
Erkin Tolga Sayılkan
Jack Thorne; sigarasını ağır bir el hareketiyle yaktı ve eskimiş, gıcırdayan ofis koltuğuna yaslanarak oturdu. Odada ağır ağır yükselen sigara dumanı, gri bir sis perdesi gibi her köşeyi kaplıyor, gözlerinin önünde dalgalanarak dışarıdaki bulanık manzaraya karışıyordu. Camlara vuran yağmur damlaları, dışarıdaki bozuk neon tabelanın titreşen ışıklarıyla birleşerek kulakları tırmalayan bir uğultu yaratıyordu. Sigarasının üzerine dökülmek üzere olan küllerini son anda fark edip ceketini kurtardı.
Masasının köşesinde duran, içine su doldurduğu ve artık küllüğe dönüştürdüğü bardağa külleri silkeleyerek derin bir nefes aldı. Bu doğaçlama küllüğün yanında haftalardır biriken ödenmemiş faturalar diziliydi ve her biri, ona evinde rahat bir gün geçiremeyeceğini hatırlatan sessiz bir uyarı niteliğindeydi. Son birkaç haftadır kapısını çalan tek şey faturalar olmuştu, müşteriler değil. Faturalar, odasındaki mantar panoda yan yana diziliydi. Ortalarında da Serpent’s Moor hatırası bir not…
Göğsünde artan ağırlık, bu dünyadan olmayan bir basınçla üzerine oturmuş gibiydi. Ağırlık hissini bastırmak için sandalyesinde hafifçe ileri geri sallandı. Sonra da paketinde birbirini kovalayan iki sigara dalından birini eline alıp pirinç Zippo’suyla yaktı.
Derin bir nefes… Sonrasında da odaya doğru dumanı üfleyen Jack, odadaki duman tabakasının ardından kapının arkasında birinin silueti olduğunu fark etti. Kapı gıcırdayarak açıldı ve içeri biri adım attı. Jack gözlerini hafifçe kısarak gelen kişiyi incelemeye koyuldu.

Gelen kişi bir kadındı. Zarafeti, eski zamanların kadınları gibi gizem ve ihtişam doluydu; sanki yılların modası geçmiş ama hâlâ etkileyici bir şıklıkla süslenmiş gibiydi. Duruşundaki incelik ve üzerindeki kıyafetlerin seçimi, görmüş geçirmiş biri olduğunu dumanların ardından Jack’in yüzüne üflüyor gibiydi. Tüm bu ihtişama rağmen gözlerinden yaşadığı hayatın izleri akıyordu –keskin, dikkatli ve derinlerde bir yerde gizlemeye çalıştığı korkunun gölgeleriyle bulutluydu-. “Herhâlde en sevdiğim duygu değil.” diye bir düşünce aktı zihninden.
Sigarasından derin bir nefes çekerek kadını süzdü. Kadının dudakları hafifçe titriyor ancak içeri adım attığında kararlılıkla başını dik tutuyordu. Islanan omuzlarından damlayan birkaç su damlası, odanın loş ışığında parlıyordu. Üzerindeki zarif ama biraz eskimiş trençkot, onun uzun bir süredir yolda olduğunu ya da bu buluşma için uzun uzun düşündüğünü gösteriyordu.
İlk bakışta Jack onun sıradan bir müşteri olmadığını anladı, anlatacak bir hikâyesi olduğu ortadaydı. Muhtemelen karanlık ve çıkmaz sokaklarla dolu bir labirent, diye düşündü Jack.
“Bay Thorne, değil mi?” diye başladı kadın, sesi titrek ama kararlıydı. Jack’in olumlayan kafa hareketinin ardından ince, zarif parmaklarıyla titreyen bir hareketle çantasından buruşmuş bir fotoğraf çıkarıp masaya koydu. Fotoğrafın köşeleri yıpranmıştı, muhtemeldir ki ya eski bir fotoğraftı ya da büyük zorluklarla saklanıp buraya kadar gelmişti.
Jack gözlerini fotoğrafa indirdiğinde kadının derin bir nefes aldığını fark etti.
“Kocam…” diye başladı kadın, kısa süreli olmayan bir duraksamanın ardından oturmaya kalktı. “…öldü.” Arkasındaki koltuğa yığılırcasına oturdu, aklına takılan bazı kelimeleri bir araya getirip birleştirerek birkaç cümle kuracak gibi düşünceliydi.
“Öldürüldü.”
Sesi çatallı ama içinde bastırılmış bir öfkenin izlerini taşıyordu. Gözleri, Jack’in umursamazlığın taştan bir ifadesi gibi duran yüzünde bir cevap arıyor gibiydi; bir umut, belki bir teselli… Jack ise bu tür vakaları çokça görmüş biriydi, yılların ona verdiği alışkanlığın etkisi ile ifadesizce karşısında duruyordu.
Kadının gözleri, bir an masanın üzerindeki sigara külüne ve su dolu bardağa takıldı. Derin bir iç çekerek gözlerini kaçırdı ve ellerini sıkıca kavuşturdu. Sonra çantasına uzanıp bir tabaka içinden sigara ve ağızlık çıkardı. Jack uzanarak pirinç Zippo’suyla sigarasını yaktı. Yağmur dışarıda hızlanırken odanın içindeki sessizlik gitgide ağırlaşıyordu. Jack, fotoğrafa bir kez daha bakıp kadının gözlerindeki umutsuzluğa karşı koymaya çalıştı. Sonrasında ayağa kalkıp kristal küllüğü kadının koltuğunun yanındaki küçük sehpaya koydu.
“Pardon, kendimi tanıtmayı unuttum.” dedi kadın, tüm hüznüne rağmen kendini toparlamaya çalışan bir tavırla doğruldu. “Ben, Evelyn Darrow.”
“Benden ne yapmamı istiyorsunuz, Bayan Darrow?” diye sordu, sigarasının külünü silkeleyerek. Sesindeki yorgun ton, Evelyn’in durumunun sandığından daha karmaşık olabileceğini ima ediyordu.
Jack, masanın üzerindeki fotoğrafa göz gezdirdi. Solmuş siyah beyaz karede, antika bir aynaya yaslanmış bir adam duruyordu. Üzerindeki terzi işi takım elbise, kusursuz bir işçiliğin ürünüydü; yakası mükemmel bir keskinlikte duruyor, kol düğmeleri hafif bir ışıkla parlıyordu. Saçları büyük bir titizlikle taranmış ve parlak bir briyantinle geriye doğru yatırılmıştı. Adamın yüzünde belirsiz bir gülümseme vardı -kendini beğenmiş, hatta kibirli bir ifade-. Özgüvenini her çizgisine işlemiş olduğu belliydi.
Fotoğrafı incelerken sigarasından derin bir nefes çekti, duman odanın ağır havasına karışırken gözleri Evelyn’e döndü. Kadının yüzündeki gerginliği görmezden gelmeye çalışarak içindeki profesyonel ilgisizliği korudu. Fotoğrafın ardındaki hikâyeyi zaten tahmin edebiliyordu, aslında çok da olağan dışı bir durum yok gibiydi ilk bakışta: zengin bir adam, karmaşık bir geçmiş ve bir kadının gözlerinde saklanan acı dolu bir sır. “Klasik…” diye mırıldandı. Kadının kulak kabarttığını görünce de konuyu değiştirmek için çıkıştı.
