
Emrecan Doğan
Günü, ayı ya da yılı ne olursa olsun, herhangi bir gazeteyi açıp da herhangi bir haberin herhangi bir satırında insanın sapkınlığının en ürkütücü izlerini görmemek imkânsızdır… Her gazete, ilk satırından son satırına kadar, bir dehşetengiz olaylar silsilesinden başka bir şey değildir. Savaşlar, işlenen suçlar, hırsızlıklar, cinsel sapkınlıklar, işkenceler, prenslerin, ulusların ve tek tek insanların kötülükleri; tam anlamıyla evrensel bir vahşet orjisi. İşte, uygar insanlar her gün sabah öğünlerini yemeye bu iğrenç iştah açıcılarla başlıyorlar.
Baudelaire
Nasıl!? Baudelaire’in bu cümleleri nasıl da zamana meydan okuyor değil mi? Birkaç ufak değişiklikle aynı cümleyi kolayca günümüze uyarlayabilirsiniz. Deneyin. Gazetenin yerine televizyonu veya akıllı telefonu koyun. Prenslerin üzerine başbakanları, cumhurbaşkanlarını, başkanları ekleyin. İşte size günümüzden bir manzara fotoğrafı!
Bizler de her sabaha Müge Anlı ya da kahvaltı saatinin haber bültenleriyle başlamıyor muyuz? Millet masasında peynir, domates yiyip çay içerken Müge Anlı’da canlı yayında ceset bulunmadı mı? Sonra insanlar telefonlarına koşup bunu tweetlemediler mı? Çocuklarımızın yatma saati 9 olduğu hâlde -her akşam alt reklam çıkıyor bunu hatırlatmak için- bizler saat 7’de ana haberleri izlemiyor muyuz? Bu haberlerde her türden cinayet, hırsızlık, ırza geçme yok mu? Her konuda rezilliğin dibini yaşadığımız bu çağda televizyon her rezilliğimizi bize göstermiyor mu?
Bütün bunlara rağmen televizyonda bulunan cesede baka baka yok yere öldürülen kadınlara aldırmadan büyük bir iştahla kahvaltımızı ediyoruz. Sanki televizyonda ya da akıllı telefonlarımızda gördüğümüz bu vahşet çılgınlığı bizim iştahımızı açıyormuş gibi, onun verdiği anlık heyecanla yaşama enerjimiz artıyormuş gibi önümüzdeki yemeğe daha bir iştahla girişiyoruz. Hangisinin daha korkunç olduğunu esasen bilmiyorum. Bu vahşet orjisi mi yoksa onu izlerken kılı bile kıpırdamadan keyifle yiyip içmeye devam eden bizler mi?
Bir de korku yazarlarıyla kitaplarının adı çıkmış! Böyle bir manzaraya bakıp da kötülük, dehşet, cinayet ve kan görmekten, bundan bahsetmekten daha doğal ne var? Kurulmuş bir robot gibi her sabah bu vahşet orjisinin ilk etabını seyredip işe ya da okula gidiyoruz. İkinci etabını öğlen arasında küçük dozlar hâlinde aldıktan sonra üçüncü ve sonuncusunu akşamları ana haber bülteni dedikleri kâbuslar geçidiyle alıp günü kapatıyoruz. Yalnız ana haber bültenlerinin haklarını yememek lazım, en azından bazılarının. Çünkü aralarında suya sabuna karışmamak için saçma sapan haberlerle bir saatlik bülteni dolduranlar da var. Bunlarda vahşet göremezsiniz ancak ülke gündeminde olan vahşetlerden mecburen reyting için en başta kısaca bahsedip geçerler. Sonrası bir karnaval havasındaki haberlerle doldurulur; mutfağı temiz tutmanın püf noktaları, mangal geleneği terk ediliyor vesaire…
Televizyon, internet ve gelişen teknolojinin var ettiği diğer iletişim araçlarının bizi bu vahşet orjisini normalleştirmeye ittiğini söylemeye gerek yok. Bu artık az çok herkesin malumu. Malumu da tekrar tekrar ilan etmeye gerek yok. Burada, “Diziler insanları bunları yapmaya itiyor” türünden bir şey söylemiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, bu olaylar öteden beridir oluyordu ama artık çok daha duyulur oldu. Günün her saati televizyonda, bilgisayarda ve internette bunlara maruz kalmamız da onları normalleştirmemize neden oluyor. Bir insan nasıl ki ne sıklıkta pornografiye maruz kalırsa beyninin gri bölgesi uyarılır, haz eşiği yükselir ve nihayetinde de beyin bu kadar sık uyarıldıktan sonra haz eşiğinin altında kalan uyaranlara yanıt vermezse kitle iletişim teknolojilerinin bize yaptığı da bu. Sürekli öldürülen birilerini izlemek ölüme en vahşisinden bile olsa tepki vermemizi engelliyor, çünkü olayın vahametini tam olarak kavrayamıyor ve ölüme karşı empati kuramıyoruz.
