Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

Fısıltılar

,

Okuma Süresi

17–25 dakika

H.P Lovecraft
Çeviri: Erkin Tolga Sayılkan

Derin denizlerin çağrısı, bilinmezliğin kolları arasında kaybolup gitmeye cesaret edebilen kişilere sessizliğin en eski şarkısını fısıldar. O şarkı kulaklarınızda yankılanmaya başladığında zamanınızın dolmasını beklemekten gayrı çareniz yoktur ve maalesef bazen zamanınız dolmak bilmez.

Jack Thorne, Eski Özel Dedektif

Yağmur şehrin üzerine yağarken pisliğe bulanmış sokakları bir masumun gözyaşları gibi yıkıyordu. Şehrin simasında kalıcı bir görüntü gibi yaklaşık bir haftadır devam eden yağmuru ofisimin hafifçe buğulanmış pencerelerinden izlerken elimde viskim ve ağzımda da bir önceki davadan elimde kalan son purolardan biri vardı. Masamın üzerindeki içinde üç parmak viski kalmış şişenin pencerede bıraktığı izlerin gölgesini taşıyordu. Ofisim, şehrin göbeğinde değildi ama zengin semtlerden kaymak tabakayı çekmek için onların mahallelerinden birine bağlanan yan yollardaki dört katlı bir binanın üçüncü katındaydım. Kapımın buzlu camının üzerinde de artık yenilemem gerektiğini haykırırcasına adımın yazılı olduğu, yer yer soyulmuş bir yazı vardı:

JACK THORNE
Özel Dedektif

Buzlu camın ardında bir silüet dikkatimi çektiğinde saat gece yarısını üç geçiyordu. Silüet kapıyı çaldı, vuruşu tedirginlik içerircesine kararsızca belli belirsiz bir dokunuştu. Bu tür kapı çalışlar bize tek şey olarak gelir: Mesele.

“Gel” diye günün bezginliğini içeren bir homurdanma çıktı ağzımdan. Ancak dediğime anında pişman oldum. Günün bezginliği beni bela arayışından uzağa itme eğilimindeydi. Sonrasında kapının açıldığını gördüm.

İçeri sakince açılan kapıdan bir hayalet gibi süzülerek giren karşımdaki kadın… Hatları ofisi sarmış olan puro dumanını dahi dağıtamadan ilerlemesinden de anlaşıldığı üzere incecikti,  teni taze bir süt kadar soluktu. Gözleri ise… Ah… Gözleri bir yanardağ gibi parlıyordu.

Şehrin yağmurunda sırılsıklam olmuş paltosundan tek tük damlayan damlalar ve üzerindeki hafif tuzlu su kokusu denizle ilgili çağrışımlar yaptırıyordu. Oturacak gibi oldu ancak tereddüt etti. Paltosu sırılsıklamdı, yosunun oduna yapışması gibi yapışmıştı ve hafif tuzlu su kokuyordu. Oturmadı, sadece orada durdu. Çantasının kayışını bir yılanı boğuyormuş gibi çevirdi.

“Bay Thorne” diye başladı kadın; sesi alçak, titrek ve neredeyse bir fısıltı kadar güçsüzdü. “Lütfen beni dinleyin, size çok ihtiyacım var. Kardeşim… O kayboldu. Geçen hafta, evet, tam bir hafta önce Serpent’s Moor’a gitti. Ancak o gidişten bu yana kendisinden hiçbir haber alamadım. Ne bir mektup ne bir telefon ne de bir işaret… Sanki dünya onu yutmuş gibi, yok oldu. İçimde korkunç bir his var. Sanki orada, o kasabada bir şeyler ters gitti. Lütfen bana yardım edin. Onu bulmamız gerekiyor!”

Serpent’s Moor… Bu isim zihnimde paslanmış, çıkması imkân dâhilinde olmayan bir mıh gibi saplıydı. Söylemesi bile ruhumda bir basınç, bir ağırlık yapıyor; kulağımda bir uğultu bırakıyordu. İnsanlar bu yer hakkında konuşmaktan genellikle kaçınırlardı. Sanki o kelimeleri dile getirmek, görünmez bir laneti uyandırmak demekti. Eğer konuşacak kadar cesur ya da çaresiz bir durumda olurlarsa bunu yalnızca sert içkilerin verdiği cesaretle ve seslerini kısarak yaparlardı. Söylenenlere göre Serpent’s Moor güneşin en parlak olduğu öğlen saatlerinde bile gölgelerle dolup taşardı, ışığın bile orada tereddüt ettiği söylenirdi.