“Cinayet, polisin işi, Bayan Darrow.” dedi sonunda, sesi alışılmış bir soğukkanlılıkla doluydu. Gözlerini fotoğraftan ayırmadan konuşmaya devam etti. “Peki, neden ben?”
Evelyn’in parmakları istemsizce bir an küllüğün kenarında gezindi, Jack’in yüzüne dikkatlice bakarak “Çünkü,” dedi, sesi kısık ancak anlaşılırdı “Polis yanlış soruları soruyor.”
Jack, sigarasını yavaşça dudaklarından çekip küllüğe bastırdı. Gözleri Evelyn’in yüzündeki endişeyi tararken bir an tereddüt etti. Kadının başını hafifçe iki yana sallayışı sadece kelimeleri değil, düşüncelerini de inkâr etmeye çalıştığını gösteriyordu. “Bunun yanlış giden bir hırsızlık olduğunu düşünüyorlar.” dedi Evelyn, sesi hâlâ titrek ama inatçı bir kesinlikle doluydu. Gözleri Jack’in gözlerine kilitlenmişti, sanki söylediklerine kendisi bile inanmazsa en azından onun inanmasını istiyormuş gibiydi.
Dedektif, alışılmış bir şüphecilikle kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Ama sizce öyle değil. Doğru anlamış mıyım?” diye sordu, ellerini masaya dayayarak biraz daha Evelyn’e yaklaştı.
Evelyn derin bir nefes aldı, gözlerini kısa bir an kapattı ve sesini alçaltarak neredeyse fısıldayarak konuştu. “İzleniyordu.” dedi, dudakları zar zor hareket ediyordu. “Günlerce, belki haftalarca… O farkındaydı. Bunu hissediyordu.”
Jack, sırtını sandalyesine yaslayarak kadını süzdü. Dışarıdaki yağmurun sesi odada yankılanırken içindeki şüphe duygusu iyice kabarıyordu. Soru soracak oldu ancak yüz ifadesiyle bile herhalde soracağı soruyu aşikâr etmiş olacaktı ki kadın yanıtladı. “Bana söyledi.” Evelyn gözlerini kaçırdı ve parmak uçlarıyla masanın kenarını sıvazladı. “Bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı ama ne olduğunu bilmiyordu.”
Jack fotoğrafa bir kez daha göz attı. Sıradan bir hırsızlık vakası gibi görünmüyordu -en azından Evelyn’in anlattıkları öyle diyordu-. Ama dedektif, geçmiş deneyimlerinden iyi biliyordu ki insanlar her zaman haklı çıkmazdı.
Jack, sağ kaşını hafifçe kaldırdı ama sessizliğini korudu. Yılların getirdiği alışkanlıkla konuşmanın nereye varacağını görmek için Evelyn’in yüzünü dikkatle inceledi. Kadının elleri titriyor, gözleri endişeyle karışık bir çaresizlikle masadaki fotoğrafa odaklanıyordu. Kadın, derin bir nefes sonrası konuşmayı sürdürdü “Bu ayna…” dedi usulca ve titreyen parmağıyla fotoğraftaki antika aynayı işaret etti. Çerçevesi zarif oymalarla süslenmiş aynanın camı, soluk siyah beyaz fotoğrafta bile garip bir şekilde derin görünüyordu. “Kocam… İçinde bir şeyler gördüğünü iddia etti.” diye ekledi, sesi artık fısıltıdan biraz daha güçlü çıkıyordu ama titremesi hissediliyordu. “Gölgeler, figürler… Kendisini almaya geldiklerini söyledi.” Evelyn’in gözleri bulanık bir ifadeyle boşluğa dikildi, sanki bu kelimeleri dile getirirken tekrar o anları yaşıyor gibiydi.

Jack sigarasının külünü bardağa silkeleyip kadının söylediklerini zihninde tarttı. Paranoyak bir koca mı, yoksa gerçekten bir şeyler mi dönüyordu? Kadın kendisini bunlara inandırmaya mı çalışıyordu? Yoksa yine bir Serpent’s Moor vakası mı?
Evelyn’in sesi hafifçe çatladı. “Aklını kaçırdığını düşündüm.” dedi başını öne eğerek. “Ona inanmamıştım. Ama… Ama sonra…” Bir an duraksadı, cümlesini tamamlayamayacakmış gibi.
Jack, ellerini iki yana açarak yüzüne merak eden bir ifade yerleştirerek sorusunu konuşmadan sordu. Dışarıda yağmur hızını arttırmıştı, camlara vuran damlaların ritmi odadaki sessizliği daha da belirgin kılıyordu.
Kadın cevap veremedi. Boynu giyotinden geçirilmiş gibi başı önüne düştü. Dedektif, sigarasının kalan kısmını bardağa bastırarak söndürdü. Yıllardır bu işteydi ve duyduğu şeylerin çoğu, mantık sınırlarını zorlayan gariplikteydi. Ancak Evelyn’in çaresizliği farklı bir hikâye anlatıyordu. Yalnızca bir kadının kocasını kaybetmenin acısıyla söylediği anlamsız sözler gibi değildi; daha derin, daha karanlık bir şey vardı burada. Kadının acısını ve çaresizliğini dindirmek gerekirdi.
Ayrıca faturalar panoda bekliyordu.
Jack ellerini masaya koydu, parmak uçlarıyla hafifçe tahtayı tıklattı. “Pekâlâ, Bayan Darrow.” dedi sonunda, gözlerini kadının gözlerine dikerek. “Bu işin peşine düşeceğim ama bana her şeyi anlatmanız gerekecek. Kocanız o aynada tam olarak ne gördüğünü söylemiş miydi?”
Evelyn’in yüzü hafifçe gevşedi, yüzünden bir anlığına da olsa endişe kaybolmuş gibiydi. Biraz daha rahatlamış sesiyle “Sadece gölgeler… Ama onların gerçek olduğunu söylüyordu. Bizi izlediklerini…” dedi. Gözleri aniden uzaklara daldı, sanki kendi zihninde gölgelerle savaşır gibi.
Jack hafifçe başını sallayarak cebinden ufak bir not defteri çıkardı ve birkaç kelime karaladı. Bu işin onu nereye götüreceğini bilmiyordu ama içgüdüleri ona bir şeylerin ters gittiğini fısıldıyordu. Dışarıda yağmurun sesi eski ofisinin dört duvarı arasında yankılanırken Jack, bir kez daha yanlış bir işin içine girdiğini hissediyordu ama artık çok geçti.
Kadınla birlikte ofisten çıkmadan önce panodan eski ve nem almış bir kâğıdı alıp yeleğinin cebine sıkıştırdı.
***
Darrow Malikânesi; şehrin sınırlarında, zamanın acımayan pençelerinin insafına kalmış hâlde duruyordu. Bir zamanlar görkemli baloların düzenlendiği, yüksek tavanlarında kristal avizelerin parıldadığı bu geniş malikâne ihtişamını kaybetmiş ve yılların ihmaliyle gölgeler içinde kalmıştı. Dış cephesindeki taşlar yıpranmış, demir kapılar paslanmış, bahçesini saran devasa çalılar ise her şeyi yutmaya hazır bir canavar gibi büyümüştü.
