Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

METAMORFOZ

,

Okuma Süresi

6–9 dakika

Abdullah Emre Aladağ

“Sizler sanıyor musunuz ki, her şey göze geldiği gibidir? Hayır, biz gördüğünüz her şeyi sizlere birer perde kıldık. O perdelerin arkasına nice alemler, sayısız dehşetler gizledik. Kainat Ağacı’nın meyveleri, kozaları yaptık ki sizleri, kaçınılmaz olanın sonsuz deveranında gelin de bizlerin saflarında yer alın diye yaptık. Eninde sonunda, yıldız tozlarından, mantar sporlarından ve eserekli kıpırdanan et parçalarından daha fazlası değilsiniz. Böbürlenmeyi bırakın ve nihai akıbetinizi kabullenin!”

Meçhuliyetler Kitabı

7. Bölüm

Varoluşun Dengesi: Kaos

I. Doğum

Evrenin en bilinmez dehlizleri, uzayın sonsuz ufku durgun sular misali duruydu. Yıldızlar, gezegenler, kara delikler, bulutsular bu varoluş tuvalinin üzerinde yeknesak bir ahenk içerisinde döneniyor, hiç adı konmamış, ıssızlık ve kayıtsızlıkla uzay-zaman dokusuna bırakıyorlardı kendilerini. Bu dengeli kaosun ortasında,  hiçliğin tenini yırta yırta ilerleyen devasa bir kızıl solucan, önüne çıkan her şeyi yuta yuta ilerliyor, kâinattan da kadim, varlık tuvalini tutan hiçlik şövalesinin ayaklarından biri olduğunu; olan, olmuş ve de olacak olan her şeye haykırıyordu. Kan kızıl ve aklı aşan büyüklüğünün tiksindirici cazibesi, yuttuğu her bir gök cismiyle artıyor, çarpıp kendine katılan tüm kozmosun mahsulleriyle var olmamış nice rengin esvabına bürünüyordu. Dehşetin ebemkuşağı olmuş gibi ilerliyordu öylece. Üzerinde kıpırdanan, sayısı kâinat kere kâinat olan bunca bedenin kimisi bir bataklıkta ölümü kucaklar gibi içe çekiliyor, kimisi de vahşetinin güzelliğiyle gövdesinden uğrayan bir gül dikeni gibi yüzeye çıkıyordu. Hepsi de bir ağızdan, vakuma rağmen ürkütücü çığlıklar atıyor, onların bu haykırışları tüm fizik kurallarını inadına çiğniyordu. “ERRANAGU!” nidaları madde, anti-madde ve karanlık enerjiyi ezip geçiyordu şimdi. Ölümün ve yaşamın ejderhası, işte, bir kez daha sonsuz döngünün, Büyük Budanma’nın dansını başlatıyordu.

En başta her şey karanlıktı. Etrafında kıpırdanan sayısız gergin ipçiğin hareketleriyle duyumsadı varlığını. Bir şey olmuş ya da olacak gibi en gergin notada bekleyen bir ıssızlık, bir bilinmezlik hâkimdi havaya. İlkin, kafasını oynatabildi, bir kafası vardı. Kafasından aşağı doğru uzanan boynunu hissetti, gövdesini, kollarını, ellerini ve parmaklarını… Üstünü kaskatı örten ıslak, oynak ve de yapışkan setre sanki bu anı bekliyormuş gibi ağır sıçramalarla kendisine doğru çekti onu. Toprağın altındaki bu etli cehennemden tanrılar katı olan gökyüzü ve ötesine yükseliyor gibiydi. Yükseldi, bir bıçağın herhangi bir canlının leşini deşmesi gibi yüceldi. Nihayetinde, sonsuz uzayın karanlık boşlukları onu sükûnetle karşıladı. Etrafında onun gibi sayısı akıllara zarar olan bir sürü beden vardı. Her biri, üzerine bağlı oldukları kan kızılı zeminde sabit duruyor sadece kollarını, ellerini ve başlarını oynatabiliyorlardı. Bir esaret içindeydi hepsi ancak hiçbiri sanki bu esaretten mutsuz değildi. Kas liflerinin ardında saklı olan gözleri garip bir şekilde her şeyi tüm açıklığıyla görüyor, kendisinin neye benzediğini civarındaki varlıkların görünüşünden çıkarmaya çalışıyordu. Ansızın, tabii surette yapışık olduğu zeminin derinlerinden yoğun bir elektrik dalgası tüm kaslarını ve sinirlerini çepeçevre sardı. Oradaki herkesle bir ağızdan, uzayın havasızlığını dahi aşan bir ürkünçlükle bağırdı: “ERRANAGU!” Çığlıklar önce yavaş bir ritimle başladı ve takip etti birbirini. Ardından, hecelerin hepsi birbirine geçişip acunsal bir kakafoniye dönüştü. Vücudunun tekrar şiddetli elektrik akımıyla sarsıldığını hissetti bir kez daha. Öyle ki, zelzeleyle sallanan devasa sütunlar gibiydi tüm uzuvları. Sağa yalpaladı, sola yalpaladı. Cereyan akısı durduğunda bedeni yorgunca geriye bıraktı kendini. 

