Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

GÖR BENİ

,

Okuma Süresi

5–7 dakika

Tuna Kahve

Kalabalığın içine karışmış yürüyorum, kendimi azaltan hızlılıkla atıyorum adımlarımı. Yanından geçip gittiğim insanların yüzlerine bakıyorum, hepsi meşgule atmış kendini. Ya başlarında kulaklık ya da ellerinde telefon var. Kıyafetler değişken. Aniden mokasen giymiş siyah giysili bir adam karşıma çıkıyor, elinde aynalı bastonla beni kolumdan tutuyor. Kolumdan zorla çekmesine içten içe kızıyorum. Onu kendimden uzaklaştırmak istiyorum. Israrla  bırakmıyor. Bastonun ucuna çivili yuvarlak aynaya olan yansımada yağmur mazgalının üstüne sinmiş kaplumbağa duruyor. İşaret parmağıyla gösteriyor. Onu al, onu al diye bağırıyor. Neden beni seçtiğini anlamaya çalışırken göz göze geldiğim kaplumbağaya üzülüyorum. Birdenbire aynada görüntü kayboluyor, görüntü içinde dolaşan siyah noktalardan biri oluveriyorum.

Sesi duyuyordum. “Gel, gezmelere gidelim biz, bulutların asfaltında.” Fakat uyku sersemi sesin geldiği yeri bulamıyordum. Melodi aralıksız çalmaya devam ediyordu. “Geç beni geç, kanadım ol; geç beni.”  Çarşafı didik didik etmiştim. Nihayet yatağın altına düşmüş telefonu buldum; saat on bire geliyordu, arayan Seval’di. Genelde bu saatte aramazdı. Merakla açtım. 

“Özgül merhaba, müsait miydin? İstediğin zaman arayabilirsin dediğin için sabah sabah aradım.” Yavaş konuşuyordu. Şu anda bile sarı saçlarını ensesinde toplamış, günlük haberleri okuyarak kahvaltısını yapmış; çerçevesi olmayan gözlüğünü burnuna düşürmüş halde olduğunu hayal edebiliyordum. 

  “Sorun değil, geç yatmıştım; aramana uyandım, dinliyorum seni.” 

Kısık sesinin çekingen tonu zıplayan bir çekirge gibi aramızdan ayrıldı. Konuşmasına devam etti. “Hemen konuya gireyim o zaman. Eğer yarın için bir planın yoksa şu, hep bahsettiğin vadilerde yürüyüş yapalım mı?” 

  Bu defa şaşkınlık çekirgesi bana zıplamıştı. Çünkü onunla ne zaman sohbete dalsak doğaya olan ilgimi sorgular, oralarda harcadığım zamanı anlamaya çalışırdı. Bir sohbetimizde, “Bazen doğada bilmediğim patikalarda -özellikle vadilerde- kaybolup yönümü bulmak hoşuma gidiyor.” dediğimde gözlerini açarak yüzüme boş boş bakmış “İnsan bilerek niye kendini kaybetmek ister ki?” sorusuyla davranışımı abartılı bulduğunu söylemişti. Sohbeti o gün kısa kesmek istemiş olsam da Seval’in derinlerde bir yerde kavuğuna saklanmış çocuksu sesini duyabildiğimden devam etmiştim. Ben anlattıkça cankulağı ile dinleyen Seval yine de bende kalan tortuyu tam anlamamış, “Şehir hayatının rahatını, konforunu, eğlencesini; her türlü zorluğa, renklere ve bilinmezliğe tercih ederim.” diyince sohbeti daha fazla uzatmamıştım.