Jack, arabasından inerken yağmur damlalarının malikânenin eski taş döşemelerinde yankılanmasını dinledi. Evelyn, ön kapıya yöneldi ve ağır kapıyı açtı. İçeri adım atar atmaz nem ve eski kitap kokusu Jack’in burnuna çarptı. Malikâne, içinde yıllardır bir hayat izinin kalmadığı izlenimini veriyordu ancak Jack, duvarların bir şeyler sakladığını hissediyordu.
Evelyn hiçbir şey söylemeden Jack’i uzun bir koridordan geçirdi. Yüksek tavanları süsleyen karmaşık alçı işlemeler zamanla dökülmüş, duvarlarda eski aile portreleri tozlu gözlerle dışarıyı izler gibi asılı duruyordu. Koridorun sonunda, ağır meşe kapıya geldiğinde duraksadı. Bir an tereddüt etti, ardından derin bir nefes alarak kapıyı açtı.
Kocasının öldüğü oda…
Ya da öldürüldüğü…
Jack içeri adım attığında odadaki soğuk, kemiklerine işledi. Geniş pencerelerin ağır perdeleri kapalıydı. İçeri sızan loş ışık, gölgeleri daha da uzun ve tehditkâr hale getiriyordu. Odanın ortasında, antika aynanın hâlâ yerinde durduğunu gördü. Gösterişli altın çerçevesi, solgun ışıkta donuk bir parıltı veriyordu. Ancak Jack’in gözleri aynanın camına takıldığında içindeki hafif dalgalanmaya yemin edebilirdi.
Evelyn’in sesi, odadaki ağır havayı delip geçti. “Burası…” dedi kısık bir sesle, titreyen parmaklarıyla aynanın önünü işaret ederek. “Burada öldürüldü.”
Dedektif odanın köşelerine göz gezdirirken cebinden not defterini çıkardı. Ayna, odanın en uzak ucunda neredeyse taht gibi yükseliyordu. Zarif altın çerçevesi, karmaşık oymalarla süslenmişti ve yılların yıpranmışlığına rağmen hâlâ göz kamaştırıcı bir ihtişama sahipti. Üzerindeki ince çatlaklara rağmen karanlık bir derinlik yayıyordu.
Jack aynaya doğru birkaç adım attığında içini açıklayamadığı bir ürperti sardı. Teninde hafif bir karıncalanma hissi yayıldı ancak oda şaşırtıcı bir şekilde sanki ılık bir havayla dolmuştu. Elleri içgüdüsel olarak ceketinin cebine doğru hareket etti, sigara paketine dokunup vazgeçti.
“Dumandan daha fazlasına ihtiyacım var gibi” diye düşündü.
Gözleri aynadaki yansımasına takıldığında bir an için odanın içinde yalnız olmadığını düşündü. Yansıması tam karşısında duruyordu: tanıdığı yüz, sert bakışlar, biraz yorgun ama hâlâ ayakta olan bir adam… Ancak bir şey yanlıştı. Yansıma sanki onda olmayan bir şey taşıyordu: yüzünde belirsiz bir ifade, gölgelerin arasında saklanan ince bir rahatsızlık.
Jack gözlerini hafifçe kıstı, başını yana eğdi ve yansımayı daha dikkatli inceledi. O hareket ettiğinde yansıması da hareket etti… Ya da öyle miydi? Bir an, görüntünün bir milisaniyelik bir gecikmeyle tepki verdiğini düşündü. İçinde ince bir huzursuzluk kıpırdandı ama kendine dur diye fısıldadı.
Evelyn sessizce onu izliyordu. Dedektifin hareketlerinden rahmetli kocasıyla aynı şeyi fark etmiş olabileceğini düşündü. “O da aynı şeyi söylemişti.” dedi fısıldayan bir sesle. “Yansımasının… Ona ait olmadığını.”
Jack, kadını rahatlatmak adına aynayı da yandan yandan süzmeye devam ederek omuz silkti. “Belki de sadece kötü bir ışık oyunudur.” dedi ama sesi bile söylediğine inanmıyordu. Parmak uçlarıyla çerçevenin soğuk metaline dokundu ve bir an için, aynanın içinden ona doğru uzanan görünmez bir şey varmış gibi bir hisse kapıldı.
“Serpent’s Moor” diye söylendi. Kadın anlam veremeyince de açıklayacak gibi oldu ancak vazgeçti. Kadını daha da fazla ürpertmenin bir anlamı olmadığı ortadaydı. Aynayı bırakıp odayı incelemeye koyuldu.
Aynanın önündeki zeminde, zamanla koyulaşmış bir leke vardı. Kurumuş kan, ahşabın damarlarına işlemişti ve ne kadar silinmeye çalışılırsa çalışılsın orada kalmaya kararlı gibiydi.
“Göğsünden bir kez vurulmuş.” dedi Evelyn. Gözlerini lekeye dikmiş, sanki o korkunç anı zihninde yeniden canlandırıyordu. Parmak uçları hafifçe titriyordu ve Jack, kadının bu eve geri dönmekte ne kadar zorlandığını hissedebiliyordu. Dedektif, cebinden ufak bir el feneri çıkarıp lekenin çevresini inceledi. Parke tahtaları hafifçe aşınmıştı, belli ki birileri burayı temizlemeye çalışmış ama tamamen başaramamıştı. Kendi kendine “Amatör işi.” diye mırıldandı. Ardından bakışlarını aynaya çevirdi. Altın çerçevesi solgun ışıkta hâlâ etkileyici duruyordu ama Jack’in dikkatini çeken, aynanın yüzeyinde belli belirsiz bir dalgalanma hissiydi.
“Burada neler olduğunu tam olarak biliyor musunuz, Bayan Darrow?” diye sordu.
Evelyn, sesi titreyerek cevap verdi. “Bildiğim tek şey… Kocam son zamanlarda kendini çok tuhaf hissediyordu. Sanki biri… Ya da bir şey… Onu izliyordu ve o gece aynanın karşısında durmuş, saatlerce bir şeyler fısıldamıştı.”
Jack duyduklarını zihninde tartarken aynaya bir adım daha yaklaştı. Kendi refleksinden şüphe etmek istemiyordu ama içgüdüleri ona burada daha fazlası olduğunu söylüyordu. Odayı daha dikkatli inceledi. Ne bir mücadele ne de bir zorlama izi vardı. Pencere içeriden kilitliydi, bir şekilde dışarıdan açılmamıştı. Yalnızca odaya açılan tek kapı vardı, o da ana salona açılıyordu ve görünürde herhangi bir başka çıkış yoktu. Bu, cinayetin bir şekilde gizli kalmasını sağlayan bir durumdu. Katil, içeriden biri olabilir miydi?
Düşünceleri bir an kadına yöneldi. “Klasik.” diye mırıldandı. İhtimal dâhilindeydi.