O esnada, tepelerinde bir beyaz nokta belirdi. Ötelerin ötesine doğru, tarifsiz bir zaman boyu genişledi, durdu. Bu duru beyazlık, hiçliğin karanlığını yutana değin devam etti. O meçhul beyazlık genişledik kafasını üzeri, bir çiçek gibi açıldı. Tepesinde onlarca dokunaç, ürkütücü bir güzellikle birbirine dolandı, canlı bir halata dönüşüp beyazlığın ebediyetine uzandı. Bir şeye ulaştı ve o anda her şey yekpare beyaz oldu.

II. Kıyameti Bekleyen Tırtıl

Beyazlık dağılıp ardındaki gizler açığa çıktı birden bire. Devasa, sayısız renkle yanıp sönen bir şeyin karşısında buldu kendini. Tam karşısında dört bacağı üzerinde duran, testere dişli, gözleri görünmeyen ve vücudunun her yanından ince ve uzun dokunaçları olan bir mahlûk vardı. Bu uzantılar havada kendinden geçmiş meczuplar gibi dans ediyor ve sanki bir şey yoklar gibi kıpırdanıyordu. Sivri dişleri arasından ona hırladı ve sonrasında aynaya doğru doğru yaklaştı. Keskin ön pençelerini sayısız ve garip girintileri olan ayna çerçevesine yasladı. Ayna da bunu bekliyormuş gibi, ön pençelerin bir çamura batması gibi kendisine gömülmesine izin verdi. Arka ayakları üzerinde durup kurtulmaya çalışan canavar, sağına soluna bakındığında tıpkı onun gibi aynı durumda olan sayısız varlığın vaziyetini gördü. İçinde zamanları, mekânları ve sonsuzluğun da ötesini aşan bir nefret, bir kan dökme arzusu duyumsadı. Var olan, olmuş ve olacak her şeye karşı, kalın damarlarında arsızca gezinen bir vahşet uyanmıştı artık ve bu aynanın prangalarından kurtulamadığı her an, içindeki öldürmek istenci, ölümcül lavların bir volkandan taşması gibi taşıyordu içinden. Karşısındaki aynaya baktı tekrar ve birden kendisini devasa ışıkların altında kendisine bakan iki garip şeyin ona baktığını gördü. İçlerinden biri ilginç bir şekilde tanıdık gelen bir dilde bir şey dediğini söyledi: “Hayırlı olsun, nur topu gibi bir oğlunuz oldu!” Ardından, tiz bir çığlık yükseldi ve o çığlıkla beraber o da bağırdı tüm gücüyle. Bir esaretten bir başkasına, kendi gözlerinden başkasının gözlerine ve sesine sahipti. Şu anda neyin gözleriyle görüyorduysa öyle savunmasız ve acizdi ki, hiçbir şey yapamıyordu. Tek yaptığı şey izlemek, susmak ya da bağırmak oldu.