Bütün bunları şimdi söylemek çok kolay çünkü artık bu distopik ortam bizim gerçekliğimiz olmuş durumda. Bir şekilde de yürüyüp gidiyor bu düzen. Baudelaire dışında, ondan altmış sene kadar önce William Wordsworth adlı başka bir yazar daha bu konuya değiniyor. Böylece bu öngörünün kısa tarihi 224 yılı bulmuş oluyor. Wordsworth’un konuya bakışına dair görüşlerinin bir özetini Münevver Uzun Başkalarının Acılarına Bakmak adlı yazısında şöyle özetliyor:
Şair, ülke genelinde duyulan büyük olayların, tekdüze hayat süren insanlarda olağanüstü durumlara karşı bir açlık ve beklenti uyandırdığını ve bu açlık, iletişim kanallarıyla doyurulmaya devam ettikçe de halkın duyarlılığının her gün daha fazla yozlaştığını söyleyip bu durumu sert bir dille eleştirmişti. Ona göre bu merak tatmin edildikçe aşırı uyarılan insan zihni olayları sağlıklı analiz edemiyor ve vahşi bir tembelliğe sürükleniyordu.
Düşünün ki Baudelaire gazetesinde kendi öngörüsünü yazarken gazetelerde henüz fotoğraflı ya da resimli baskılar yoktu. Yani onun bahsettiği vahşet orjisi sadece betimlemelerden ve kuru yazıdan ibaretti. Wordsworth döneminde çıkan gazetelerde de herhalde toplumun katı ahlak anlayışının getirdiği kısıtlamaların sansürü bulunuyordu. Bugün ise acı pornosunu tutan bu zincirler yok! Ona her şey serbest, yeter ki reyting getirsin.
Reyting konusundan söz açmışken ve Başkalarının Acılarına Bakmak’tan bahsetmişken Unsleeping Eye’dan söz etmemek olmaz. Eminim ki 1974 yılında yayımlanmış bu kitapta sizler de benim gibi günümüz toplumundan bir şeyler bulacaksınız. David Compton’ın yazdığı kitap hastalıktan ölümün nadiren söz konusu olduğu bir dünyayı anlatıyor. “Ne güzel işte, insanlar ölmüyor” diyebilirsiniz ama asla öyle değil. Yine ölüyoruz; yaşlanmaya bağlı komplikasyonlardan ve kazaen. Yani birisi 90 yaşında böbrek yetmezliğinden ölebiliyor ya da merdivenlerden düşüp boynunu kırabiliyor. Onlara bir çözüm yok. Hastalıktan ölümün nadir rastlandığını söylemiştim. Peki, nadir olan şeyler nedir? Değerli. Bu durum şöyle bir gerçeklik yaratmış; hastalanarak ölmek nadir olduğu için değerli, bu değeri ona atfeden de insanlardır. Sıradan ve tekdüze hayatlarında nadir görülen bu doğa olayını(!) gözlemlemek için yanıp tutuşurlar.
Fakat sorun yok! Onların yerine ve onlar için bu nadir doğa olayını bulacak, ayaklarına kadar evlerindeki televizyonlarına getirerek onlara gösterecek birileri var: Televizyoncular! Bunlardan birisi olan Vincent Ferriman bu konuda oldukça azimlidir. O kadar azimli ki gözlerine 7/24 yayın yapmasına olanak veren kameralar taktırıyor. Kendini bir kameraya dönüştürüyor. Eminim bu kadarını her kanalın sahibi medya patronumuz dahi düşünmemiştir. Üstelik bu ameliyat sonucunda Ferriman uyuyakalırsa ya da gözlerini kapatırsa kamera yayını kesilecek ve Ferriman kalıcı olarak kör kalacaktır ama o bu riski bile alıyor. Kitabın adı da buradan geliyor: Uykusuz Göz.Kitabın geri kalanını anlatmaya gerek yok, söz konusu yazıda daha fazlasını bulabilirsiniz. David Compton’ın hiçbir kitabı Türkçe yayımlanmadığından size kitabını öneremem ama Ölümü Beklerken adıyla dublajlanmış filmini izleyebilirsiniz.