“O gece evde başka kimler vardı?” diye sordu, gözleri Evelyn’in üzerine odaklanmıştı. Sesi soğuk ve keskin, soru netti. Kadın başını hafifçe eğdi ve bir süre sessiz kaldı. Gözlerinde beliren bir ifade, zihnindeki karmaşayı yansıtıyordu. “Sadece ben… Ve o.” dedi sonunda, sesi kırılgan ama kararlıydı. “Ama o, gece boyunca garip bir şekilde yalnız kalmak istemişti. Birkaç saat önce eve döndü ve sonra… Sonra öylece… Böylece buldum onu.”
Jack kadının gözlerindeki korkuyu hissederek “Başka kimse yok muydu? Evde herhangi bir misafir ya da tanıdık biri?” diye sordu, her kelimeyi dikkatle ölçerek.
Evelyn başını salladı. Jack bir an için odadaki atmosferin kasvetini hissederek daha da dikkatli olmaya karar verdi. İçgüdülerine güvenmek zorundaydı. “Kimse.” dedi Evelyn, sesi daha derin bir boşlukla yankılandı. “Hizmetçiler gece izinliydi ve ben şehirdeki kız kardeşimi ziyaret ediyordum.”
Jack, kadının sözlerini bir süre sessizce düşündü. Hizmetçilerin izinli olması; evde tek başına kalmak için mükemmel bir fırsat sunuyordu ancak Evelyn’in kız kardeşine yaptığı ziyaretin zamanlaması da oldukça dikkat çekiciydi. Yani evde yalnız kalan kişi kocasıydı ve o sırada kimse dışarıdan müdahale edememişti.
Ama Jack bu kadar basit olamayacak kadar karmaşık bir durum olduğunu hissediyordu. Bir cinayet işlendiği ve birden fazla kişinin şüpheli olabileceği bir durumda her şeyin sıradan görünmesi, her ayrıntının arkasında başka bir şeyin gizli olabileceğine işaret ederdi.
Evelyn’in gözlerindeki tedirginlik devam ediyordu. “Eve dönmem uzun sürmedi.” diye ekledi, başını hafifçe sallayarak. “Ama içeri girdiğimde onu aynanın önünde buldum. Göğsüne bir kurşun almış, ölüydü. O gece…” Kadın sessizliğe büründü.
“O gün, çok garip şeyler olmuştu. Kocam sürekli aynayı inceleyip kimseye anlatmadığı şeyler söylüyordu. Bana, birinin onları izlediğini ve bir tehlikenin yaklaştığını… Sonra… Sonra bir anda her şey değişti.”
Jack bir adım ileri atarak “Değişti derken?” diye sordu, sesinde daha fazla merak vardı.
Evelyn bir an duraksadı, sonra gözleri kararmış bir ifade ile “Onun son söylediği şeyleri… Duyduğumda, ne olduğunu anlamıştım. Bu sadece bir cinayet değildi. O… O ayna her şeyin başlangıcıydı.”
Jack, Evelyn’in sözlerinden çıkardığına göre kadının kocası yalnızca bir kurban değildi; bir anlamda bu olayı daha önce bekliyormuş gibi görünüyordu. Ama ayna… Neden?
Jack kaşlarını çattı, gözlerini Evelyn’e dikerek duraksadı. Kadının söyledikleri kafasında karmaşık bir resim çizmeye başlamıştı ama bir şeyler eksikti. Mantıklı değildi. Bir adam, birkaç hafta önce bir tehdit aldığını ve gözlemlerine göre bir tehlikenin yakın olduğunu fark ettiğini iddia ediyordu. Ama ne için? Neden? Bir ayna?
“Yani.” dedi Jack, yavaşça, kelimelerini seçerek. “Kocanız bir şekilde öldürülmeden önce, aynanın içinde bir şeyler gördüğünü söylüyordu. Bunu defalarca mı dile getirdi?”

Evelyn başını salladı, gözleri hâlâ oda boyunca dolaşıyor gibiydi. “Evet, ama önce sadece garip hislerdi. Sonra, bir gün gerçekten… Korkunç bir şey söyledi. ‘Onlar geliyor.’ Ne demek istediğini anlayamadım. Ama o kadar… Ürkekti ki. Gerçekten bir şeyler olduğunu düşündüm.”
Jack, kadının her kelimesini tartarak düşündü. Kocası, bu ayna meselesini ciddiye almış olmalıydı ama geriye dönüp bakıldığında olayın mantıklı bir yönü yoktu. Bir kişi, bilinçli bir şekilde bir şeylerden korkuyor olabilir ancak o korkuyu somut bir tehdit hâline getirmek veya bir şekilde birini öldürtmek çok daha derin bir soru işaretiydi.
“Bunları söylediğinde” diye devam etti Jack, sesini sertleştirerek “onun kendini koruması için bir şey yaptınız mı? Yardımcı oldunuz mu?”
Evelyn’in yüzündeki ifadeye bakarak Jack bir şeylerin kesinlikle yanlış olduğunu fark etti. Evelyn; kocasının söylediklerini hafife almış gibiydi, belki de o zamana kadar. Ama şimdi… Her şey çok farklıydı. Kocası, sadece paranoyak bir adam mıydı yoksa gerçekten bir şeylerin başlangıcını mı hissediyordu?
Evelyn derin bir nefes aldı, gözleri ağır bir şekilde kapanarak “Bilmiyorum.” diye mırıldandı. “Ama o aynayı neden bu kadar önemseyip ondan korktuğunu anlayamadım. Benim için sadece bir eşya gibi görünüyordu. Ama o… Çok farklıydı.”
Jack, bir an kadına baktıktan sonra oda içinde dönen olayları daha derinlemesine değerlendirmeye başladı. Ayna bir sembol müydü, yoksa gerçekten başka bir şey mi? Kocasının ölümünü açıklayan bir anahtar mıydı?
***
Charles Darrow.
Maktul Charles Darrow.
Odadaki fotoğrafını dikkatlice inceliyordu. Eski bir fotoğraftı ancak kadının ofisine getirdiği fotoğrafla aralarında çok bir zaman geçmemişti. Yine de arada bariz bir yaş farkı var gibiydi.
Jack odayı daha dikkatli inceledikçe Charles’ın aynaya olan takıntısını daha derinlemesine keşfetmeye başladı. Evelyn ne kadar istemese de kocasının son zamanlarda yazdığı eski günlükleri Jack’e göstermişti. Jack o sayfalara göz attıkça adamın içsel bir çöküş yaşadığını fark etti. Günlüklerde sıklıkla “aynanın ötesindeki şeyler” ve “adımı bilen gölge” gibi tuhaf ve anlamı belirsiz ifadeler yer alıyordu. Charles bunları yazarken oldukça net ve kararlı bir dil kullanmıştı ama yazıların içindeki korku ve belirsizlik açıkça görülüyordu.
“Aynanın ötesindeki şeyler…” Jack, bir sayfayı çevirirken mırıldandı.
“Bekliyorlar.” bu kelime zihninde uyandı. Serpent’s Moor’a bir anlığına düşünceleri daldı.
Charles Darrow’un yavaşça gerçeklikten uzaklaştığına dair bir iz vardı burada. Ama en rahatsız edici olanı, yazdığı bir diğer cümleydi:
“Adımı bilen gölge her gece beni izliyor.”
