Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

KAN VE DÖL

,

Okuma Süresi

7–10 dakika

Abdullah Emre Aladağ

Yine iğne atsan yere düşmüyordu İstiklal’de. Şubat ayından beklenmedik güzellikteki bu bahar havasını fırsat bilen tüm İstanbullular, akın etmişti Beyoğlu’nun cazibe merkezi olan bu yere. Seyyar satıcıların pişirdiği mısırın, kestanenin kokusu cezbediciliğiyle havayı dolduruyor, cadde üzerindeki sayısız irili ufaklı dükkânın renkli camekânları gözlere neonvari bir cümbüş halinde akın ediyordu. Nevizade’nin hemen başındaki balıkçılar, inceden gelip geçeni kesiyor, hemen ilerideki eğlence mekânlarından sohbet eden insanların neşeli gürültüsü, armonik bir rabarba oluşturuyordu. James Joyce’ye kadar yürürken tüm bunların tadını çıkarmıştı Bulut. Günlerdir hem ülke gündemini, hem de kafasını meşgul eden garip kadın ölümlerinden bir an olsun sıyrılmak istiyordu. Cinayet mi, yoksa doğal ölüm mü belirlenemediğinden hala her şey havadaydı bu vakalarda.

Hemen bar tezgâhına, barmenin karşısına kuruldu, bir ellilik söyledi. Kafa dinlemek istediğinde hep böyle yapardı. Hele ki, kafası bu kadar meşgulken kimsenin zevzekliğini de çekemezdi. Birası geldi, büyük bir yudum aldı. Derin bir oh çekip, “İşte şimdi oldu!” dedi kendi kendine. Bir müddet uzun bira bardağına bakıp düşündü tekrar olan biteni.

Bir hafta içinde, dört kadın evinde ölü bulunmuştu. Hepsinin de ortak özelliği, yatak odalarında, anadan üryan bir şekilde boylu boyunca uzanıyor olmalarıydı. Olay yeri inceleme esnasında, hiçbirinin üzerinde herhangi bir darp izine rastlanmamıştı. Gözleri tamamen açık bir şekilde oldukları yerde uzanıyorlardı. Göz bebekleri sanki hiç var olmamış gibi, tüm gözleri yekpare aktı. Göz çeperlerinin çevresinden gözün merkezine uzanan küçük damarlar kendini göstermişti. Bir de, işin ilginç yanı, hepsinin de şakaklarında kemiksi yapılar peyda olmuş, sanki boynuz benzeri bir yapı ortaya çıkmıştı. Adli tabiplerin yaptığı otopsi sonuçları da, ölüm saatinden hemen önce cinsel birleşmenin yaşanmış olduğunu gösteriyor, alınan örnekler sonucunda, normal bir insanın vücudunda barındırdığından üç kat fazla östrojen ve serotoninin vücutta salgılandığını işaret ediyordu.

Düşündü, düşündü. Hiçbir çıkar yol bulamıyordu. Başkomiser Cevdet bir yandan emniyet müdürünü eğlemeye çalışıyor, diğer yandan da basının yaptığı haberlerle üstlerine gelmesini önlüyordu. Hala net bir açıklama yapılamadığı için de, basın kıskacı daraltıyor, feminist derneklerin bu ölümler hakkında yaptıkları sosyal medya çığırtkanlığı da zaten kanayan yaralarına daha fazla tuz ekiyordu.

Bir anlık bir şey dikkatini çekti ve düşüncelerinden sıyrıldı. Bar tezgâhının öbür ucunda oturan bir kadın gözünü ona dikmiş, davetkâr bir gülümsemeyle Bulut’u seyrediyordu. Kadın, görüp görebileceği en güzel, en çekici varlıktı sanki. Mermerden oyulmuş gibi bembeyaz teni ve insanın kanında tatlı bir ateş uyandıran güzel kıvrımları vardı. Gözleri, zümrüt gibi yeşil bir parıltıyla parlıyordu. Düz ve asil bir burnu, kırmızı dolgun dudakları ve yumuşak hatlı çenesiyle karşısına dikilecek her erkeği cezbetmeye yeminli bir şehvet ikonasıydı onu şuh bakışlarla süzen. Kıvırcık saçları, başından çağıldayarak akan bir kan nehri gibi, kıpkızıldı.