Vadilerde kaybolarak, açılmış izleri takip etmek hoşuma gidiyor. Buralarda daha önce kimler yürümüş, insanları buraya ne sürüklemiş, iz açılmamış yerlerde nasıl manzaralar var, çıkış yolunu bulabilmek mümkün mü? sorularıyla vadide kaybolmaktan keyif alıyorum. Üstelik kaybolduğumda her seçim kendi tercihim oluyor, seçimime göre manzara ve yürüyüş öyküsü ile karşılaşabiliyorum. Yani patikanın bilinmezliğinden geçerken aslında çok şey öğreniyorum. Korkularımı, umutlarımı, vazgeçişlerimi ulaştığım yerlere bırakıyorum adımlarımla. Tanıdık bir yola çıktığımdaysa başarma duygusuyla özgürleşiyorum. Mutlu oluyorum. Sabahın ilk ışığıyla esen rüzgarda tepelerde derin nefes alıp vermeyi, ufuktan sızarak yayılan ışıklı dokunuşun evrenden tenime geçmesini hissetmeyi ve bütün ihtirasları kısa süreliğine durduğum topraktan yeraltına göndermenin huzurunu nasıl anlatabilirim ki?.. Nasıl anlatabilirdim?.. Doğaya, dağlara bu kısa kaçışlarımda manevi hazlarımı heybeme attıktan sonra gündelik telaşların huysuz tavırlarıyla başa çıkabildiğimi…  

Şimdi ise telefonun ucunda, her karşılaşmamızda yürüyüşlerime muhalefet olan okul arkadaşım “Bu hafta beraber kaybolalım mı?” diyordu. 

“Hayırdır Seval, başına meteor mu düştü? Bak, diken elini, kolunu çizer. Vadiler börtü böcek doludur, emin misin? Doğada masa sandalye taştan, tahtadan olur. Masa örtüsü beyaz olmaz. Şehir kadar konforlu değildir, emin misin gerçekten?” diye sordum. Seval, gayet neşeli, istekli halde: “Sen müsaitsen ben çok eminim.” dedi. Yeniden onaylama ihtiyacı duydum. “Arkadaşım, senin canını sıkan bir şey mi oldu yoksa doğasever birine aşık falan mı oldun?  Yani vadilere girdiğimizde geri dönüş yok, en az 7-8 km yürüyeceğiz.”  

Seval’in gülümsediğini hissettim. “Yok, öyle bir şey değil. Sadece biraz yalnızlığa ihtiyacım var. Bir anda trafik, şehir, çok gürültülü geldi bana sonra doğada hiç nefes almadığımı, kuş seslerini duymadığımı düşündüm. Deneyimlemek istedim. Aklıma ilk sen geldin, ayrıca kondisyonum da var. Antrenmanlıyım, koşu bandında her sabah bir saat yürüyorum.” dedi. 

” Tamam o zaman, yarın sabah beş buçukta doğa tesisleri önünde buluşalım.”    

Vadiye gireli kırk beş dakika olmuştu. Güneş ışıkları ufuktan dört parmak yükselmiş, yer yer sırtımızdan sobeleyip geçiyordu. Seval ile ara ara sohbet ederek ilerliyorduk. Kimi zaman aktif dinlenme yapıp, durup etrafı dinliyorduk. Eskiden kelebek kanatlarının sesini duyan kulaklarımız, yüzyıllar boyunca bu genetiğini kaybetmiş olsa da kelebeklerin bizimle yolculuk yapmalarını ilgiyle izliyorduk. Kesif ot kokusu kimi zaman genzimizi yakıyordu.

  Su kenarına gelmiştik. Biraz nefeslenip Seval’in dikkatini çevremize çekmek istedim. “Bak, buraya kaçıncı gelişim unuttum. İlk defa bu yıl, bu ayda patikada suyun aktığını görüyorum. Taşlar kurumamış. İnce ince su akıyor. Demek bu yıl yağmur bir ay geç yağmış.” dedim. Sonra önümdeki birikmiş su çukurunda oynaşan larvalarını gösterdim. İlgiyle izledi.  “Bize biyoloji dersinde anlatmışlardı. Biliyor musun ilk defa bu kadar yakından görüyorum.” Şehirli olmanın verdiği içgüdüyle cep telefonunu çıkarıp fotoğrafını çekti.  Biraz daha ilerleyince salyangozun su içinde yıkanışını izledik. Onu da videoya çekti Seval. 

“Bugün çok şanslıyız, doğa sana aramıza hoş geldin seremonisi yapıyor resmen.” dedim. Seval çektiği çekimlere bakarken “Hiç böyle hayal etmemiştim, galiba öyle.” dedi.