Her bir kelime Jack’in içinde bir şeyleri zorlayarak şekillendiriyordu. Birinin, bir şeyin varlığını doğrulamaya çalışıyordu ama o şeyin ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Düşüncelerine kapıldıkça, odada ilerledikçe derin bir huzursuzluk dalgası onu sarmaya başladı. Sanki birisi onu izliyormuş gibi hissetti ama odada kimse yoktu. Aynanın yüzeyi ona bakıyor gibiydi, yansıması ne kadar bulanık olsa da.
Ne kadar çok okursa o kadar kötü hissediyordu. Günlüklerin sayfaları ilerledikçe sanki Charles Darrow’un deneyimlediği paranoyanın bir kısmını Jack de yaşamaya başlamış gibiydi. Kalp atışları hızlandı, bir soğukluk tüm vücudunu sardı. Bu, her şeyin sadece bir akıl hastalığından ibaret olmasından çok daha fazlasıydı. Bir şeyin dokunmak üzere olduğu hissi, onun belki de kendi gözleriyle gördüğü bir yanılsama olmadığını düşündürüyordu.
Evelyn’in sesi, bu huzursuz atmosferi bir an keserek “Ona yardım etmeye çalıştım.” dedi ama sözlerinin ardındaki boşluk, olan biteni anlamadığını gösteriyordu. “Ama… Ne zaman konuşmaya çalışsam beni uzaklaştırıyordu. Ona gitmesini söyledim ama gitmedi.”
Jack, eski sayfalara göz gezdirirken bir an için çok daha derin bir şeylerin varlığını hissetti. Burası, yalnızca bir cinayet değil, bir akıl oyunuydu. Ve bu oyun, aynanın ötesine geçerek bir tür gizemle sonlanmak üzereydi. Ama bu gizem ne kadar eskiydi? Ne kadar derindi? Ve Jack bir şekilde bu sırrı çözmeye ne kadar yakındı?
Bir gece geç saatlerde Jack odada yalnız başına, aynayı dikkatlice incelerken tuhaf bir şey fark etti. Aynanın yüzeyi, zamanla gittikçe daha belirsizleşen bir sırra sahip olmuştu. Işıklar zayıflamış, odadaki her şey gölgelenmişti ancak ayna sanki ışığı yutuyor gibiydi. Jack, yansımasındaki hareketleri izlerken bir an duraksadı; yansıması, yaptığı hareketlerin biraz gerisinde kalmıştı. Bir an için, gözleri yansımasına odaklandığında sanki hareket etmeden önce bir bekleme anı vardı. Bir adım atarken yansıması sanki onu takip etmiyor, ya da biraz gecikerek harekete geçiyordu.
İlk başta bunun sadece göz yanılması olabileceğini düşündü. Ancak yansıma daha fazla gariplik gösterdikçe bir şeyin yanlış olduğunu hissetmeye başladı. Yavaşça aynanın camına doğru uzandı, parmak uçları metal çerçevenin soğuk yüzeyine değdi. O an, bir şeyin başka bir şeyle itildiğini hissetti; soğuk ve canlı bir his, avuç içlerini derin bir ürpertiyle sarstı. Aynaya dokunduğu anda, sanki bir engel vardı; sanki bir şey, ona dokunmak için geri itiliyordu.
İçinden “Bu… Bu ne?” diye geçirdi, ancak sesini duyuracak hâli yoktu. Yansıması da aynı şekilde sanki kendisine değil de başka bir varlığa tepki veriyormuş gibi kısa bir an için kımıldadı, gözleri bir an için kaybolmuştu.
Jack geri adım attı, gözleri şaşkın bir şekilde aynada gezinerek her hareketini inceledi. Bu, bir illüzyon muydu yoksa başka bir şey mi? Bir şeylerin ardında bir güç vardı; bir şey ona doğru yaklaşmaktaydı, bir şekilde aynanın içinde var olan bir şey.
Kalp atışları hızlanırken Jack derin bir nefes aldı ve bir adım geri çekildi. O anda hissettiği korku sadece fiziksel değil, daha derin bir korkuydu. Aynanın gerisinde görünmeyen bir güç onu izliyor ve onunla oynuyordu. Bir şey, her geçen saniye daha yakınlaşıyordu.
Sonra sarsılarak uyandı.
Aynayı incelerken masanın üzerinde sızıp kalmıştı. “Klasik.” diye söylenip koltuğa kuruldu ve şapkasını kafasına geçirip gözlerini kapattı.
Ertesi sabah, Jack uyanıp odadaki sessizliği fark ettiğinde bir şeylerin eksik olduğunu hissetti. Odanın her köşesi huzursuz bir dinginlikle doluydu ama en belirgin eksiklik odada kendini belli ediyordu. Odaları nafile arayıp durdu.
Evelyn yoktu.
***
Jack, Evelyn’i kasabanın dışındaki bakımsız bir motelde bulduğunda kadının ruh hâlindeki değişimi net bir şekilde hissedebiliyordu. Evelyn, o kasvetli yerden kaçmaya karar vermişti. Yüzündeki ifadede bir şeylerin ters gittiği anlaşılıyordu. Kadın, yavaşça motelin ön kapısına yaklaşırken Jack belindeki tabancasını eliyle yokladı. Silah sadece bir savunma aracı değil, korku ve umutsuzluğa karşı bir dayanaktı.
“Şimdi peşimdeler.” diye fısıldadı, sesi neredeyse duyulmayacak kadar zayıftı ama Jack, bu sözlerin ardındaki anlamı hemen kavradı. Evelyn bir tür takip edilmenin içinde gibiydi, sanki bir hayalet onu her an izliyor ve her hareketini görebiliyordu. Aynı zamanda bir şeyin, her adımında daha da yaklaştığını hissettiği belliydi.
Jack, Evelyn’in yanında ilerlerken içindeki bir his onu uyarıyordu: Bu yalnızca bir cinayet davası değil, çok daha karmaşık bir şeydi. Evelyn’in evden kaçışı ve ardından gelen bu hareketleri her adımda daha fazla soru işareti yaratıyordu. Kadın bir noktada bir tehlikenin farkına varmıştı ve şimdi o tehlike her geçen saniye daha somut bir şekilde ortaya çıkıyordu.
Jack, adımlarını hızlandırarak Evelyn’in yanına yaklaştı. “Kim seni takip ediyor, Evelyn?” diye sordu, sesinde bir tür acil bir şeyler çözme isteği vardı. Ama kadın, gözlerini yere indirerek tabancayı titreyen parmaklarıyla sıkıca tuttu.
“Bunlar… Aynanın arkasındaki şeyler.” dedi, gözleri bir an için dalgınlaştı. “Evet, peşimdeler. Onlar, beni bulmak istiyorlar… Onlar… Gerçekte kimse değil, ama beni bulacaklar. Seninle ne ilgileri var bilmiyorum ama… Bu onları durdurmaz.”