Dayanamadı, o da koca, kahverengi gözlerini çevirdi ve ince biçimli dudaklarıyla gülümsedi. Kemerli burnundan derin bir nefes çekti ve omzuna gelen dalgalı saçları arasından ince parmaklı ellerini geçirdi. Kadın, başını eğip kendi kendine güldü. Sapından zarif parmaklarıyla kavradığı şarap kadehini alarak genç komiserin sol yanındaki bar taburesine yerleşti.

“Selam, Leyla ben!”

“Selam, ben de Bulut!”

Bir anda aklını kurcalayan her şey uçup gitmişti Bulut’un aklından. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Kalbi, göğüs kafesinden firar etmek istercesine atıyordu. Kanı, damarlarında maraton koşusuna çıkmıştı.

“Seni televizyon gördüm galiba. Ünlü müsün?”

Güzel kadının bu sorusuna karşılık gergin bir kahkaha patlattı:

“Son zamanlarda belki. Normalde pek sevmem kamera önünde olmayı.”

Kadın, ince ve biçimli kaşlarını kaldırdı. Sağ eliyle, sol pazusunu tatlı bir dokunuşla kavradı.

“Hadi ya, oysa kameralar önünde, ciddi ifadenle pek yakışıklı duruyordun.”

“Haberleri takip ediyorsun demek ki… Ben de kafamı boşaltmak için gelmiştim ama baksana, yine karşıma çıkıyor. Hayatım işim olmuş.”

Kızıl saçlarını yana savurdu baş hareketiyle ve biraz daha yanaştı genç adama doğru. Parfümü ne de güzel kokuyordu. Ciğerleri açılmıştı.

“Sorun değil, bu gece işten konuşmayız o zaman. Hatta sana şöyle bir teklifte bulunayım yakışıklı. Bana geçelim mi? Evim yakında.”

Gülümsedi, kadına doğru eğilip:

“Olur, hatta çok iyi olur.”

***

Her şey bir anda gelişmişti. Kadının yanına gelmesi, kısa sohbetleri, evine gitmeleri… Daha önce de böyle şeyler yaşamıştı ama bu kadar hızlı ve böylesine kontrol dışı gelişmemişti öncekileri. Üstelik genelde bir mekânda kadınlar ona değil, o kadınlara yanaşırdı. Bulut için ender rastlanan bir durumdu. Genelde o adım atmadıkça karşı taraftan bir karşılık gelmez, gece boyu öylece birbirilerini süzüp dururlardı. Şimdiyse yatak odasındaydılar kadının. Evinin tüm duvarları vişneçürüğüne boyanmıştı. Evi aydınlatan ışıklarsa oldukça loştu. Evin dört yanı, ilginç ve ürkütücü heykeller ve tablolarla süslüydü. İlk başta meslek hastalığının bir sonucu, birtakım çıkarımlar yaptı kendince. Özel müşterileriyle ilgilenen bir hayat kadını olabileceği geçti aklından. Ancak yatak odası kapısının hemen karşısındaki devasa kütüphaneyle göz göze geldiğinde bunun yanlış bir varsayım olduğunu anladı. Dinler tarihi üzerine bir dolu kitap vardı kitaplıkta. Mitler, efsaneler, İncil, Tevrat, Zebur, Kuran-ı Kerim en üst rafta nizami şekilde sıralanmıştı. Yabancı dilde birçok kitap da alt rafları süslüyordu.

