
Muhammet Fatih Dur
“Yazıyorsam, yazmak ihtiyacı beni zorluyor da ondan. Mecburum, düşüncelerimi hayali bir varlığa, gölgeme bildirmek zorunluluğunu fazlasıyla hissediyorum… Fakat ben yalnızca gölgemle konuşabilirim. Beni konuşmaya o zorladı, yalnızca o anlar.”
— Sâdık Hidayet, Kör Baykuş
2040 yılının ortalarıydı. Hava tam da yürüyüş havasıydı; yumuşak, insanı bunaltmayan. Kahvaltısını yaptıktan sonra yürüyüş yapması şarttı, son günlerde ihmal etmişti. Yataktan kalkmak istemiyordu ama kendini zorlayarak mutfağa yöneldi. Su ısıtıcısına su koyduktan sonra masayı hazırlamaya başladı. Dolapta ne bulduysa masaya diziyordu. Kahvaltı, en sevmediği öğündü. Bunun sebebini hayatı boyunca çözebilmiş değildi.
Su kaynarken, kız arkadaşına mesaj attı: “Birazdan yürüyüş yapalım mı?” diye sordu. Cevabı beklerken ne içeceğine karar vermek için sallama çayları tezgaha dizdi ve çocukça bir heyecanla “O piti piti…” diye saymaya başladı. Çocuğunu özlemişti. Devlet, çocuğunu yedi yıl önce elinden almıştı. Oğlan henüz beş yaşındaydı. Bu olaydan sonra eşiyle arası açılmış ve sonunda boşanmışlardı. Çocuğunu görmesine izin vermiyorlardı. “Çocuğunuza iyi bakamıyorsunuz; bakın, testi pozitif çıktı,” diyerek onu ellerinden almışlardı. Sözde bir “çocuk sağlık kampı” vardı; oğlunu oraya götürmüşlerdi. O günden sonra bir daha çocuğunu göremedi. Fotoğraflarına bakarak, “Acaba şimdi nasıl oldu?” diye tahmin etmeye çalışıyordu sürekli. Olaydan sonra annesi de dayanamayarak intihar etmişti.
“Ah, bu hayatın…” diye küfre başlarken suyun kaynadığını fark etti. Masaya oturduğunda iştahı yine kapanmıştı. Zaten ne zaman açıktı ki? İki üç zeytin, biraz ekmek ve peynir… Dostlar alışverişte görsün tarzı bir kahvaltı yapıyordu. Telefonu titredi; kız arkadaşından cevap gelmişti: “Tamam, olur.” Henüz yeni tanışmışlardı. Yalnızlık çekilmezdi, birine ihtiyacı vardı. Ev bir anda sessizliğe gömülmüştü. Duvarlarla konuşmaya başlamıştı. Kız arkadaşıyla bir sosyal medya platformunda tanışmıştı. İyi biriydi, kader arkadaşlığı yapıyorlardı.
Yürüyüş için hazırlanmaya başladı. Eşofmanını ve spor ayakkabılarını giydi. Sonra balkona geçti, yürüyüş bandını çalıştırdı ve VR gözlüklerini taktı. Hafif tempoda yürümeye başladı. Ormanlar ve parklar kapatılmıştı. Aslında resmî olarak kapatılmamıştı ama halkın girmesine izin verilmiyordu. Yüksek sosyal kredi puanına sahip olanlar, randevuyla bu alanlara girebiliyordu. Oralara girmek, yüksek statülü vatandaşlara mahsustu. Yürüyüşüne devam ederken, kız arkadaşı da birazdan VR üzerinden katılacaktı. Kulaklığını ve oksijen maskesini taktı. Son zamanlarda ev tipi ve taşınabilir oksijen maskeleri moda olmuştu. En azından bu şekilde “temiz oksijen” aldığını düşünüyordu. Kız arkadaşı da gelmişti—tabii ki avatarı. O da kendi evinde, balkonunda yürüyordu.
“Hoş geldin canım.”
“Hoş bulduk canım. Nasıl gidiyor?”
“Nasıl olsun işte, akıp gidiyor… Tanıdığın bir öğretmen var mı? Bir arkadaşın çocuğu için arıyoruz. Bu sene eğitimini tamamlaması lazım ama geçen seneki fiyat çok artmış.”
“Bir bakmak lazım. Şu an aklıma kimse gelmiyor.”
Ülkede eğitim sistemi tamamen değişmişti. Hibrit eğitim adı altında, uzaktan eğitim temelli bir sistem getirilmişti. Seçkin öğrenciler dışında okullara pek kimse alınmıyordu. Yüz yüze eğitim neredeyse yalnızca en fazla ücreti ödeyen velilerin çocuklarına verilmekteydi. Diğer öğrenciler televizyondan veya internetten dersleri takip etmek zorundaydı. Sınavlar ise belirli merkezlerde yapılmaktaydı. Sınavların zorluğu ise hep tartışma konusu oluyordu. Parası yetmeyen aileler özel öğretmenler tutuyordu. O eski günleri düşünmeden edemiyordu Adem. Artık geçmişin gerçekliğinden bile şüphe ediyordu, çünkü eski tarihlere ait tüm içerikler internetten ve kitaplardan siliniyordu. Hüzünlendiğini fark edince yürüyüş bandının hızını arttırdı. Bu sırada kız arkadaşı mahalledeki dedikoduları anlatıyordu, fakat Adem onu tam olarak dinleyemiyordu.