Jack ne kadar mesafeli olursa olsun, bu gizemin onu ne kadar derinden sarmış olduğunu hissetti. Aynanın sırrı şimdi çok daha büyük bir tehlike hâlini almıştı ve Evelyn, kaçmaya çalışırken aslında daha da derinlere çekiliyordu. Peşlerindeki şeyler, bir yansıma mıydı? Yoksa… Başka bir şey mi?
“Peşinde kim var?” diye sordu Jack, sesi sertleşerek Evelyn’e doğru bir adım atarak. Gözlerinde bir kararlılık vardı ama aynı zamanda, kadının korkusunun ne kadar gerçek olduğunu da hissetmeye başlamıştı. Evelyn’in hâli, bir kâbusla yüzleşen biri gibi titriyordu. Tabanca, ellerinde bilekleriyle zorla kavrulmuş gibi duruyordu ama yansımasındaki ürkekliği gizlemeye yetmiyordu.
Evelyn, Jack’e doğru baktı ama gözlerinde o belirsizlik ve korku bir an daha kayboldu. Bir şeyin yükü, çoktan üzerine düşmüştü. Derin bir nefes alarak sesi titrek bir şekilde yankılandı “Onlar… Işıkların ötesindeki gölgeler.”
Evelyn bir an durakladı, gözlerini yavaşça, sanki bakarken içinde kayboluyormuş gibi, uzaklara çevirdi. “Ayna… Beni yıllardır izliyorlarmış, Jack. Her şey bir anda başlamıştı. Kocam da… Aynada bir şeyler gördü, daha önce hiç anlatmadığı bir şey. Ama o… O sadece bana bir kısmını anlatıyormuş. O şeyler… Gölgeler… Bir tür varlık. Şimdi peşimdeler.” Duraksadı, soluk alıp vermesi bir an hızlandı. Sonra devam etti. “Aynada gördüklerini her zaman anlayamazsın. Ama… Ama dün gece, aynaya bakarken… Onlar bana baktı.” Gözleri o anda Jack’e doğru dönerken acı ve korkuyla doluydu. “Birini alacaklardı. Birini… Seni, belki de beni.”
Jack bir an için ne olduğunu kavrayamadı. Ama o an Evelyn’in söylediklerinde bir gerçeklik payı olabileceğini hissetti. Birileri onları izliyor, sadece gözleriyle değil bir tür karanlık varlıkla. Aynanın içinden gelen bir tehdit vardı ve bu tehdit, Evelyn’i durduramadan daha da derinlere iniyordu.
“Gölgeler…” dedi Evelyn, sesi bir an için donarak, Jack’in gözlerine derin bir şekilde bakarak. “Onları kandırabileceğimi düşündüm. Onlara Charles’ı verirsem beni rahat bırakacaklarını düşündüm.”
Jack, Evelyn’in söylediklerini anlamaya çalışarak bir adım geri atarken bir şeyler daha yerine oturuyordu. Kafasında karmaşık bir dizi düşünce hızla geçerken Evelyn’in suçlulukla karışan ifadesi de bir yanıt bekliyordu. Evelyn her geçen anla birlikte Charles Darrow’un ölümünün yalnızca bir başlangıç olduğunun farkına varmış gibiydi. O, bir tür anlaşma yapmaya mı çalışmıştı? Kocasını, o korkunç varlıklara sunarak bir tür kurtuluş sağlamak?
Kadını arabaya bindirirken “Charles’ı?” diye tekrar sordu Jack, sesi hafifçe titreyerek. “Yani, onun ölümünü… Sen mi planladın?” Kadın arabaya binmeden karşılık verdi. Başını iki yana salladı. “Hayır, hayır. Bunu istemedim.” Gözleri, korku ve pişmanlıkla dolmuştu. “Ama o kadar korkuyordum ki… O kadar korkuyordum ki, ‘gölgeler’ her şeyimi alacaklardı. Charles, o aynayı bulduktan sonra her şey değişti. İlk başta bir şey hissetmedi ama sonrasında her gece daha fazla kâbus gördü. Bir gün, bir şey değişti. Ve o… Onu onlara verdim. Kendimi, kocamı onlardan kurtarmak için bir anlaşma yaptım.”
Arabaya bindiler, Jack malikâneye gitmektense bir süre kırsalda nefes almanın daha iyi olacağını düşündü. Aracı yol kenarında yeşillik bir yere çekti. Son sigarasını yaktı, kadının çantasını uzattı. O da çantasından sigara ve ağızlık çıkardı, Jack’in yardımıyla titreyen ellerine alıp yaktı. Evelyn’in suçluluk duygusu çok belirgin bir şekilde belliydi ama bir yandan da ne kadar çaresiz olduğu ve ne kadar korktuğu açıkça ortadaydı. Aynanın içindeki gölgeler, sadece bir varlıklar grubu değildi. Onlar, bir anlaşma yapmanın bedeliydi. Evelyn, bu bedeli ödeyebilmek için kendi hayatından daha fazlasını feda etmişti.
“Yani, Charles’ı öldürdü ama… Seni bırakacaklarını mı düşündün?” diye sordu Jack, derin bir nefes alarak. Evelyn bir süre sessiz kaldı. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü ama bu kez pişmanlık değil, bir tür kabullenme vardı. “Evet.” dedi, sesindeki titremeyi fark ederek. “Ama şimdi… Her şey daha kötü. Şimdi onlar beni bulacak ve seni de… Sadece seni değil, herkesi…”
Evelyn, derin bir nefes alarak gözlerini Jack’e çevirdi. “Bizi… Onları durduracak bir yol yok. Ama aynayı kırmalısın. Aynayı kırmazsan her şey daha da kötüleşecek. Onlar, seni de beni de… Başka bir dünyaya çekecekler.”
Jack, Evelyn’in söyledikleriyle daha fazla ne yapması gerektiğini anlamaya çalışarak bir an durakladı. Evelyn, titreyen ellerini Jack’in ellerinin üzerine koydu. “Bunu yapmalısın. Aynadan bir parça al. Gölgeleri, o şeyleri… Onların sizi almasını engelle.” dedi. “Ama ne olursa olsun, geri adım atma.”
Evelyn’in gözleri, o an odanın köşesindeki aynaya kayarken yüzündeki korku daha da belirginleşti. Gözlerinde bir tür kabullenme ve aynı zamanda çaresizlik vardı, sanki tüm bu süre boyunca susturduğu bir sırrı nihayet ortaya döküyordu. “Bu bir portal.” dedi, sesi titreyerek. “Charles’ın deli olduğunu düşünmüştüm ama gerçekmiş. Ben… Bir anlaşma yaptım. Onu alırlarsa güvende olacaktım ama yalan söylediler.”
Jack, her adımda daha fazla karmaşaya düştü. Anlamaya çalıştığı her şey, bir bulmaca gibi daha da karmaşıklaşıyor ve çözülmesi zorlaşıyordu. Bu anlaşma, bir tür hayalet varlıklarla yapılan bir pakt mıydı? Evelyn; kaybolmuş, çıkmaza girmişti ve şimdi her şey daha korkutucu bir şekilde ortaya çıkıyordu.
“Charles’ı aldılar.” dedi Evelyn, gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü ama bir tür boş bakışla. “Ve şimdi sıra bende… Ama önce… Önce seninle bu anlaşmanın bedelini ödemek istiyorlar.”
