
Erkin Tolga Sayılkan
Kitaplar her yanıma yığılmış, raflar bilgiyle dolup taşmışken içimdeki okuma arzusunun giderek solduğunu fark ettiğimde varlık içinde olmanın getirdiği zorlukları daha iyi kavrıyorum. Sahip olmak, yalnızca mutluluğu değil aynı zamanda yeni tatminsizlikleri de beraberinde getiriyor. İnsan, elindekiler arttıkça doyum eşiğinin de yükseldiğini fark ediyor. Zenginlik ihtiyaçların kolayca karşılanabilmesi anlamına gelse de aslında isteklerin sınırsızca çoğalmasına yol açıyor. Bir şeye sahip olmak, başka şeyleri istemeye kapı aralıyor. Buna karşılık yoksulluk içinde yaşayan biri için durum daha farklı; onun arzuları daha belirgin, sınırları daha net ve erişimi daha mümkün. Küçük bir fırsat bile onun gözünde büyük bir lütuf olarak görülüyor. Çünkü yoksul insan, sahip olmanın değil eksikliğin bilinciyle yaşıyor ve eline geçen en ufak bir şeyle tatmin olmayı öğreniyor. Zengin insan ise zirveye çıktığında bile gökyüzüne bakarak daha ötesini hayal ediyor, hep daha yükseğe ulaşma isteğiyle yanıp tutuşuyor. Tıpkı bir dağın zirvesine tırmanan ve sonunda “Yıldızlara da erişmeliyim.” diyerek tatminsizlik içinde kıvranan biri gibi…
Ancak unutmamak gerekir ki zenginlik yalnızca maddi varlıklarla sınırlı değildir. İnsan hayatının her alanında bu doyumsuzluk kendini gösterir. Bir kadının sevgisine erişmek için yanıp tutuşan bir adam sonunda ona kavuştuğunda artık daha fazlasını, belki de daha farklısını arzulamaya başlayabilir. Bilgiye susamış bir insan yıllar boyunca kitaplar toplar, raflarını bilgiyle doldurur ama çoğunun kapağını dahi açmaz. Çünkü bazen sahip olmanın büyüsü öğrenmenin önüne geçer. Koşmayı tutkuyla seven birisi önce kendi hızını aşmak ister, sonra arabaların peşine düşer ve sonunda sınırlarını daha da öteye taşımayı hayal eder. Sahip oldukça arzular büyür, ihtiyaçlar çeşitlenir ve insanın içindeki açlık asla tam anlamıyla doyurulamaz. Tatmin bir yanılsama gibi görünür; erişilen her yeni şey, bir sonraki özlemin kapısını aralar.
Bununla birlikte tutkuların peşinden gitmek, yanlış ya da sakınılması gereken bir şey değildir. İnsan ruhunu besleyen, ona yön ve anlam kazandıran en güçlü itici güçlerden biri arzularımızın peşinden gitme isteğidir. Burada önemli olan bu tutkuların neye yönelik olduğudur. Bireyin sadakatsizliğe, hırsın kontrolsüz bir şekilde mala ve makama yönelmesi gibi insanı ahlaki çöküşe sürükleyebilecek arzulara kapılmadan kendini geliştirmesine ve içsel zenginliğini artırmasına katkıda bulunan tutkulara sahip çıkması gerekir. Hedeflerimizi büyütmek, hayallerimizi gerçekleştirmek ve sınırlarımızı aşmak insan doğasının temel dürtülerindendir. Önemli olan bu dürtüleri nasıl kontrol ettiğimiz, onlara nasıl yön verdiğimiz ve hangi değerler çerçevesinde şekillendirdiğimizdir. Çünkü tutku doğru yönetildiğinde insanı yüceltebilir, aksi hâlde insanın kendi hırslarının esiri olmasına neden olabilir.
Ancak tutku hırsa dönüştüğünde -yani açgözlülük ve çıkarcılık yalnızca kendini geliştirme ve zenginleşme amacının ötesine geçip başkalarının haklarını gasp etmeye vardığında- insanın durup düşünmesi gerekir “Bu kazancın bedeli nedir?”. Örneğin bir otelin sahibi olarak yangın merdiveninden tasarruf etmek size kısa vadede maddi kazanç sağlayabilir ancak uzun vadede kaybettiklerinizin çok daha büyük olması mümkündür. Bu tür bir ihmal yalnızca can güvenliğini tehlikeye atmakla kalmaz; aynı zamanda vicdanınızı, itibarınızı ve toplumdaki yerinizi de sarsar. Bir insanın maddi zenginlik uğruna etik değerlerini feda etmesi, sonunda ona daha büyük kayıplar getirir. Çünkü parayla satın alınamayacak şeyler vardır: Güven, saygınlık ve insanlık onuru.
Gerçek zenginlik yalnızca maddi birikim değil aynı zamanda sağduyu, adalet ve başkalarına karşı duyulan sorumluluk bilinciyle şekillenir. Bu yüzden asıl soru şudur: Sahip olduklarımız için hangi bedeli ödemeye razıyız ve bu bedel, gerçekten kazanç mıdır yoksa farkına varmadan yaşadığımız bir kayıp mıdır?
İnsan ruhu kâr-zarar hesabına indirgenebilecek bir değer midir? Birkaç maddi kazanç uğruna insanın öz benliğini, manevi varlığını yıpratması, satması ya da mahvetmesi ne kadar doğrudur? Hayatın sunduğu imkânlar çoğu zaman bizi maddi çıkarlarla manevi değerler arasında bir seçim yapmaya zorlar. Ancak insan sadece kazançlarıyla değil aynı zamanda fedakârlıkları, ahlaki duruşu ve vicdanıyla da tanımlanır.
Birtakım maddi hedeflerin peşinde koşarken insanın içsel huzurunu ve değerlerini göz ardı etmesi bir süre sonra onu ruhsal bir çöküşe sürükleyebilir. Çünkü gerçek tatmin yalnızca maddi başarılarla değil kişinin kendisiyle olan barışıklığında ve yaptığı işin anlamında saklıdır. Manevi varlığına zarar vermeden elde edilen başarı, insanı gerçekten zengin kılar. Çünkü vicdanı temiz, ruhu huzurlu bir insan dış dünyada elde edemeyeceği bir iç zenginliğe sahiptir.
Bu noktada insanın kendine şu soruyu sorması gerekir: Kazandıklarım karşılığında kaybettiklerim ne kadar değerli? Eğer ruhun, erdemin ve vicdanın bedeli yoksa insanın bu değerleri koruyarak ilerlemesi en büyük kazanç olacaktır. Gerçek zenginlik, yalnızca parayla ölçülen değil; onurla, erdemle ve ruhsal dinginlikle elde edilen bir birikimdir.
Ya da şu soruyu sorabiliriz kendimize: Bir yangın merdiveninden kâr etmek bize ne kazandırır, ne kaybettirir?





Yorum bırakın