Yıllar önce gençliğimin cehaleti ya da gereksiz bir özgüvenle bu tuhaf ve uğursuz yere adım atmıştım. Hangi sebeple gittiğimi artık hatırlayamıyorum ancak orada geçirdiğim birkaç saat, zihnime kazındı ve geri kalan tüm anılarımı gölgede bıraktı. Serpent’s Moor’un tuhaf sessizliği ile etrafta dolaşan rüzgârın bile bir sır taşıyor gibi hissettirdiği o atmosfer beni içten içe ürpertmişti. O gün, orada bir parçamı bırakarak ayrıldım ve kendi kendime bir daha asla ama asla o lanetli yere geri dönmeyeceğime yemin ettim. İçindeki üç dalın artık birbirine değmeden gezinebildiği paketi cebimden çıkarıp bir sigara yakarak “Kardeşin” dedim, “Oralarda ne yapıyordu?”

Duraksadı, dudakları titriyordu. “O… O bir halkbilimci ya da onun gibi bir şey. Yüksek lisans tezi için yerel efsaneleri inceliyordu. Mora serpentis tarikatı, şey…” Titreyerek sözünü yarıda kesti. “Bay Thorne, o kasabada bir sorun var.”

Sigaranın dumanını ağır ağır dışarı üfledim, zaten dumanlı olan ofisin tavanına doğru süzülerek kıvrılan ince gri sicimlerin dans ede ede kayboluşunu seyrettim. Sigarayı iki parmağımın arasında çevirirken sesim sakin ama bir o kadar da sorgulayıcıydı. “Yani” dedim, gözlerimi dumanın arkasında kaybolan yüzüne dikerek “kardeşinin başına bir şey geldiğini mi düşünüyorsun? Bir bela mı? Söylediklerinden bu sonucu çıkarıyorum, doğru mu?”. Sözlerim ofisin dumanları gibi havada asılı kaldı, endişe hissi kadının yüzünde derin vadiler kazıyordu.

Başını gökyüzü ve yeryüzü arasında dikey şekilde yavaşça salladı, yüzündeki huzursuzluk bakışlarından ellerine kadar yayılmıştı. “Bunu onun dairesinde buldum.” dedi. Sesi neredeyse bir fısıltıya dönüşmüştü. Çantasından titreyen ellerle bir şey çıkardı ve dikkatlice masamın üzerine koydu. Islanmış, mürekkebi yer yer dağılmış ama yine de içindekileri koruyan eski bir defterdi bu. İlk bakışta bile sayfaları bir tür çılgınlığın kokusunun üzerine sindiğini hissettiriyordu. Karalanmış diyagramlar, karmaşık semboller ve ürkütücü detaylarla dolup taşan notlar… Hepsi derin deniz yaratıklarından, kadim ayinlerden ve anlaşılması zor bir kaostan bahsediyordu.

Sayfaları dikkatle çevirdim ve hemen dikkatimi çeken bir şey oldu. Bir kelime tekrar tekrar yazılmış ve her seferinde altı çizilmişti. Mürekkebi ne kadar dağılmış olursa olsun bu kelimenin hissettirdiği şeyler tarifsizdi:

Fısıltılar

Basit bir kelime gibi değil, sadece sayfalarda karalanmış birkaç harften bir yığın da değil. Aynı zamanda oradan taşıp etrafımı sarmış ve ofisin dumanlarının arasına görünmez bir şekilde sızmıştı. Defterin ağırlığı sadece gramla ölçülemezdi. O kelime, havayı sıkıştırıyor, her harfiyle bilinmez bir tehdit oluşturuyor ve insanın yüreğine bir ağırlık bindiriyordu. Sesini duyamasam da varlığını hissediyordum. Odayı dolduran görünmez bir varlık, karanlığın içinden beni izleyen bir çift göz ya da bir çeşit gölge gibiydi.

Gözlerimi defterden kaldırdım ve kadına baktım. Bu kelimenin yalnızca bir sözcük olmadığını, bir hikâye, belki de bir ikaz olduğunu hissettim. “Hmm” dedim, sesim ciddi bir tona bürünmüştü, “kardeşin neden böyle şeyler yazıyordu? Bunu daha önce görmüş müydünüz?” Defteri kapattım ve ona baktım. “Bu sıradan bir kayıp kişiler vakası değil. Neden bana geldin?”

Bakışları artık titremiyordu. Tam aksine keskin bir kararlılıkla üzerimde sabitlenmişti. Gözlerinde meydan okuyan bir ifade vardı, sesi ise beklenmedik bir güçle doluydu. Adeta kelimeleri tartarak “Çünkü” dedi, “gidebileceğim her yere gittim, çalınmadık kapı bırakmadım, yardım için başvurmadığım kimse kalmadı ve artık son çare olarak size geldim.” Sözleri masanın üzerindeki defter kadar ağır bir şekilde havada asılı kalırken derin bir nefes aldı. “Bir polis memuru, sizi tavsiye etti.” diye devam etti, tonu biraz daha yumuşayarak. “Yörede bu tür konularda tecrübeli olduğunuzu ve zorluklar karşısında asla kolay kolay korkmadığınızı söyledi. Bu yüzden buradayım. Çünkü korkmayan birine ihtiyacım var.”