Jack anlamaya başlamıştı. Bu aynanın sadece bir yansıma aracı değil, bir geçiş noktası, bir tür karanlık dünyaya açılan bir kapı olduğunu fark etti. Evelyn bu yolu açan kişi olmuştu ve şimdi bu anlaşmanın bedeli sadece ona değil, başkalarına da yansıyordu. Ama o kadar derin bir tehlike vardı ki buradan kurtulmak neredeyse imkânsız gibiydi.
“Onları durdurmalıyız, Evelyn.” dedi Jack, kararlı bir şekilde. “Ayna… Bu portal… Onlara geçişi kapatmalıyız.”
***
Malikâneye döndüklerinde gün batıyordu. Evelyn biraz rahatlamış gibiydi ancak malikâne o hisleri tekrar ortaya çıkartabilirdi. Bu sebeple radyoyu açmaya karar verdi Jack. Dedektifin en sevdiği caz kanallarından birine ayarlayıp havadan sudan muhabbete başladılar. Dedektifin en sevdiği şeylerdi bunlar. En ciddi durumların içinde bile ekmek fiyatından bahsedebilirdi.
Kadının uykusu gelip de yatak odasına çekildiğinde saat gece yarısını yarım geçiyordu. Dedektif gece nöbet tutacak, sabah da gün ışığına aynayı çıkartıp nasıl imha edeceklerini düşünecekti. Kadının kendisine bıraktığı paketten bir sigara çıkarttı. Dolaptaki likörü de çıkarıp dudaklarını ıslatmak için bardağa doldurdu.
Saatler ilerledikçe içini kaplayan huzursuzluk hissi artıyordu.
***
Aniden gelen kapı gürültüsüyle yerinden fırladı. Koltuğun üzerinde sızdığını fark ettiğinde saat gece üç buçuk olmuştu. Bir anda içinde bulunduğu durum aklına geldi. Hızlıca yukarı fırlayıp kadının yatak odasına girdi. Elinde de hızla çekip davrandığı altıpatları vardı.
Oda boştu.
Pencereden dışarıya baktı. Karanlık da olsa evin dışındaki sokak lambası sayesinde birini görebileceği kadar aydınlık vardı. Dışarıda da kimse görünmüyordu.
Sonra aklına ayna geldi. Hızla odaya doğru hücum edercesine girdi.
Kadın, aynanın önünde hipnoz olmuşçasına bekliyordu. Arkası dönüktü. Aynada da sadece kadının yansıması ve az önce içeri dalan telaşlı dedektif vardı. Elinde bir tabanca tutuyordu. Tıpkı kendisi gibi…
Kafasında şapkası ve üzerine aceleyle geçirdiği yeleği vardı. Tıpkı kendisi gibi…
Ve dedektif gülümsüyordu. Yüzünde bir rahatlık hissi yoktu, adeta bir zafer kazanmışlık okunuyordu aynadaki yansımadan.
Jack ise gülümsemiyordu.
Bir an Jack donakaldı.

Aniden, aynanın yüzeyi su gibi dalgalandı. İlk başta sadece ince bir titreme gibiydi ama hızla büyüyerek tüm aynayı saran karanlık bir dalga hâlini aldı. O an, bir şeyin arkasındaki derin boşluktan çıkmak ister gibi yansıma ve gerçeklik arasındaki sınır tamamen kayboldu. Karanlık, iskelet gibi ve imkânsız derecede uzun bir el belirdi, parmakları ince ve çarpık ama son derece güçlüydü. El, Evelyn’e doğru uzandı; soğuk, ölümsüz bir dokunuş gibi bir şey hissettirdi.
Evelyn korkuyla irkildi ve bir çığlık patlattı. Jack hızla kendisini saran hipnozdan kurtulup tabancasını çılgınca ateşledi. Mermiler, ayna yüzeyinde patladı. Her biri aynaya çarptığında çok ani bir şekilde her şeyin gerçekliği çökmeye başladı.
Ayna, tüm gerçeği yansıtan yüzeyini kaybetti. Kırılmak yerine parçalar bir anda havada asılı kaldı, her biri odanın çarpık ve bozulmuş bir versiyonunu yansıtıyordu. Her parça aniden bir araya gelip garip bir şekilde havada süzüldü, bir tür paralel gerçeklik oluşturuyordu. Aynadan kırılan parçalar bir başka ayna daha oluşturuyordu.
Jack, gözleri kocaman açılarak olayı izledi. Her şey bir an için donmuş gibiydi ama aynadan yayılan bu diğer dünya, gerçek dünyayı adeta yutmaya başlamıştı. Aynadaki her parça farklı bir boyuta ait gibiydi, karanlık ve kasvetli görüntülerle doluydu. Odanın içi garip bir şekilde ters dönmüş, her şey daha küçük ve daha tehditkâr hâle gelmişti.
Evelyn bir adım geri attı. Jack yine tabancasını ateşlemeye çalıştı ama artık her şey çok geç gibiydi. El, yavaşça ama kesin bir şekilde kadına doğru yaklaşmaya devam ediyordu. “Hayır!” diye bağırarak tabancayı salladı ama her ateşleyişi havada asılı kalan aynanın parçaladığı yansımalara çarptıkça etkisiz kalıyordu.
Jack, Evelyn’i güçlü bir şekilde kavrayarak kendine doğru çekti ve aynadan uzaklaştırmaya çalıştı. Her adımda etrafındaki havanın soğuduğunu, ışığın bozulduğunu hissediyordu. Bir anda, aynadaki parçalar hızla yeniden bir araya gelerek eski mükemmelliklerini bulmaya başladılar ama tüm bu hareket, bir anlık illüzyon gibi bir deliliğin ürünüydü. Ayna, kendisini eski hâline getirdi ve kusursuz bir yansıma oluşturdu ama şimdi, bu yansıma Jack için daha korkutucu bir şey hâline gelmişti.
Evelyn nefes nefese kalmış, gözleri dehşet içinde hızla geri çekilerek arkasına bakıyordu ama Jack bir anlık farkındalıkla durakladı. Yansımasına baktı ve bir şey hissetti. Kendisinin yerine, aynada durmakta olan başka biri vardı. Jack’in yansıması hâlâ yerinde, hareketsizdi ve yansıma; ona bakarak çarpık, dehşet verici bir şekilde gülümsüyordu.
Kalbi hızla çarparken Jack bir adım geri çekildi. Yansımasındaki gülümseme, bir insanın değil, bir varlığın çarpık gülümsemesi gibiydi. Yansıma tıpkı onu izler gibi hareket etmemeye devam etti. Hızla gerçek dünyadaki Jack’in hareketlerini kopyalayan bir varlık mıydı, yoksa daha fazlası mı vardı?
“Sana ne yapacaklar?” diye fısıldadı Evelyn, korku dolu bir şekilde, gözlerini aynadan alamayarak. “O… O seni alacak, Jack. Bir kere içeri girdiğinde, çıkmak için çok geç olur.”