Son yıllarda sinemamızda yükselişe geçmiş biyografik filmlerin beslendiği kaynak da bu değil mi? Acıdan besleniyorlar. Kadının yüzüne kocası tarafından kezzap atılıyor, izliyoruz. Adam kanser olup acıdan kıvranıyor, izliyoruz. Eşini aldatıyor, sonra kendisi de aldatılınca pişman oluyor, izliyoruz. Trafik kazası geçirip öldü sanılarak morga kaldırılıyor ama ölmediği anlaşılıp ameliyata alınıyor, izliyoruz. Annesini, kız kardeşini ve erkek kardeşini öldürüyorlar, izliyoruz. Sürekli ama sürekli izliyoruz. Yeter ki sinema salonundan gözyaşı dökerek çıkalım!
Aslında bu bir makale olacaktı ancak gördüğünüz üzere bir iç dökmeye dönüştü. Belki de hepimizin içinden geçtiği ve içimizden geçen şu günlerde ihtiyacımız olan da birbirimize içimizi dökmektir. Anlar ya da anlamaz diye bir beklentiye/önyargıya kapılmadan. Burada yazarın ya da genel anlamda sanatçının üstüne düşeni, şu durumdan nasıl kurtulacağımızı, kurtulup kurtulamayacağımızı tespite falan çalışmıyorum. Sizlere elitlik veya lümpenlik taslamak istemem. Genelde öyle olmakla suçlanırım; İstanbul’un yarı köy mertebesindeki taşra bir ilçesinde yaşayan cebi delik biri nasıl elit olacaksa! Yakınmak niyetinde de değilim, kesinlikle. Az önce biraz söylenince öyle yaptığımı düşünebilirsiniz.
Başkalarının acılarına bakarken kendimizin acılarını görmezden geldiğimizi görebiliyor musunuz? Çok mu el iyisiyiz acaba? Öyleyiz. 6 Şubat depremlerinde 50 bin kişiyi toprağa gömdük, sonra da depremin ilk ayında hâlen enkaz altında olan insanlara kendi selalarını dinlettik. Aradan geçen yaklaşık iki senelik zaman diliminde hâlen çadırda ya da konteynırda kalan insanlar var. Depremden 8 ay 1 gün sonra, önce Hamas’ın saldırısıyla başlayan ve İsrail’e de soykırım için fırsat veren bir saldırıdan sonra olanlar bizi depremden daha çok ilgilendirdi. O kadar ilgimizi çekti ki depremden sonra hesap sormadığımız hâlde birden hesap sorar olduk, protesto etmediğimiz hâlde protesto eder olduk. Galata Köprüsüne çıktık, yollarda yürüdük, slogan attık. Evlerimize, dükkânlarımıza Filistin bayrağı astık.
2024 yılının başından beri her iki haftada bir kişi Marmaray’a çıkıp kendini raylara attı. Her iki haftada bir, bir kişi! Biz bunu hiç konuşmadık. Onun yerine Gazze Şeridi’nde yaşanan soykırımda yitip gidenlerin çetelesini tuttuk. Katliam başlayalı kaç gün oldu, kaç kişi yitti hâlen daha televizyonların haber kanallarında altyazı olarak görülebilir. Orada taş oynasa haberimiz oluyor. Arama motorunuzda Marmaray intihar diye aratırsanız söylediklerimin gerçekliğini kavrayabilirsiniz. En son ne zaman böyle bir habere denk geldiniz haber bülteninde? Kendi çocuklarına hiç acımayan, komşu çocuklarını öven, onları kendi çocuklarına örnek gösteren bir anne babaya dönüştü vatan.
Üstelik bütün bunları içi boş, çürük ve kof bir popülizm ile yapıyoruz. Birisi çıkıp işaret parmağıyla orayı işaret ediyor ve ne yapmamız gerektiğini söylüyor, biz de hemen o yana bakıp sorgusuz sualsiz denileni yapıyoruz. Yoksa insanlık falan umurumuzda değil. Eğer insanlık umurumuzda olsaydı Filistin için gösterilen bu ilgi Ukrayna için de, Doğu Türkistan için de, İngiltere ve ABD’nin bombaladığı Yemen için de gösterilirdi. Derdimiz mezhep olsaydı o zaman İran Cumhurbaşkanı öldürüldüğünde yas ilan etmez, Sünni Doğu Türkistan için de ses çıkarırdık. Ortada bir plan, program ya da herhangi bir şey yok. Sadece freni patlamış bir kamyon gibi yokuş aşağı gidiyoruz. Duvarı da henüz göremedik ama bir gün göreceğimiz kesin.