Beni tam da zayıf yerimden yakaladı. Hayatım boyunca çoğu erkeği dizlerinin üzerine çökertecek ya da yüreğini karartacak şeyler görmüştüm: Savaşlar, cinayetler, insanların gölgelerden daha koyu olan sırları…

Ama Serpent’s Moor? O tamamen başka cins bir belaydı. Onun adı bile gördüklerimin ötesinde, insanın aklını zorlayan bir karanlığı çağrıştırıyordu.

Yine de bardaki viski şişesinde sadece üç parmak kadar kalmıştı. Sonrası sadece su olacaktı. Bir parmak daha içmek mi yoksa tehlikenin peşine düşmek mi? Bu düşünce aklımda dolanırken kasanın üzerindeki toz bana ödeme yapan son müşterimin üzerinden epey zaman geçtiğini hatırlatıyordu. Durgunluk can sıkıcıydı. Belki de bu iş hem zamanımı doldurur hem de ceplerimi biraz ağırlaştırırdı. “Tamam.” dedim, “Davayı ben alırım ama sana pahalıya mal olacak. Bu iş çok masraf çıkarır çünkü.”

Başını yavaşça salladı, gözlerinde bir tür kararsızlık ve sabır vardı. Ardından çantasından usulca bir zarf çıkardı ve masaya koydu. Zarf sıradan bir saman kâğıdıydı ancak içindeki tomarın kalınlığı karar verme yetimi unutturacak kadar vardı.

***

Serpent’s Moor, kötü bir akşamdan kalmanın baştan çıkarıcı cazibesiyle beni karşıladı. Her şey o kadar bozuk ve boğucu hissettiriyordu ki bu kasaba beni bir türlü bitmek bilmeyen bir kâbus gibi sarhoş etmişti. Sokaklar bomboştu ve ne bir ses ne de hareket vardı. Hava, tuz ve ahşabın çürümesiyle birleşip ciğerlerimi sarmıştı. Her nefeste eski zamanların küf kokusunu alıyordum. Binalar sanki birbirlerine sırlarını fısıldayan sarhoşlar gibi eğilmiş ve çökmüşlerdi. Tahtalar çürümüş, duvarlar neredeyse içlerine kadar rutubet tutmuş, pencereler dış dünyadan tamamen kopmuş gibi karanlıkla kaplanmıştı.

Altımdaki hurda yığınını park ederken az ötede bir adam belirdi. Yavaşça yürüyordu ama hareketlerinde bir tuhaflık da vardı. Sanki normal adımlarla değil de ayaklarını sürüye sürüye yürüyordu. Yüzü şişmişti, bir zamanlar sağlıklı bir insan olduğu hâlde burada yaşamış olmanın getirdiği acıların izlerini taşıyan biri gibiydi. Bakışlarında bir gariplik vardı, gözleri o kadar büyüktü ki sanki daha fazlasını görmek istiyor ama göremeyecek kadar biçare olduğunu anlatıyordu.

“Burada yabancılara yer yok.” diye boğuk bir sesle konuştu. Ona en sert sırıtışımı göstererek “Gezip görmeye geldim, buralarda kalacak değilim.” dedim. İnandığını söyleyemem ancak yine de kafasını sallayıp ayaklarını sürüyerek uzaklaştı.

Şehirdeki tek otel olan Gilman Hotel’e adım attımsa da buraya gerçekten bir otel denilemezdi. Karanlık ve kasvetli bir yapısı, ışık almayan bir lobisi, havada eski duvarların küf kokusu vardı. İçerideki eşyalar ise yıllar önce terk edilen bir malikâneye ait tozlu mobilyaları çağrıştırıyordu. Arka odadan çıkan yaşlı resepsiyon görevlisi kafasını zar zor bana doğru çevirdi. Şişkin gözleri boş bakışlarla odanın derinliklerine, göremediğim bir yerlere odaklanmıştı. Elindeki anahtar, metalin yavaşça anahtar deliğine girmesiyle zayıf bir tıkırtı çıkardı. Sanki her hareketi zamanı daha da ağırlaştırıyordu. Anahtarı masaya koyarken bile gözleri neredeyse beni görmeden hareket ediyordu. Sanki başka bir dünyada, başka bir zamanda yaşıyordu. Yavaşça “Odanız 12 numara.” dedi. Sesi yıllarca bu yerde sıkışıp kalmış gibi yorgundu.