Jack yansımasına olan bu korkunç bakışla donakaldı. Ne de olsa, o an aynadaki yansıması bir insan gibi görünmüyordu. Bir tür varlık, belki de gölgelerin bir parçası ya da bir başka boyutun çarpık bir yansıması… Belki de Evelyn’in söylediği gibi, bir anlaşmanın bedeliydi. Jack’in gerçekliği bir kez bu aynaya girdiğinde kendini geri almaktan çok daha zor bir hâle gelecekti.
Gözleri hâlâ yansımasına kilitlenmişken yansıma, bir adım atıp Jack’i izleyerek daha da korkutucu bir şekilde gülümsedi. Artık Jack’in gölgesi yalnızca bir yansıma değil, bir tehditti. Bir şeyin ya da birinin, onu alma zamanı gelmişti.
“Koş.” diye fısıldadı Evelyn, sesindeki korku derinleşerek. “Çünkü o… O seni almak için burada.” Yansıması aynadan çıkarken bir an için gerçeklikle yansıma arasındaki sınır tamamen silindi.
“Beni buldun.” dedi bedenlenmiş çarpık yansıma “Ve şimdi… Seni alacağım.”
Jack ise duruyordu. Aklına bir şey gelmiş gibiydi. Elini yeleğinin cebine atıp bir kâğıt çıkardı ve çarpık yansımasına fırlattı. Yansıma kâğıdı havada yakaladı. Kâğıdın üzerinde hafif bir kan lekesi vardı ve tazeydi.
“Serpent’s Moor” diye mırıldandı. “Beni bekleyen başkaları da var. Onlarla bir görüş istersen.” diye aynaya doğru seslendi. Sesine ciddi bir kararlılık ve inat gelmişti ama çok geçti.
Sert bir rüzgâr pencerelere çarpıp hepsini bir anda açtı. Kadın irkilmiş, aniden içeri dolan rüzgârla ürpermişti. Perdeler vahşi bir şekilde savrulurken odanın içini tuhaf bir serinlik kapladı. Ancak Jack’te durum farklıydı.
Gülüyordu hatta neredeyse kahkaha atacaktı.
Kadın gözlerini ondan ayıramıyordu. Rüzgâr, içeriyi sarmalayan ağır havayı dağıtırken aniden burnuna tanıdık ama bir o kadar da yabancı bir koku çalındı. Yüzüne şaşkın bir ifade yerleşti ve hafifçe fısıldadı “Bu koku da nedir?”
Jack gözlerini pencerenin ötesinde karanlıkta bir yerlere dikerek yavaşça konuştu. Sanki uzak bir hatıranın derinliklerinden yankılanan bir gerçeği dile getiriyormuş gibi. Kadın, kokunun tuzlu ve yosunlu dokusunu daha derinlemesine içine çektiği sırada Jack’in zihninde eski anılar canlanmaya başladı.
“Deniz kokusu…” Sesi sakin ve derindi.
“Deniz unutmaz.”
***
Çarpık yansıma odanın içinde ağır adımlarla ikiliye doğru yaklaşırken rüzgâr onu da hazırlıksız yakalamıştı. Perdeler çılgınca savruluyordu. Açılan pencerelerden içeri dolan deniz kokusu ve tuhaf fısıltılar odayı sarmıştı. Yansıma gelen seslere kulak kabarttı, bir an duraksadı, sonra hızla odanın gölgelerine karışarak aşağıya indi.
Jack ve Evelyn pencerenin önünde duruyordu. Kadının yüzünde şaşkınlık ve korku iç içeydi; nefes alışları düzensizleşmiş, gözleri belirsiz bir dehşetin izlerini taşıyordu. Ancak Jack her zamanki soğukkanlı duruşuyla bir elinde sıkıca kavradığı tabancayı tutuyor, diğer elinin işaret parmağındaki hafif kanı yeleğinin cep yeninin içine bastırıyordu. Gözleri gölgelerde bir şey arıyor gibiydi, çok da şaşırmışa benzemiyordu.
Malikânenin geniş giriş kapısı, karanlığın içinden beliren pelerinli figürlerle kuşatılmıştı. İçlerinden biri diğerlerinden farklıydı; eski ve ihtişamlı bir kıyafet içinde, sessizliğin lideri gibi önde duruyordu. Jack gözlerini ondan ayırmazken Evelyn içgüdüsel olarak geri çekildi.
Çarpık Jack, kalabalığın karşısına dikildi. Elinde buruşmuş, kanlı bir kâğıt vardı ve üzerinde Jack’in birebir aynısı bir kıyafet taşıyordu. O an, gerçek ve yansıma arasındaki çizgi bulanıklaştı. Evelyn gördüklerine inanmakta zorlanıyordu. Jack ise bir an bile tereddüt etmeden kadının elinden tuttu ve onu hızla arka kapıya doğru sürükledi.
Dışarıdaki arabanın motoru gerilimi yaran bir homurtuyla çalışırken Jack, Evelyn’i koltuğa oturttu ve direksiyona geçti. Malikâneden uzaklaşırken dikiz aynasından baktığında kalabalığın kapı önünde birbirine düştüğünü ve silah seslerinin gecenin karanlığında yankılandığını gördü. Evelyn ise nefes nefese, Jack’in yüzüne kaygıyla bakıyordu.
Jack gözlerini tekrar yola çevirdi ve sessizce mırıldandı “Deniz affetmez.”
Kadın bu sözlerin anlamını çözmeye çalışırken dedektif dalgaların şehrin uzak kıyılarında huzursuzca yükseldiğini hissetti. Deniz gerçekten affetmiyordu.
***
Jack Thorne hâlâ vakaları çözmeye devam ediyordu ancak her geçen gün, çözmesi gereken bir bulmaca gibi kendisiyle ilgili en karmaşık soru daha da netleşiyordu: Aynanın bu tarafında duranın gerçekten o olup olmadığı ya da bir gölge mi olduğu…
Her vakada, her yeni dosyada, Jack’in dikkati her zaman bir adım önde oluyordu. Başka bir katilin peşinden gitmek, başka bir gizemi çözmek ama aynı zamanda bir soruya daha kapalı kalmak zorundaydı: Kendi içindeki yansıma. Aynalarda, camlarda ya da su yüzeylerinde, her geçen günde biraz daha fazla, o eski yansımasındaki çarpıklığı fark etmeye başlamıştı. Yansıması her an biraz daha gerçek oluyordu. Gözleri daha derinleşiyor, her adımda bir süreklilik hissiyle onu izliyordu.
Bir sabah, bir dosyanın içinde kaybolmuşken tüm bu düşünceler kafasında dolanırken Jack sonunda bir şey fark etti: O da bir yansıma. Zamanla hem o hem yansıması birbirinden kaybolacak, birbirine dönüşecek ama belki de aslında bir hiçlikte birleşecekti.
Panoda eksilen faturalar içini biraz olsun rahatlatıyordu. Kadın yüklüce bir ödeme yapıp arazi olmuştu. Muhtemelen şehir, hatta ülke değiştirecekti.
Zihnini bulandıran düşünceleri dağıtmak için radyoyu açtı. Radyoda Nat King Cole şakıyordu. Güneş yavaş yavaş batarken şarkının sözleri de ofiste yankılanıyordu:
“Unforgettable, that’s what you are…”





Yorum bırakın