak sesleri yankılandı.
Ve sonra onu gördü.
Dr. Crowe bir masanın üzerine yayılmış bir şekilde yatıyordu, vücudu doğal olmayan bir pozisyonda bükülmüştü. Ağzı sessiz bir çığlıkla donmuştu, parmakları sanki bir şeyi görmemeye çalışıyormuş gibi kendi gözlerini tırmalıyordu. Göğsünden bir hançer çıkıyordu, bıçağı loş ışıkta bükülen sembollerle oyulmuştu.
Jack güçlükle yutkundu. Bu sadece bir cinayet değildi. Bu bir mesajdı.
Arkasından bir ses hışırdadı. Tam zamanında dönüp bir hareket gördü; değişen ve doğal olmayan bir şekil, kapıdan kayıyordu.
Ve sonra ışıklar söndü.
Sudan konuşan bir şey gibi kalın ve ıslak bir ses karanlığın içinden kaydı:
Hançer sana ait değil, dedektif.
Jack silahını daha sıkı kavradı ama içten içe kurşunların onu kurtaramayacağını biliyordu.
Çünkü odadaki her neyse insan değildi.
Ve yalnız değildi.
***
Jack’in nefesi yavaş ve sığdı, etrafını saran karanlıkla birlikte zihni yarışıyordu. Kör bir şekilde hareket etmemesi gerektiğini biliyordu. Odadaki her neyse onu görebiliyordu ama o varlığı göremiyordu. Bu onu çok büyük bir dezavantaja sokuyordu.
Dinledi.
Pıt. Pıt. Pıt.
Su sesi. Ama nereden? Hava şimdi nemli kokuyordu, fırtınadan sonraki toprak gibi ve başka bir şey tuzlu su. Tuz ve çürüme, derinliklerden çıkarılan bir şeyin kokusu:
Hançer sana ait değil, dedektif.
Ses artık arkasındaydı ama tek bir ayak sesi bile duymamıştı. Daha yakındı.
Jack içgüdülerine göre hareket etti. İleri atıldı, parmak uçlarının altında masanın kenarını hissetti. Tek bir hızlı hareketle hançeri Crowe’un göğsünden çekti.
Bıçak cesetten ayrıldığı anda oda titredi.
Karanlık hareket etti.
Jack sendeleyerek geriye doğru gitti, silahını kaldırdı ancak etrafındaki karanlık artık sadece bir ışık yokluğu değildi. Kıvrandı, canlı bir şey gibi hareket ediyordu. Gölgenin kıvrımları ona doğru uzandı, zihninin kavrayamadığı dillerde sırlar fısıldıyordu.
Sonra, ilk kez onu gördü.
Yarı oluşmuş bir şekil, kurallar ve yer çekimi dünyasında var olmaması gereken bir şey. Çok fazla uzvu vardı ve hiç yoktu, vücudu imkânsız açılarla kendi içine katlanıyordu. Yüzü -eğer buna bir yüz yakıştırması yapılabilirse- yalnızca geniş, açık bir ağızdı, kenarları minik, kıvranan uzantılarla kaplıydı.
Jack hançeri kaldırdı.
Yaratık tereddüt etti.
Bıçaktaki semboller titreşti, canlı bir şey gibi hareket etti ve o anda Jack anladı. Bu sadece bir ritüel bıçağı değildi. Bir anahtardı. Bir silahtı. Bir mühürdü.
Fısıltılar daha da yüksek sesle duyuldu, şimdi daha da seri yankılanıyordu. Yaratık geri çekildi, karanlık geri çekiliyordu.
Jack, daha sonra ne olacağını görmek için beklemedi. Döndü ve koştu.
Dışarıda, yağmur sağanağa dönüşmüştü. Hançer elinde olduğu halde sokağa sendeleyerek girdi. Arkasındaki ev, büyük bir ağırlıktan kurtulmuş gibi iç çekti. Ve sonra, tıpkı bunun gibi, ön kapı çarparak kapandı.
Jack orada; soluk soluğa, kemiklerine kadar ıslanmış bir şekilde duruyordu. Zihni bir açıklama için çığlık atıyordu ama hiçbiri gelmedi. Sahip olduğu tek şey hançerdi ve bir isimdi:
Dr. Alistair Crowe.
Ve yine de bıçağa bakarken Crowe’un ona o mektubu gönderen kişi olmadığı mide bulandırıcı hissine kapıldı.
Başka biri bunu harekete geçirmişti.
Ve onlar hala izliyorlardı.
Ancak bu gecelik sadece izlemekle yetineceklerdi.





Yorum bırakın