Oda küf ve nemle sarılmış, boğucu bir havayla kaplanmıştı. Duvarlar zamanın etkisiyle yorulmuş ve yıpranmış, duvar kâğıtları uzun pullu şeritler hâlinde soyulmuştu. Her bir duvar, odayı terk edip giden farklı geçmişlerin izlerini taşıyor gibiydi. Tavanda solgun bir ampul bulunuyor, zaman zaman kırık pencereden giren rüzgârla sallanıyordu. Ampulün zayıf ışığı ise odayı yarım karanlıkta bırakıyordu. Duvarlarda bir türlü durmayan ve şekil değiştiren düzensiz gölgeler dans ediyor, sanki odanın içindeki her şey hayatta ve bir şekilde kendi yolunu buluyordu.

O gece zaten pamuk ipliğine bağlı şekilde peşimden sürüklediğim uykum bir türlü gelmedi. Zihnim dışarıdaki seslerle dolup taşıyordu. Denizin inlemeleri, uzaklardan gelen dalgaların kıyıya vurması değil de daha derinlerden, ulaşmaması gereken bir yerden gelen hafif sıçramalar kulaklarımda yankı yapıyordu. Her ses bir tehdit gibi içime işliyor, beni diken üstünde tutuyordu. Derin suların altında, belirginleşmeyen karanlık şekillerin hareket ettiğini hayal ediyordum. Şekiller korkutucu biçimde büyüktü ve ne kadar uğraşsam da onları kavrayamıyordum. Yabancı, tanımadık bir şeyin karanlık suların içinde kayıp gidişi gibiydiler. Her an bir şeylerin yüzeye çıkmasını bekliyordum ama ne olduğunu asla bilemeyeceğimi hissediyordum. Uyandığımda ağzımda tuz tadı, üzerimde bir kâbustan sonra kalan türden boğucu bir korku vardı. Duvarlardan fısıldanan hafif ama sürekli bir şarkının yankılarını duyduğuma da yemin edebilirdim.

***

O sabah, kafamda karmaşık düşüncelerle, dikkatimi toplamak için not defterimi açtım. Her şeyin daha net olmasını istedim. Belki de kaybolan her şeyin izini sürmek, bir anlam bulmama yardımcı olacaktı. Kardeşinin defterinde yazanlar, beni rıhtımın aşağısındaki eski kasaba rafinerisine doğru yönlendirdi.

Buradaki her şey uzun süredir unutulmuş gibiydi. Kardeşinin yazdığına göre rafineri onlarca yıldır faaliyette değildi. İşlevsizleşen rafinerinin etrafı da metruk hâldeydi. Yine de karanlık çökmeye başladığında bir şeylerin hareket ettiğine yemin edebilirdiniz, tıpkı sessizliğin içinde uğuldayan bir gizem gibi. Kardeşinin notlarına bakıldığında orada hâlâ garip bir aktivite olduğu söyleniyordu, sanki her şey karanlıkla birlikte canlanıyordu. Bu anlatılanlar, kasabanın ve özellikle rafinerinin geçmişine dair daha fazla soru işareti bırakıyordu. O geceki sessizlik bile bir şeylerin bekleniyor olabileceğini hissettiriyordu.

Bulutlarla örtülü bir ayın altında, karanlığın içinde yolculuğuma devam ettim. Yavaşça kasvetli rıhtımların ötesine doğru ilerledim. Rıhtımlar zamanın ve doğanın etkisiyle tamamen terk edilmiş, iskelet bir harabe gibi kalmıştı. Her adımda deniz meltemi rıhtımların paslı metal ve ahşap yapılarında gıcırdayarak yankı yapıyor, sanki geçmişin ağır hatıralarını anlatıyordu.

Rafineri, karanlıkta bir dev gibi yükseliyordu. Kırık pencereleri ise boş göz çukurları gibi bana bakıyordu. İçerisi derin bir boşlukla dolu, ışığın bile geçemediği bir karanlıkla örtülmüş gibiydi. Yaklaştıkça içine çeken bir şey vardı; bir tür çekim, bir çeşit korku. O anda çok uzaklardan ama bir o kadar da yakından gelen bir ses duydum. İlk başta dikkatimi tam veremedim ama ses gittikçe netleşti. Alçak, ritmik bir ilahi gibiydi; kulaklarıma çarpan her notada bir uğultu vardı. Bu ses gırtlaktan gelen bir tür hırıltıydı, insanlık dışı ve derinden gelen bir yankı gibiydi. Sanki bu ses, oranın ruhunu ya da içinde saklanan karanlık bir gücü simgeliyordu. Daha önce otel odasında da duyduğum bir şarkıydı bu. Hava aniden ağırlaştı. Her adımımda o şarkı hatta o ilahi daha da belirginleşiyor, bir yandan da içimdeki korkuyu büyütüyordu.

