
Erkin Tolga Sayilkan
Uyandım.
Yine bir başka gün, bir başka mesai.
Sonra eve geldim.
Uyudum.
Uyandım, uyudum.
Uyandım, uyudum.
Uyandım, uyudum.
Yandım, uyudum.
Sanıyorum bir yazım yanlışı yaptım.
Ama yandım mı?
Evet, yandım; yudum yudum yandım.
Yandığım ve kendimi yakıp söndürmeye çalıştığım bir gecenin sabahına karşı uyandım. Belki de sabahı göremeyeceğimiz bir karanlıktayım.
…
Uyandım.
Pazartesi sabahı yine başka bir güne uyandım.
Elimi yüzümü yıkamaya girdim üçüncü kez tuvalete, düşüncelere dalmışım, unutuyorum ve yıkamadan çıkıyorum üçüncü kez.
Dolaptan çıkardığım gömleğim ütü masasında beklerken dalmışım yorgun hayallerime yine.
Kapıyı kilitledim ve merdivenlerden inerken geri dönüp kapıyı kilitledim. Biraz önce kilitledim sanıp dalgınlıkla aşağı inmişim. Sonra bir daha döndüm ikinci kattan. Kilitli mi diye kontrol ettim.
Anahtarımı alıp almadığım konusunda apartmanın önünde çantamla bir münakaşada bulunduk. Sonuçta çantam muzaffer olamadı ancak ben de galip gelemedim. Anahtar cebimden çıktı, cebime koyduğumu unutmuşum.
Şirkete geldim, gelirken evden elma çayını almayı unutmuşum. Sinirimi ve yorgunluğumu bana unutturacak bir şeyler arıyorum, belki birkaç sayfa bir kitap, belki bir sakinleştirici ilaç.
Onları net hatırlıyorum, asla zihnimde zapt ettikleri kaleleri bırakmıyorlar.
Çalışanların bazısı günaydın diyerek önümden geçiyor.
Bazıları da sessiz…
Onlar da muhtemelen bir şeyleri unuttu: Belki fatura, borç, kira, alacak…
Neyi unuttuklarını hatırlıyorlar mı?
O zaman unutmuş olurlar mı?
Unutan uykusundan bir daha uyanabilir mi?
Sanmam.
Bazı kapıları açınca kapatamıyorsunuz.
…
Sabah müdürün sinirli tavrıyla odasına girince karşılaşıyorum. Sebebini anımsayamadım ama muhtemelen hizmetlilerin jeneratör benzinini iç ettiğiyle ilgili söyleniyor patrona. Zira bidonlar araklanmış. Patron da söyleniyor müdüre iki bidona sahip çıkamadığı konusunda.
Hakaretler havada uçuşurken – tabii ki tek taraflı zira patrona bağırabilir mi bizim müdür – yalandan bir günaydın deyip kaçıyorum zira dünkü evrak işlerimin tümünü unuttum. Onları yapmak için seri bir şekilde odaya akıyorum.
Odamdaki masamın üzeri yine dağılmış durumda. Evrak, raporlar, faturalar, fişler… Hepsini yüklenip çekmeceyi açıyorum, çekmecede bir kilit ve ona takılı bir anahtar yığını var. Kağıtları bu ağırlığın altına koyuyorum.
Evet, odayı topladım. Ama dağınık mıydı ki biraz önce?
Hatırlayamadım.
…
Koridorda bağrışan çalışanların gürültüsüne gittim. Aslında gitmişim zira oraya gidişimi hatırlamıyorum. Elimde ise acil durumlar için sakladığım ve odadan kaptığım gibi fırlayıp kavga alanına doğru koşturduğum telefonum dışında bir şey yok.
“Ne oldu arkadaşlar?” dedim ancak aldığım bir cevap olmadı. Kızlardan birisi “Birden bağrışmaya başladılar, biz de anlamadık.” diyecek gibi yüzüme baktı ya da dedi. Tam hatırlamıyorum.
Ne olduğunu onlar da pek hatırlıyor gibi değiller, muhtemelen birbirine garezi olan iki çalışanın kavgası. Onlar da garezlerinin sebebini hatırlamıyor ya da bana anlattılar da ben çok umursamadan dinledim.
Kamera görüntüleriyle onları korkutup kavganın nasıl çıktığı konusunda sorumluyu cezalandıracağımı belirttim.
Büyük ekrana kamera görüntülerini yansıtıp izlemeye başladım.
İşte koridorun sonundaki departmanlardan kızlar koridorda birini gösteriyorlar. Aralarında da iki üç erkek var. Gösterdikleri genç de bir alt departmandan bir stajyer. Sessiz bir çocuk diye hatırlıyorum ama net konuşmayayım. Bir sıkıntısı o zamana kadar çıkmış mıydı acaba şu zamana kadar? Hatırlayamadım.