Ben bu yazıyı yazarken yeni iki olay daha cereyan etti. Birincisi İstanbul’un Avcılar ilçesinde yer alan Ambarlı limanına gelen İsrail’e ait “ZIM” şirketinin yükleneceği bir konteyner etrafında gerçekleşen protestodur. Bu protesto elbette Türk vatandaşları tarafından yapılıyor ve olay sırasında limanın güvenlik görevlisi silahını çekip havaya bir el ateş ediyor. Şu protestonun şiddetinde bir protesto depremzedeler için, çadır satışları için yapıldı mı? İkinci gerçekleşen olay ise İspanya’da yaşanan sel felaketidir. Bir yıllık yağmurun sekiz saatte yağmasıyla birlikte meydana gelen sel felaketinde 205 kişiyi yitirmişler. Bunun üzerine üç(rakamla 3) günlük yas ilan edilmiş. 50 bin kişiyi bir gece içinde kaybettik biz, 3 dakikalık saygı duruşu yapıldı mı? Gençlik umudunu adım adım, günbegün yitirmiştir.
Bu söylediklerim size siyasi gelebilir, “Ne güzel başlamıştın ya, şimdi ne gerek vardı siyasete girmeye” de diyebilirsiniz. Belki de sürekli politika konuşulmasından artık bıkmışsınızdır, size hak veriyorum. Bıkmak, usanmak, bezmek hakkınızdır. Fakat dünyada olup biten her şey politiktir. Her zaman öyleydi, şimdi de öyle ve hep böyle olacak. Kadın cinayetleri de politiktir. Bu söylem boşuna ya da kuru bir slogan olsun diye söylenen bir söz değil. Türk kadını, Türkiye kadını ya da 783 km²’lik Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisindeki ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olarak yaşayan bütün kadınlar aynı sarkacın altında duruyor.
Artık uygulanmayan yasalar sayesinde herkes bu sarkacın altındadır. Tepemizde sağa sola gidip gelen sarkaç her gidiş gelişinde biraz daha aşağı iniyor. Felaket tellallığı yaptığımı söyleyebilirsiniz ama bunun gerçekliğini göremiyor ya da tayin edemiyor olamazsınız. Söyler misiniz bana; hapisten firar etmiş birinin sokakta elini kolunu sallayarak yürürken sadece sizi gözüne kestirebildiği için öldürmeyeceğini, komşunuzla ters düşen bir başkasının onun evini taramak için gelip de sizin evinizi taramayacağını ya da sırf babası zengin diye her dediği yapılıp şımartılmış bir züppenin babacığının kendisine verdiği kredi kartıyla antikacıdan aldığı samuray kılıcıyla sizi doğramayacağını nereden biliyorsunuz? Bütün bunlar yaşandı.
Kurbanı suçlamak gibi rezilce bir düşünme biçimi var ülkemizde ama yukarıda saydıklarımda kurban ve katil birbirlerini asla tanımıyorlar. Kurbanı suçlamak zaten söz konusu bile edilemez de bunlara ne buyrulur? Bahsettiğim olaylardaki kurbanların adlarını da sırasıyla vereyim ki kendiniz de görebilin: Ceren Özdemir, Ata Emre Akman ve Başak Cengiz. Gerek İstanbul Sözleşmesi süresince gerekse de kaldırılmasının ardından kadınları yakan bu ateşin bütün ülkeyi yakabileceği, toplumun yarısı bu denli huzursuzken diğer yarısının huzur bulamayacağı söylendi. Şimdi ise çok geç, çünkü o günleri yaşıyoruz. İstanbul Sözleşmesi doğru düzgün uygulanmamasına rağmen toplumun bazı kesimleri tarafından iğrenç iftiralarla yürürlükten kaldırıldı. Bugün uygulandığı söylenen 6284 sayılı Kadını ve Aileyi Koruma Kanunu ise hem hâlihazırda yetersiz hem de uygulanmıyor.
Yukarıda da dediğim gibi bu yazının iç dökme, dertleşme yazısı olmasını planlamamıştım. Fakat Alfred Bester’ın dediği gibi “Patron kitaptır.” Benim durumumda bu, patron yazıdır oluyor. Yazı nasıl olmak istiyorsa öyle yazdım, fazlaca da uzun olduğunun farkındayım. Sanırım bu benim son yazım olacak, aslında bunun veda yazısı olmasını da planlamış falan değilim. Sadece son zamanlarda her şey böyle gelişti. Yazık ki elden bir şey gelmiyor. Yine de veda ediyor falan değilim, o taraklarda bezim yoktur zaten. Upuzun bir yazıyla dertleşmiş olduk, daha doğrusu bir monolog olarak ben dertleştim; sizler dinlediniz, onun muadili olarak okudunuz. Mevcut şartlarda yapabileceğimiz başka bir şey yok zaten.
28 Ekim-01 Kasım
Beyoğlu/İstanbul
Kaynakça
Münevver Uzun, Başkalarının Acılarına Bakmak, Bilimkurgu Kulübü [Erişim Tarihi: 29 Ekim 2024]





Yorum bırakın