Havayı ağırlaştıran o meşum sesi, aralık duran bir mahzen kapısına kadar takip ettim. Adımlarım her geçen saniye daha da ağırlaşıyordu. İçeriye girer girmez nem ve balık kokusunun keskinliğiyle boğuldum. Havanın içine sindiği yıllarca birikmiş kokular, her nefeste daha da derinleşiyordu. Merdivenlerden aşağıya sürünerek indim; her basamağın altındaki ahşap, o korkunç gıcırtıları ile beni ele vermekle tehdit ediyordu. Her adımda sanki bir şeyin beni izlediğini hissediyor, bu karanlık dünyanın içine çekiliyordum.

O şarkı, o ilahi bu karanlık derinliklere adım attıkça daha da yükseldi. Artık sadece bir ses değil, bir varlık gibiydi. Sayısız çağlar ötesinden uzanıp gelen bilinmeyen bir dilin feryadı gibi yankı yapıyordu. Tiz notalar birbiriyle kesişip beni sarmalayan bir yıkımın melodisini oluşturuyordu. Gözlerim karanlıkta zorlanıyordu ancak o an birtakım figürleri fark ettim. Parçalanmış cübbeler giymiş, yüzleri karanlıkla örtülü figürlerden oluşan bir çember vardı. Hareketleri düzenli ve ritmik, bir ayinin parçası gibi görünüyordu. Çemberin merkezinde, karanlıkla çevrelenmiş bir sunak vardı ve üzerine solgun, cansız gibi görünen bir beden yatıyordu. Kadının kardeşini o sunak üzerinde görmemeyi arzulamıştım ancak heyhat! Göğsünde, mide bulandıran bir şekilde, o korkunç semboller oyulmuştu. Her biri, bir lanetin işareti gibiydi. Gözlerime bir anda perde inmişti; başım dönüyor, midemde keskin bir acı beliriyordu.

Lider olduğunu düşündüğüm başlarındaki cübbeli kişi, ellerini yavaşça kaldırdı ve o hareketle, tüm o karanlık ve dehşet verici sahneye bir odak noktası daha ekledi. İlk kez yüzünü gördüm ama gördüğüm şey insanlığın sınırlarını aşan bir korkuydu. Aslında bir yüz de değildi, o şeyin adı insanlıkla bağlarını çoktan koparmıştı. Etinden yayılan kayganlık, lastik gibi esneyen bir dokuya sahipti. Gözleri o karanlık derinliklerde sonsuza kadar kaybolacakmış gibi siyah, kapaksız bir boşluktan ibaretti. Ağzı korkutucu bir şekilde genişti, ancak ağız değil bir yarık gibi açılmıştı. Dişleri iğne gibi keskin ve ölümcül birer avcı gibi sıralanmıştı ama en korkutucu olanı, bu ağzın açıldığında içinden çıkan sesi duyduğumda oldu.

O şey, acı veren bir dilde şarkı söylüyordu. Kelimeler doğrudan ruhumuza işliyor, kafamın içinde yankılanıyordu. Ses o kadar yoğun, bozuk ve tahrip ediciydi ki her bir nota ruhumu sarsıyordu. Bu dehşet verici şarkıdan mıdır yoksa ona tepki olarak mıdır bilinmez hava bükülüp etrafında dönüyordu, dünya bile bu yaratığın çağrısına uymak zorundaymış gibiydi. Her şey bir an için bu garip ve korkunç ezginin içinde kayboldu. Zihnim bu acımasız sesi işlemeye çalışırken vücudumun her hücresinde bir soğuk dalga yayıldı. Sanki orada var olmak, yalnızca onun yargısına boyun eğmekti. Sonra onu gördüm. Arkalarındaki gölgelerden yükselen, akla mantığa meydan okurcasına kendini gösteren bir şekilsizlik abidesi. Geniş ve korkunçtu, şekli değişiyor ve sanki gerçekliğin kendisi onu reddetmeye çalışıyormuş gibi kıvranıyordu. Kıvranan dokunaçlardan oluşan bir kütle, doğal olmayan ritimlerle açılıp kapanan göz kapakları ve dünyaları yutabilecek kadar geniş bir ağız… Dizlerim bu görüntü karşısında büküldü, aklım mantığa tutunmak için çabalıyordu.

Nasıl hareket ettiğimi hâlâ tam olarak hatırlayamıyorum; bir an için bedenim, zihnimin ötesinde bir tepki verdi. Bir anda silahım ellerimden kayıp parmaklarımın ucunda belirdi. Sanki içimdeki bir kudret, sayısız çağların getirdiği dehşete karşı harekete geçmişti. Çemberin içine doğru nişan alıp hiç düşünmeden ateş ettim. Tetik çekildiğinde o daracık alanda sağır edici bir patlama sesi yankılanıp kulaklarımı tıkayan bir uğultu bıraktı. Ateşin gürültüsü ortamın içinde uğuldayan o kör olasıca ilahinin yankılanan melodisini boğarak kesip attı.