Sonra – kızların gazlamasıyla muhtemelen – gazladıkları kişiler çocuğun yolunu kesip el kol hareketlerine başlıyorlar. Diğerleri de başlıyorlar yaygaraya. Kamera ses almıyor gerçi ama hareketlerinden anlaşılıyor.
Odadan fırladığımı görüyorum, üstümde sabah ütülemeyi unuttuğum siyah ve kısmen buruşuk gömleğim var. Ve elimde de acil durumlar için sakladığım ve odadan kaptığım gibi fırlayıp kavga alanına doğru koşturduğum telefonum…
Durun, bu yanlış oldu.
Kamera görüntülerinde telefon yok.
Elimde bir demir sopa var.
Peki, niye telefon diye hatırlıyorum?
Kamera görüntülerini tekrar tekrar izliyorum. İleri sarıyorum, geri alıyorum.
Elimde telefon yok. Telefon şarjda duruyor.
Çalışanları haşlayıp departmanlarına gönderirken onları neden haşladığım konusunda en ufak bir fikrim yok zira hatırlamıyorum.
…
Patron çalışanlara neden sopayla saldırdığımı soruyor. Saldırmadığımı hatırlıyorum zira kamera görüntüleri var. Kamera görüntüleri benim adıma hatırlıyor olayı net bir şekilde.
Olayı biraz abarttığını düşünüyorum zira kendisi 500 bin lira maaş alıyor. Dergiye de bugün röportaj verecek. Bize düşen de 25 bin lira. Maaşımı hatırlıyorum zira onunla borçlarımı ödeyemiyorum.
“Kamerada var, saldırmadım. Tehdit amaçlı gittim, maksat kavga olmadan ayırmaktı.” şeklinde çok inandırıcı ve emniyet ifadesi gibi cümlelerle kendimi savunuyorum. Özel sektörde böyledir, ezber cümleleri hazır etmek zorundasınızdır. Tepedekilerin hoşuna gider ve her konuda geçerli bahane olabilir. Doğruluğu ise önemli değil.
Bunları net hatırlıyorum. Bir mücrimin ölesiye pişman olduğu cürümleri gibi aklıma kazınmış durumda.
Ama sopayı elime aldığımı hatırlamıyorum.
Yanımdaki şirket hizmetlisi de yangın merdiveninin kapısının kilitlendiğini söylüyor ancak anahtarları nereye koyduğunu hatırlamıyor.
…
İnsan sesleriyle daldığım düşlerden kendime geliyorum. Odada evrak işlerine dalmışken kendimi unutmuşum. Havada hafif bir duman var gibi algılıyorum. Gidip pencereyi kapatıyorum. Muhtemelen aşağıdaki atölyeden gelen soba dumanı. Hava serin zira. Sabah yakmışlardır da ancak dumanı gelmiştir. Pencereden bakınca bu içgüdüm doğrulanıyor. Atölyenin bacası tütüyor.
Kavga olmasın diye koridora çıkıyorum. Biraz önceki çalışanlar korkuyla geçiyor yanımdan. Ve diğerleri.
Ve diğerleri…
Ve diğerleri…
Onların da gözlerinde aynı bakış var.
Eski çalışanlardan biri ziyarete geldiğinde sene başında, ona söylediğim sözleri hatırlıyorum: “Biz burada bazı rollere kendimizi yerleştirmek zorundayız. Bu sebeple bağırıp çağırıyoruz. Bu sebeple otorite sağlamaya çalışıyoruz ki tamamen çalışma ortamı bozulmasın diye.”
Kime söylemiştim ama? Hatırlayamıyorum. Hatırlamaya çalışırken çay molası bitiyor. Çalışanlar da aynı korku dolu bakışlarla yanımdan geçiyor. Ama bakışlarındaki korkuyu ben mi anlamıyorum, korku nedir onu mu unuttum, bilemiyorum. Zira bu sefer biraz da şaşkınlık var gibi.
On dakikadır aynı yerde mi bekledim ben? Dalmışım yine düşüncelere.
…
Öğle arası geliyor ve yemeğe çıkıyorlar. Departman sorumluları da onlarla beraber. Telefondan tembihliyorum bugünkü kavgayla ilgili olarak ama onlar da kavgayı çok önemsiyor gibi görünmüyorlar.
Ya da ben tam anlatamıyorum zira cevap yazmıyorlar.
Elimdeki sopayı dolabın arkasına bırakıp telefonu elime alıyorum. Mesajı yazıyorum bu defa ve yazdığım mesaja cevaplar geliyor.
