
Sude Akdoğan
Çok çok eski zamanların birinde yaşamış küçük bir kız varmış. Gayet tatlı, minyon bir suratı, açık kahve gözleri ve doğal kavuniçi renginde saçları varmış. Kızın boyu posu, endamı çevredeki insanların her gün sohbet konusu olurmuş. Mesela şöyle derlermiş “Kız gerçekten de çok güzel, keşke bizim kızlarımız da bu kadar güzel olsalardı.”
Kız o zamanlar ilkokula gidermiş ve arkadaşları dahi ona çok güzel olduğunu her fırsatta dile getirirmiş. Ancak her güzelin bir kusuru varmış ve bu kızın da kimsenin bilmediği, sadece onu telaşlandıran bir kusuru belki de büyük bir sorun denebilecek bir sıkıntısı varmış.
Pazartesi, salı, çarşamba, perşembe ve cuma.
Sorun, sorun, sorun, sorun ve sorun.
Cumartesi ve pazar
Büyük bomba sorunlar
Çünkü hep de eve ödev var.
Kız derslerinden zerre bir şey anlamazmış.
Matematikte bir, iki, üç diye sayılar varmış ama onları ya birbirine karıştırır ya da aynadan bakarmış gibi yazarmış.
Türkçe diye bir dersleri varmış. Hikâye okuyabilen çocuklara, sınıf arkadaşlarına, hikayelerin güzelliğine hayran kalırmış ama harfler hep kargacık burgacıkmış, kız bir kelime dahi okuyamazmış.
Okuldan çıktığı saatlermiş, yolda yürüyormuş ve bütün bu hayran kaldığı şeyleri yapamamak onu üzdüğünden ağlayıp durmuş, yüzü ve gözleri kıpkırmızı olmuş, hıçkıra hıçkıra ağlamaktan sesi kısılmış, konuşamaz olmuş. İçinden de düşünmüş durmuş “Keşke bu kadar güzel olmasaydım, keşke çok zeki ve yetenekli olsaydım.”
Bastığı topraktan eciş bücüş bir yaratık çıkmış ve tam o anda kızı ayağından tuttuğu gibi yerin en altına götürmüş.
-Sen zeki olmak istiyorsun öyle mi?
-Ve yetenekli, diye düzeltmiş küçük güzel kız.
-Ve yetenekli tabii, diye eklemiş eciş bücüş çirkin yaratık.
Kıza çıkarıp bir gözlük vermiş ve harfleri hala karmakarışık görüp görmediğini sormuş.
Kız mutlu olmuş çünkü hem dünya hem de harfler daha renkli ve netmiş.
“Karşılığında güzelliğini kendime isterim!” demiş eciş bücüş yaratık. Kız kabul etmiş çünkü artık çok zeki ve yetenekliymiş. En azından kız, gözlüğü takınca öyle hissetmiş.
“Aman!..” demiş. “Güzellik bir işe yarasaydı kitap okumamı sağlardı. Güzelliklerin tümü senin olsun, anlaştığımız gibi.” demiş.
Eciş bücüş yaratık kahkaha atmış ve bir sünger gibi tüm o güzel görüntüyü yutmuş. Aynı kız gibi olmuş ve ona seslenmiş “Bana bak seni ucube!” Eciş bücüş yaratığa bakan kızın nutku tutulmuş ve mutlu olmuş çünkü artık yaratık çok güzelmiş. Yaratık, kızın yürüyüp gitmeye çalıştığını görüp durdurmaya çalışmış ama onun tüm o çirkinliğini görünce dili tutulmuş; gitmesine izin vermiş.
Eskiden eciş bücüş yaratık dediğimiz, şimdilerde güzelliğinden ağzımızın beş karış açılıp da bakakaldığımız o güzel görünümlüler şehrin en güzel mecralarında dolaşıyor, çokça beğeni topluyor. Ancak beraberlerinde her güzel anın özünü içiyor, güzel denebilecek her şeyi teker teker kurutuyor. Ve bir gözlüğe tüm o güzellikten vazgeçen zavallı kız, elini attığı her yeri güzelleştirse de toplumda çirkinliği nedeniyle kabul görmüyor. Kendini bugün sevse yarın kalabalığa çıktığı için nefret ediyor. İşte bazen beğenilmeyen yüzlerin güzel işleri ve akıllıca eylemleri, çokça beğendiklerimizin de akılsızca hareketleri ve düşünülmemiş işleri olabiliyor.
Algı yani…
Algı denilen tüm o şeylerin bir derecesi olmasını bekleyemeyiz çünkü gönülden gönüle, zekadan zekaya değişir neyi sevip sevmediğimiz; o yüzden özneldir de. İş bu ya, o kız da kendini aklıyla sevmeyi tercih etti. Ve eciş bücüş yaratık aklına değil görüntüsüne önem verdi, kurnazlığı akıllı olmak sandı sonuç olarak çokça yanıldı.





Yorum bırakın