Ayincilerin liderinin başı silahtan çıkan merminin etkisiyle geriye doğru fırlayıp düştü. O korkunç şarkı bir anda kesiliverdi. O korkunç varlık bir an için tereddüt etti. Şekli şimdi daha da net bir şekilde sönmeye başlayan bir ampul gibi titredi, ışığı birdenbire kaybolur gibi soldu. Sanki o varlık, bu dünyaya ait olmayan bir şeydi ve kurşunun darbeleri ona ait olmayan fiziksel bir varlığa indirilen darbe olmuştu. O an her şeyin geçici olduğunu hissettim ama aynı zamanda varlığının kaybolmaya yüz tuttuğu bu an her şeyin daha da korkutucu bir hâle gelmesini sağladı. O titreyen form, kısa bir an için sanki benden kurtulamayacak bir varlık gibiydi.

Her saniye daha fazla damarlarımda hissettiğim korkuya rağmen koşarak sunaktaki cansız bedeni yakaladım. Hızlıca ve tek bir düşünceyle peşimi bırakmayan dehşetten kaçmaya çalıştım. Bütün vücudum kasılarak hareket ediyordu ancak ne kadar hızlı koşsam da çemberdeki figürlerin sesleri yaklaşıyordu. Peşimden koşan müritlerin hareketleri sarsıntılı, doğal olmayan bir şekildeydi; sanki görünmeyen iplerle çekilen kuklalar gibiydiler, her adımda bükülüp şekil değiştiriyorlardı. Gözlerim sürekli arkamda o korkunç çemberi ve beni izleyen figürleri tarıyordu ama bir anda nasıl olduğunu anlamadan oradan çıktım. Nasıl çıktığımı hâlâ tam olarak hatırlayamıyorum.

Birdenbire devasa ve kötü niyetli bir şeyin varlığını hissettim. Bu şey görüş alanımın hemen dışından, karanlıktan bana doğru uzanıyordu. Bir varlık değil, bir güç gibiydi. Havayı bükerek her an üzerime doğru geliyordu. Tüylerim diken diken oldu ve kalbim çılgınca çarpmaya başladı. O anda sadece içinde bulunduğum anı düşünerek arabama doğru yöneldim. Hiç düşünmeden varlığın peşinden sürüklendiğini fark etmeye bile fırsat bulamadan, onu arka koltuğuma bıraktım.

Durmaksızın sürmeye başladım, bir an bile durmadan. O rıhtımı, oteli, denizi ve Serpent’s Moor’u arkamda bırakana kadar gözlerim yolda, her geçen saniyede daha fazla hızla ilerledim. Güneş doğana kadar kafamda sadece bir şey vardı: O korkunç yer, o karanlık varlık bir daha asla önümde olmayacaktı.

***

Her ne kadar bedeni cansız görünse de bir umutla kadının kardeşini sunaktan alıp kaçırmıştım ancak ne yazık ki hayatını çoktan kaybetmişti. Cesedini en yakın hastaneye bırakırken her şeyin daha da karanlıklaşmaya başladığını hissettim. Onlara ceset hâlinde bulduğumu ve muhtemelen soyulduğunu söyledim, çünkü bir şekilde bu anlatılması gereken gerçeği saklamam imkânsızdı. Hastane yetkilileri, tüm bu olanlara karşı soğuk ve mesafeli yaklaştılar ama geride bıraktığım bedenin yalnızca bir kabuk hâline geldiğini düşündüm. Kadının kardeşi, eğer defterde yazanlardan çıkardığım anlam doğruysa, zaten çoktan o bedeni terk edip gitmişti.

Kadına gelince, ödemeyi zaten yapmıştı ancak haberi aldığında yüzünün aldığı şekli asla unutamayacağım. Bana veda ederken gözlerinden bir şeyler sakladığını fark ettim. Bir anlık bir bakışma ama sonra, aniden ortadan kayboldu. Geriye sadece tuzlu su kokusu kaldı, sanki her şeyin denizden gelen bir lanet gibi olduğunu hissettirdi. Ardında bıraktığı şey, paranın ya da sözlerin ötesindeydi. O anda, o yerin karanlıkları her şeyin sonrasını gölgeliyordu. Yanımdan ayrılan kadının varlığı her adımda bir iz gibi, korkunç ve kalıcı bir hissiyat bırakmıştı içimde. Geride kalan yalnızca bir korku, kaybolan bir şeyin yankısıydı.