“Hey, sana diyorum Adem! Duymuyor musun?”
“Affedersin, dalmışım…”
“Önemli değil. Neyse, yeni vali atanacakmış, duydun mu?”
“Duydum da ne fark eder ki? O da sadece merkezden gelen kararların altına imza atacak…”
“Şşş! Dikkatli ol. Dinliyorlar biliyorsun.”
Yeni valinin atanacağını duymuştu. Fakat diğerlerinden bir farkı olmayacaktı. Zaten kimse merkeze karşı çıkamıyordu. Dünya, küçük bir grubun yönetiminde gibiydi. Tüm ülkeler neredeyse mandaya dönüşmüştü. Dış ilişkilerde bağımlı, iç işlerde ise daha da bağımlı bir hâle gelmişlerdi. Seçimlerin ve siyasi partilerin konuşulduğu eski zamanları hatırlamaya çalışıyordu ama zorlanıyordu. Seçimler, salgın nedeniyle ertelenmişti ve Birleşmiş Milletler, salgınla mücadelede tek bir liderliğe ihtiyaç olduğunu savunarak tüm devletleri kendine bağlamıştı. Bu duruma direnen ülkeler olmuştu ama uluslararası ekonomik sistemden çıkarılınca ve ambargolar uygulanınca fazla dayanamadılar. Hâlâ özgür ülkeler olduğuna dair söylentiler dolaşıyordu, fakat kimse bu konuda net bilgiye sahip değildi.
“Bugün iyi ter attık değil mi Bahar?”
“Her sabah yapmamız lazım aslında. Bundan sonra yapalım.”
“Anlaştık.”
“Canım, benim çıkmam lazım. İşe geç kalmayayım. Görüşürüz.”
Adem, yürüyüş bandından indi ve gökyüzüne baktı. “Bu böyle daha ne kadar sürecek?” diye düşüncelere daldı. Ne zaman bitecekti bu kabus?
Mutfağa gitti, dolabı açtı. Evde yiyecek meyve kalmamıştı. Tüh, izni de bitmişti. Sipariş verse, iki günde gelecekti. Telefonundaki e-devlet uygulamasını açarak izin için form doldurdu. Beş senedir izinsiz sokağa çıkmak yasaktı. İzin almak gerekiyordu. İşi olanlar aylık izin alabiliyor, diğerleri ise günlük izinlerle idare ediyordu. İzinsiz dışarı çıkanlar karantina kamplarına götürülüyordu. İzin çıkmasını beklerken, evde bir o yana bir bu yana dolanıyordu. Bu bekleme anlarında intihar edenleri haklı buluyor ve “Bu insanlık değil!” diyordu. Bu durumu fark etmeden yaşadıkları darbeye benzetiyordu, fakat bu düşünceleri sesli dile getirmek yasaktı. Çünkü her evde bulunan e-devlet uygulaması aynı zamanda bir dinleme cihazıydı. Silmek de devre dışı bırakmak da yasaktı.
Özgür olduğu söylenen o ülkeye kaçmalıydı, ama hangi kıtada olduğunu bile bilmiyordu. Bilse bile nasıl kaçabilirdi ki? Bu düşünceler arasında izin talebine gelen cevaba baktı: Reddedildi. İtiraz etti. Yarım saatlik beklemeden sonra bu sefer “1 saatlik izin” çıktı. Hemen en yakın market için yola koyuldu.
Markete girerken maskesiz bir adam dikkatini çekti. Polislerden kaçıyor gibiydi. Koşarak bir dükkâna girdiğini gördü. Marketi unutarak adamın peşine takıldı ve onun girdiği dükkâna daldı. Ancak adam ortalıkta yoktu; sanki yer yarılmıştı. Ufacık dükkânda saklanacak bir yer yoktu. Acaba hayal mi gördüm? Düşüncesinin hayal kırıklığı içinde dükkândan çıkarken dükkan sahibi arkasından seslendi.
– Ne istemiştiniz?
+ Hiç öylesine bakmıştım.
– Hiçe benzemiyor gibi.
+ Aslında o kişiyi merak ettim.
– Kimi?
+ Maskesiz dolaşmaya cesareti olanı.
– Hadi canım, bu zamanda kim buna cesaret edebilir?
+ Sizin dükkâna girdim gördüm.
– Yok, öyle biri…
Hayal kırıklığı içinde dükkândan çıkarken karşısında polisi gördü. Ellerini kaldırarak kenara çekildi. Polis kimliğini istedi ve verdi.
– Market için izin almışsınız. Burası market mi?
Polis, silahının namlusunu Adem’e çevirmişti. Adem kekeleyerek konuşmaya çalıştı.
+ Bir şeye bakmak için girmiştim, sadece şimdi markete gidiyorum hemen…
Polis memuru amirine baktı. Amir, Adem’i süzdükten sonra başıyla “yolla gitsin” dedi. Polis kimliğini geri verirken sert bir şekilde kurallara uyması için uyarmıştı. Hızlı adımlarla markete geri döndü. Korkudan nefesi hızlanmıştı. Gözleri kararmaya başladı. Saatine baktı; izninin bitmesine yarım saati vardı, alışveriş için ise 20 dakikası vardı. Acele etmesi gerekiyordu. Bir iki adımı zorla attı ve bayıldı.
Kabusundan uyanan Adem, nefes nefese ve terden sırılsıklamdı.





Yorum bırakın