Tek bir kelime etmemişlerdi eve gelene kadar. Eve girdiklerinde de ikisi de ne yapacağını gayet iyi biliyordu sanki. Anlaşmak için konuşmalarına gerek yoktu. Şimdi bu tutkunun sahibesi kadın, yatağın yanı başına oturmuş onu seyrediyordu. Sol eliyle yatağa iki kere hafifçe vurdu. Bu davete anında cevap verdi ve kadına doğru ilerledi. O ağır adımlarla gelirken, karşısındaki tek parça siyah elbisesini omuzlarından bıraktı aşağıya. Kalbi şimdi hipodromda koşan bir yarış atı gibiydi. İnce zarif omuzları, dik ve iri göğüsleri, kavisli kalçaları ve zarif bacaklarıyla bekliyordu kadın.

***

Ömrü hayatında böyle sevişmiş miydi, bilmiyordu. Kadın üzerinde bir ilahe gibi yükseliyordu adeta. Her birleşmede dolgun dudaklarından çıkan zevk iniltileri onu içtiği her türlü içkiden daha fazla sarhoş ediyordu. Bukleler halinde omzuna dökülen kızıl, kıvırcık saçları yükseldikçe meltem sallanan yapraklar gibi titreşiyor, iri göğüsleri de saçlarının dansına aynı ritimle eşlik ediyordu. Tutku dansının ritmi hızlandı, kadın vites artıran şuh çığlıklar attı ve ansızın onu tutup üstüne aldı. Bacaklarını iki yana açtı ve Bulut, Leyla’nın öpmeye çağıran dudaklarına yapıştı. İşte o anda sanki tüm manzara değişti. Garip bir sıcaklık dört yanından kuşattı. Kulağına amansız yanan sayısız ateşin çatırtısı doldu. Kırmızı-sarı yalımlarla içinde bulundukları oda, cehennemden bir kareyi anımsatıyordu. Leyla’ya baktığında ise gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Gözlerinin olması gereken yerde yeşil kıvılcımlar ve şimşekler çakıyordu. Şakaklarından çıkıp saçlarını Kızıldeniz gibi ayıran bir çift kara boynuz, bu ateşli güzelliğe ürkütücü bir hava katıyordu. Bacaklarına sürtündükçe hissettiği sayısız kıldan duyduğu rahatsızlık, apansız bir mide bulantısına dönüşüyor, partnerinin zevkle kasılırken birbirine sürten ayaklarından tek tük toynak sesleri geliyordu.

Kadın şeytani bir gülümsemeyle ona baktı ve iç çekti.

“Artık benimsin Bulut!”

Cümlesinin bitmesiyle birlikte nereden geldiği bilinmez çok sayıda kanca etine saplandı genç komiserin, zevk inlemeleri, acı çığlıklara dönmüştü şimdi. Kancaların etine geçmesi mi daha çok acıtmıştı yoksa sıcaktan kömüre dönmüş demirin yakması mı, emin değildi. Öyle bir acıydı ki yaşadığı, daha fazla dayanamadı ve olduğu yere yığılıp kaldı.

***

Uyandığında kendisini, evinin salonunda çırılçıplak yatarken buldu. Sabah henüz altı olmuştu ve güneş daha doğmamıştı. Hiçbir şeye anlam veremeyerek olduğu yerde doğruldu ve bir süre halıdaki desenleri amaçsızca inceledi. Sonra kafası karışık şekilde kalktı ve üstünü giyindi. Biraz kahvaltı edip çıksa, emniyete zamanında varabilirdi. Aklını kurcalayan her şey silinip gitmiş ve tek bir şey kalmıştı: Leyla.

***

Günler günleri kovaladı ve ölü bulunan kadın sayısı on üçe ulaşmıştı. Tüm bilinenler tekrarlanıyor ancak yine de bir sonuç çıkmıyordu ortaya. Görgü tanıklarının ifadelerine göreyse kadınların hepsi, en son sevgilileri ya da takıldıkları kişilerle görülmüşlerdi. Hepsinin kimliği tespit edilip evlerine baskın yapıldığında da diğer adamların feci şekilde parçalanmış bedenleriyle karşılaşmışlardı. Hepsinin de göğüslerinde devasa pençe izleri vardı ve hiçbiri de evlerinde hayvan beslemiyordu. Adli tıp sonuçlarına göre böyle bir izi ancak ve ancak ayı ya da kurt bırakabilirdi. İşler iyice çıkmaza girmişti. Ancak Bulut’un hali de pek iyi değildi. Her gece, kendisini cehennemin ortasında buluyordu. Etrafında vakaya konu olan kadınlar acı çığlıklar atarak zincirlenmiş onu seyrediyordu. Leyla onu paramparça ettiği her an çığlıkları, delişmen kahkahalara dönüşüyordu. Bu da yetmezmiş gibi, her sabah kendisini ya bir bankta uzanırken ya da hiç tanımadığı kadınların evinde buluyordu.