***

Defter şimdi karanlık ve gizemli bir yük gibi her an elimde olabilecek kadar yakın bir şekilde çekmecemde duruyor. Bazen onu çıkarıp yakmayı düşünüyorum. Her sayfanın kül olup yok olmasını, o dehşet verici anıların bir şekilde silinmesini istiyorum ama yakmıyorum. Yalnızca o defteri açıp oturuyorum. Sayfalarını çevirmiyorum, sadece o tek kelimeye bakıyorum. Beni en basit çekincelerden en dehşetli duygular arasında sürekli getirip götüren o tek kelimeye bakıyorum:

“Fısıltılar”

O kelime her bakışımda daha da büyüyor. Sanki üzerindeki her çizgi, her harf bana sayısız çağın ötesinden gelen bir çağrı. Bir zamanlar anlamını bilmediğim ancak şimdi her an, her düşüncede yankılanan bir kelime. Defterin içinde hapsolmuş bir ses gibi beni çağıran, beni izleyen, her zaman bir adım ötede bekleyen bir şey. O kelimenin gücü, bir tür kara büyü gibi her seferinde beni içine çekiyor, zihnime yerleşiyor ve her defasında hiç fark etmeden bir adım daha yaklaşıyorum. Bu ses her şeyin ötesinde bir gerçek, belki de bir tehdit, belki de yalnızca bir ikaz işareti ama bir şekilde ona bakmak, ondan kaçmak kadar korkutucu.

Bazen gecenin geç saatlerinde, karanlığın içinde okyanusun adımı çağırdığını duyduğuma yemin edebilirim. O anlarda, kulaklarımda hafif bir uğultu, sanki denizin derinliklerinden gelen bir ses yankılanıyor. Beni uzaklara, bilinmeyen bir yere çağırıyor gibi. Pamuk ipliğiyle peşimden çekiştirdiğim uykumun zaman zaman beni koynuna aldığı anlarda rüyalar beni sarmalıyor. Kararmış dalgaların altındaki devasa şehirlerin derin, karanlık hülyalarına dalıyorum. Sonsuz uçurumlar boyunca sürünen ve kıpırdanan şekillerden oluşan kara, su ve zamanın birleştiği o garip evrende kayboluyorum. Rüyaların her biri o karanlığın soğuk kollarında beni daha da fazla hapsederken bir başka boyutun içinden sesler yükseliyor. Rüyalarımın hepsi aynı, hepsi o derinliklerde… Biri hariç.

Kasabadan dönüşümün kırkıncı gecesinde daldığım bir rüyaydı. Yalnız değildim. Bir varlık, bilinçsizce içeri sızan bir şey, karanlıkta benimle birlikteydi. O an hissettiğim şey sadece gözleri değil varlığın soğuk, korkunç bir farkındalığıydı. Ne kadar uzaksam da o rüya her bir detayında, her bir adımında benimleydi. Sanki gözlerim kapalı olsa da beni izliyor ve her hareketimi takip ediyordu. O rüya, her şeyin sıradan olduğu o dünyayı parçalayarak bir başka gerçekliğin kapılarını araladı. O varlıkla olan o yakınlık, o korku dolu farkındalık beni uykudan uyandırdığında bile bana kaldı. O anın ağırlığı, o rüyanın gölgesi bir şekilde gerçekliğimi sorgulamama neden oldu. Sonra kumsala düştüm.

Bir kıyıda duruyordum. Kum siyah ve ıslaktı. Sanki okyanus her an geri çekilmeye, her an beni yutmaya hazırdı. Gökyüzü kasvetli, gri ve ağırdı ancak her şeyin üzerindeki yoğun karanlık, bir anlığına ışıldayan bir parıltı ile kesildi. Yanardağ gözlü soluk tenli kadın oradaydı. Elbisesi yırtılmış, kıyafetinin her bir parçası soğuk denizin etkisiyle ıslanmıştı. Cildi derinliklerin çekişiyle parlıyordu. Sanki okyanusun karanlıklarından ve yıllardan, yılların ötesinden geliyordu. Her hareketi suların içinden gelen bir yansıma, bir hayaletin varlığı, bir zamanlar canlı olan bir şeyin kaybolmuş izleri gibiydi.

Sesi, çarpan dalgaların arasında bir fısıltıydı; derin, uğuldayan ve tanıdık. “Onu yalnız bırakmalıydın Jack.” dedi, kelimeleri bir mezarın soğukluğunda yankılandı. O an, her şeyin üzerimdeki ağırlığı daha da arttı ve nefesim daraldı. “Şimdi, asla durmayacaklar.” diye devam etti, sesindeki tehdit ve korku beni büsbütün sarstı.

Kadının deniz gibi karanlık gözleri, derin bir okyanusun en kuytusundan bakıyordu. O gözler sadece geçmişi değil, geleceği de görüyordu. Kelimeleri ise bir yargı gibiydi. Beni sarmalayan bir lanet, bir işaret, bir sonun başlangıcıydı. Dalgalar; her şeyin sonunda beni sonsuzluğa çekecekmiş gibi kıyıya vuruyor, her yeni dalga bir adım daha yaklaştırıyordu. Ben ise orada kıyının kenarında, bir seçim yapmanın ne kadar yanlış olduğunu fark ettim. Çünkü şimdi, peşime düşen şeyler hiç durmayacaklardı.