“Sorun yok, dikkatli oluruz” ve türevi cevaplar…
Bunlar da ezberlenmiş şekilde, neredeyse otomatik yazılan birkaç kelimelik kandırmacalar.
Telefonu cebime atıyorum.
Cebime sığmasından anlıyorum telefon olduğunu. Cebimde biraz ağır geliyor zira cebimde şıkır şıkır bir ağırlık var. Telefonu çıkartıyorum ve masaya bırakıyorum. Telefonun arkasındaki çıkartmalara dalıyorum.
Sahiden, ben bu telefonu niye elime almıştım?
Mesajlara bakıyorum, herhangi bir yeni mesaj yok.
Saate bakmak için almışımdır muhtemelen diye düşünüyorum.
Duman var odada ve is kokusu daha da baskın.
Duman beni kendime getiriyor.
“Gidip şu atölyeyi bir basayım arkadaş, nedir bu ya” diye söylenip elime telefonu – ama bu sefer telefonu – aldığım halde bahçeye fırlıyorum.
…
Bahçeden atölye tarafına doğru gidiyorum. Dumanla ilgili şikayetçi olacağımı kafamda kuruyorum yolda. Kışın sürekli bir duman kokusuyla çalışmak zorunda kalıyorum odamda.
Müdürümü arıyorum ancak açılmıyor. Patronu arıyorum, o da meşgul. Yemeğe dalınca öbür ay maaşlardan ne keselim de cebimize atalım konuşmaları yaptıklarına emin değilim ancak şüpheleniyorum.
Dumandan olacak, kollarım bana ağır gelmeye başlıyor. Bu ne rezillik, diye bağırıyorum ancak sesim de pek çıkmıyor. Dumanlık, sobalık bir durum da yok halbuki. Hava çok sıcak.
Yani gökyüzü bulutlu ama çok terlediğimi hissediyorum. Sırılsıklam olmuşum terden hatta. Yeni fark ediyorum.
Tüm vücuduma bir ağırlık çökmüş gibi hissediyorum.
Ağırlık dumandan muhtemelen.
Hatırlayamıyorum ne zaman bu duman geldi ciğerlerime?
Atölyeye gidiyorum.
Atölyeye.
Şirketin atölyesine.
Şirketin atölyesi…
Yok.
Şirketin bir atölyesi var mıydı?
Yoktu.
Vücudumu çökerten ağırlığı bahçedeki bankların üzerine bırakıyorum.
Çekmecemdeki anahtar yığını…
Ama kilit yok.
Zira kilit yangın merdiveninin kapısında.
Sopa yemekhanenin kapısının kollarının birbirinden ayrılmasını engelliyor. Bidonlar ise çatıda boş vaziyetteler.
Hatırlamıyorum ne oldu ya da ne yaptım ancak tahmin edebiliyorum.
…
Bahçede otururken sakinleştirmeye çalışan ambulans personeli yanıma geliyor. Dumandan olacak bol bol öksürüyorum ve ağzıma oksijeni takıyorlar. Ya da ellerime kelepçe mi takıyorlar? Farkında değilim. Ağzımı ve bileklerimi bir şeyler sıkıyor. Ya oksijen maskesi ya da kelepçe.
Gökyüzü kararıyor.
Güneş tutuluyor sanki…
Kararıyor, kararıyor.
Karanlık beni alıyor.
Karanlıkta sadece kızıl alevlerle yanan şirket binasını görüyorum.
Duman ve alevler arasında gökyüzüne yükseliyorum.
Karanlık beni alıyor.
Alıyor ve gökyüzüne yükseltiyor.
Ama yükselirken alevlere doğru gidiyorum.
Durun, bu yanlış oldu.
Alevlerden uzaklaşmam gerekiyordu.
Alevler bedenimi sarıyor.
Yanıyorum.
Yandım.
…
Uyandım.
Yandığım ve kendimi yakıp söndürmeye çalıştığım bir gecenin sabahına karşı uyandım. Belki de sabahı göremeyeceğimiz bir karanlıktayım.
Evet, yandım; yudum yudum yandım.
Ama yandım mı?
Sanıyorum bir yazım yanlışı yaptım.
Yandım, uyudum.
Uyandım, uyudum.
Uyandım, uyudum.
Uyandım, uyudum.
Uyudum.
Sonra eve geldim.
Yine bir başka gün, bir başka mesai.
Uyandım.
Mı?
…
Kabuslarla uyandığım 2 Ekim 2024 saat üç sularının hemen peşine, sabaha karşı 03.30 – 05.27 arasında yazılmıştır.
Ya da yaşanmıştır mı diyelim?
Gerçek dünyada olmasa da yaşanmamıştır diyebilir miyiz?
Bilemiyorum.





Yorum bırakın