Bir haftayı geçmişti ve artık sinirleri dayanamıyordu tüm bu olan bitene. Yoğun geçen mesaiden fırsat buldukça o gizemli kadını araştırıyor ancak ona dair ne bir iz, ne de bir iletişim kanalı yoktu. Sosyal medyada ya da arkadaşlık uygulamalarında da denk gelmemişti kendisine. Defalarca kez karşılaştıkları bara uğrasa da kendisini hiç göstermemişti. Bar çalışanları da kendisine bir daha rastlamamıştı üstelik.

Basının yaptığı haberler iyice ayyuka çıkmış, vakadaki başarısızlıkla iyice göze batmıştı. Emniyet müdürü, Cevdet Başkomiser’i görevden almış, boş alan makama da Bulut’u getirmişti. Yaşadığı hezeyanlardan ve amirinin açığa alınmasının üzüntüsünden aldığı terfiye dahi sevinememişti. Zaten savcılık bu davanın dosyasını kapatma kararı almış ve çözülemeyen vakalar arasına bir yenisi daha eklenmişti.

Başarısızlık, duygusal çöküntü ve ihtiraslı takıntıdan yılan Bulut Başkomiser, yine soluğu ilk fırsatta aynı barda aldı. Yine bar tezgâhına çöktü tüm bıkkınlığıyla. Hiç kim olduğuna bakmadan, kendisine ilk ilgi gösteren kadına yanaştı. Aklında hala Leyla vardı ancak eskilerin de dediği gibi, çivi çiviyi sökerdi.

***

Uyandığında, ilk başta nerede olduğunu kestiremedi. Başında sayısız fil tepişmiş gibi keskin bir ağrı vardı. Ellerini şakaklarına götürdüğünde bir gariplik hissetti. Sanki etine yapışmış çok sert bir şey bitivermişti şakağından. Ellerine baktığındaysa, tırnakları orak gibi uzamış, ölümcül birer silaha dönüşmüştü.

“N’oluyor be?” diye bir çığlık attı. Ancak sağ yanında boylu boyunca anadan üryan uzanan kadına baktığındaysa dehşeti katlanarak arttı. Kadının şakaklarında, kemiksi uzuvlar çıkmış, gözleri tamamen beyaza dönmüştü. Hemen kendisini telaşla yatak odasındaki aynalı gardobun önüne attı. Gördüğü manzara karşısında tüm mahalleyi ayağa kaldıracak cinsten bir feryat kopardı.

Siyah devasa boynuzları başının iki yanından göğe doğru korkutucu şekilde uzanıyordu. Derisi kızıla dönmüştü ve sağlam dokunsa her şeyi yakacak derecede bir sıcaklık yayıyordu. Bacakları boydan boya kısa kıllarla kaplanmıştı ve ayaklarının olması gereken yerde bir çift toynak duruyordu. Arkasında ise kamçı gibi bir sağa, bir sola sallanan uzun ve ince bir kuyruk vardı. Gözleri ise kıpkırmızı yalazlarla yanıyor, karanlığı kendisinden daha uğursuz bir parlamayla bölüyordu. Aynada kendi incelerken kafasının içinde çok tanıdık bir ses duydu:

“Sana demiştim Bulut, artık benimsin diye… Sen de benim çocuklarımdan birisisin artık. Yeni yuvana, cehenneme hoş geldin!”

Yorum bırakın