Rüyanın ertesi sabahı gözlerim ağır bir şekilde açıldığında, içimdeki korku ve karanlık hâlâ taze bir iz ile duruyordu. Hızla yerimden kalktım. Sanki bir şey bana dokunmuş gibi gözlerim odanın her köşesini tarıyordu. Defteri koyduğum çekmecenin üzerinde, masanın köşesinde bir şey vardı. Işıksız sabahın gri yansımasında ıslak ve kenarları kıvrılmış bir kâğıt parçası görünüyordu. O kâğıdın üzerindeki nem, anlık bir dehşet duygusu yaratırken ellerim istemsizce uzandı.

Kâğıdın üzerindeki yazı, kesinlikle benim değildi. El yazısı tanımadığım birine aitti ama sanki o yazıyı daha önce görmüşüm gibi bir tanıdıklık hissi uyandırıyordu. Üzerinde yalnızca bir kelime vardı:

“Bekliyorlar”

O kelime rüyamdaki o sesin yankılarını tekrar hatırlattı. O kadının fısıldadığı sözler gibi derinlerden gelen bir çağrıydı ama bu sefer, sadece bir uyarı değil bir tehdit gibi hissettiriyordu. Bir şeyin yaklaşmakta olduğunu, o şeylerin sadece doğru zamanı beklediğini söylüyordu. Bir korku dalgası her hücreme yayıldı. O yazı ne kadar uzağa gitsem de peşimi hiç bırakmayacak bir şeyin, bir güç kaynağının bana doğru ilerlediğini duyuruyordu.

Soğuk terler içinde uyandım, dalgaların sesi hâlâ kulaklarıma çarpıyordu. Masamda, defterin olması gereken yerde sadece nemli bir leke vardı, havada ise hafif tuzlu su kokusu asılı kalmıştı. Deniz unutmaz. Onlar da unutmaz.

***

Sonraki haftalar paranoya ve korku dolu bir sis gibi sarıp sarmalanmıştı. Her an, her köşe, her gölge bana bir gözetleyiciyi, bir takipçiyi hatırlatıyordu. Döşeme tahtalarının her gıcırtısında bir ayak sesi duyuyordum ama arkamı dönüp bakacak kadar cesaretim olmuyordu. Şehir artık hiç de bildiğim gibi değildi. Sokaklar sanki sessizce fısıldıyor, birbirine derin sırlar anlatıyordu. Titreyen parmaklar gibi yanıp sönen ışıklar şehrin ruhu gibi, kaybolan bir şeylerin işareti gibiydi. Her adımımda kalp atışlarım, dalgaların ritmik nabzına benzer şekilde şehirle uyum içinde atıyordu. O tuhaf uyum bir şeylerin gitgide daha da derinleştiğini her geçen gün bir adım daha karanlığa çekildiğimi hissettiriyordu.

Görüş alanımın kenarlarında başta fark etmediğim figürler belirmeye başladı. Tuhaf, tökezleyen şekillerdi. Hiçbir biçim net değildi ama varlıkları bir gölge gibi içimde yankılanıyordu. O figürlerin her birini yakalamaya çalıştım ama her döndüğümde kayboluyorlardı. Geride bıraktıkları bir iz vardı: bir denizin kokusu gibi hafif bir tuzlu su kokusu… O koku her an, her yerden bana doğru yayılıyordu. Sanki bir şey bana yaklaşmıştı, her geçen gün biraz daha yakınlaşıyordu. Bunu fark ettiğimde içimdeki korku sadece bir his değil bir gerçeğe dönüşmeye başlamıştı. Her an o kokunun ve o figürlerin bir daha beni asla bırakmayacak şekilde üzerime doğru yığılacağını hissediyordum.

Deniz çağırıyor ve ben reddetmenin yollarını tüketiyorum. Her zaman izliyorlar, bekliyorlar. İlahileri, şehrin gürültüsünde sürekli bir alt akıntı… Gecelerim derinliklerin imgeleriyle, günlerim ise çok uzun süre kalan gölgelerle dolu. Bunun sadece bir zaman meselesi olduğunu biliyorum. Deniz unutmaz ve onlar da unutmaz. Zamanı geldiğinde cevap vermekten başka seçeneğim olmayacak.

***

Dolu viski şişesini ofisimde masanın üzerine koydum. Sıkış tıkış duran dalların olduğu sigara paketimi cebimden çıkarıp masanın üzerine attım. Radyoyu açtım ve viskiyi doldurmak için kapağı açtım. Bardağı, eski alışkanlık olsa gerek, bir parmak doldurdum.

Evet… Deniz unutmaz, deniz çağırıyor. Ancak radyoda da Nat King Cole var. Diyor ki:

“I’d Rather Have The Blues”

Yorum bırakın