Kaç zamandır aklımda olan ama yürüyemediğim başka bir yol ayrımına gelmiştik. “Haydi kaybolma zamanı, bu yolu ben de yürümedim, var mısın?” diye teklifte bulundum. Benim de böyle zamanlarda midemde kelebek uçuşurdu. Keşfin sessiz kanatları…

  Gözleri tedirginlikle karışık ışıl ışıl parlıyordu. Hafif korku yüklü tonda “Çok uzun sürmez değil mi kayboluşumuz?” dedi.

“Bilmem, yola bağlı.” dedim. “Biraz düşündü, gözlüğünün camını sildi. Kaşlarını kaldırdı, gökyüzüne baktı, kuşlar uçuşuyordu.

“Tamam! Hadi, girelim o vakit.” dedi. Ardından çalılarla kaplı patikaya saptık. Dikenli çalıların arasından eğilerek geçtik. Biraz ileride bizi erik ve vişne ağaçları karşıladı. Terk edilmiş bir bağ olmalıydı. Bahçeyi aşınca kayadan oyma iki küçük mağara gördük. İçine girmeye çekindik. Su sesi bizimle yol alıyor, Seval de önden gidiyordu. Vadi bizi dar bir kulvara götürmüştü. Kayalıkların altından taş düşme riski olduğu için eğilerek, hızlı adımlarla geçtik. Su, yer yer azalmış sessizleşerek akıyordu. Ne dere ne çay gibiydi. Yol yarı yarıya balçığa dönmüştü artık.

 Ayağım batmasın diye dikkatle adım atarken balçık içinde ters dönmüş kaplumbağayı gördüm. Kaplumbağanın her yerine çamur yapışmıştı. Aynadaki görüntü…  Bu sefer kolumdan kurtarma arzusu çekiştiriyordu, ölmüş olma diye içimden dua edip duruyordum. Seval’i unutmuştum. Bulunduğum yerden kımıldayamadım. Onu bırakıp gidemezdim. Batonun  ucuyla kapısını tıklattım. Ardından gitmediğim için yanıma gelen Seval kaplumbağanın başını çıkardığını görünce, çığlık attı. “Ters dönmüş zavallı, düzeltelim, yaşıyor.”  dedi. 

Karşıya atladım. Başının yönüne doğru düzeltip çamurdan çıkardım. Otların üzerine bıraktığımda Seval: “Biliyor musun kaplumbağa ev demek, yakında evimiz olacak yaşasın! Ayrıca onu ölümden kurtardık. Çok mutluyum, şu an yürüyüşe yeni başlamış gibiyim.” diyerek sevinçle adımlarına ve konuşmasına devam ediyordu. “Özgül, şu saatten itibaren nereye, ne kadar dersen yürürüm, hiç şikayetçi olmam.” dedi.

Normalde o yola girmeyecektim ama gizli bir el beni oraya doğru çekmişti. Şimdi neden buralardayım daha iyi anlıyordum.

Doğanın bahşettiği güzelliklere kaplumbağa son noktayı koymuştu. Girdiğimiz patikadan tepeye yükselmiştik. Tepeden izleyince geri dönüş rotamızı çözüp dönüş yoluna başladık. İlerleyince son dönemece girmeden kahvaltı molası verdik.

“Çantamın neden ağır olduğunu sormuştun değil mi?” dedim Seval’e ve önüne çiçekli masa örtüsü serdim. Üstüne; yaptığım kabak mücveri, zeytin, peynirden oluşan kuru yemişli, meyveli kahvaltıyı çıkardım.” Buraya çiçekli örtü yakışıyor. Hadi bakalım, sana kuşlar eşliğinde bir kahvaltı, bunu hak ettik.” dediğimde Seval, sevinç çığlıkları eşliğinde iştahla taşın çevresinde bulduğu rahat bir yere oturdu. Lise yıllarında birlikte dinlediğimiz şarkı da bize fonda eşlik etmeye başladı. 

“Geç beni, geç beni geç, kanadım ol geç beni/ Gör beni, gör beni gör, gökyüzüm ol/ Bırak uyusun şu deniz kanatlarının altında/ Gel gezmelere gidelim biz bulutların asfaltında.” derken gökyüzü suya yansımış, ayaklarımızın yanında deniz misali uzanıyordu…

Yorum bırakın