İzledi, izledikçe gördüğü şey büyüdü. Önce yürümeyi, sonra da konuşmayı öğrendi. Zamandan azade bir varlık iken, şimdi zamanın ne demek ve nasıl olduğunu görüyordu. O izlerken seneler geçiyordu ancak burada sene ne demekti, zaman neydi, kendisi dâhil hiçbir kardeşi de bilmiyordu. Bağlı olduğu canlı, öfkelendiğinde o da öfkelendi. O öfkelendikçe onu besledi ve ondan beslendi. Annesi terk etti, babası sürekli dövdü ve hakaret etti. Gittiği yerde ona hep zorbalık uyguladılar. Her gün okul denen o yere gitmeyi bıraktı ve evi terk etti. Artık, bağlandığı ve kopamadığı o insan gibi hissediyordu. Ansızın, bir titreme geldi. İlk kez kan dökmüştü insan. Bir kadından çantası çalacağı sırada onu bıçaklayıp öldürmüştü. O kanın ilk düşüşünde sanki üçe bölünmüş gibiydi. Hem o kızıl zeminli, vahşetengiz yere mahpus, hem bu aynalar boyutunda tutsak, hem de insanın tüm benliğinde yer etmiş durumdaydı. Kozası onu ilk defa bu kadar güzel beslemişti. Zaman geçti o cinayetten sonra, kozası yine öldürdü, o beslendi. İnsan her birini öldürdüğünde, kendisinin boyu uzuyor, dokunaçları kalınlaşıyor ve dişleri keskinleşiyordu. Artık zaman öyle anlamsız hale gelmiş ve o kadar çok kişi ölmüştü ki, kendisini tanıyamaz hale gelmişti. Kozasının öldürme arzusu, onun öldürme arzusuydu. Sırtından devasa kalınlık ve uzunlukta sekiz dokunaç belirmişti. Bu dokunaçları kimi zaman bir kanata dönüşüyordu. Ön bacakları o kadar güçlenmişti ki, kol haline gelmişti. Artık tamamen serbest şekilde iki ayağı üzerinde duruyordu. Her öldürme anına tanıklık ettiğinde zevkle ve iştahla bağırıyor, onunla beraber aynaların esrarı olan kardeşlerine de kozalarına hükmetmeleri için emirler veriyordu. Evet, artık o aynalar boyutunun komutanıydı. O, sonsuz döngünün kıyametini bekleyen tırtılların öncüsüydü.

III. Kâinat Ağacı’nın Güveleri

Artık kozasıyla tastamam bütün olmuştu, sanki hissettiği her şeyi o da hissediyordu. Öldürmekten aldığı hazzı onun tatmini, yakalandığında hissettiği hırçınlık ve çaresizlik onun öfkesiydi. Artık büsbütün eline almıştı kontrolü öyle ki, içinde bir parazit misali yer ettiğin bu beden artık ölüm cezasına çarptırılmıştı. Dünyada ertesi gün, aynalar âleminde ise sadece kısa bir an sonra darağacına gönderilecekti kozası. Zaman geldi çattı ve adım adım tırmandılar beraber merdiveni. Tam darağacını ve o ölümcül ilmeği karşısında gördüğü anda, meydana biri çıktı. Görünürde sıradan bir insana benziyordu ancak gözlerinin içinde sonsuz uzayın alametleri döneniyordu. Baktığı her yere yıldızların, gökadaların ve nebulaların ışığı yansıyordu. Elini yukarı kaldırdı ve havaya kapkara bir duman kapladı. Şimdi onun ve kardeşlerinin önündeki ayna, dalgalı sular gibi titreşiyor sanki bir şey onları çağırıyordu. Bir an için dalgalanma tüm aynalarda duruldu. Ardından bağlı oldukları bu şey, hepsini kendini içine çekti. Şimdi kapkara, ıpıslak bir şeyin içinde mahpus kalmıştı. Ölümcül dişlerini, orak gibi pençelerini nereye gelirse savuruyor ve bu iğrenç yerden kurtulmaya çabalıyordu. Başaramadığı her teşebbüste kulakları sağır eden çığlıklar atıyordu. Duyuyordu, evet! Kardeşleri de oradaydı. Sonunda ona engel olan kozasını etrafa kanlar ve leşler saçarak parçaladı. Artık özgürdü. İki ayağı üzerinde dikildi. Kanatlarını hızlıca oynattı. Sapasağlamdı. Pençelerine ve her yeri kızıla boyamış o iğrenç ve davetkâr manzaraya baktı. Dokunaçları vücudunun her yerinden uzanıp kendi kozasından arta kalanları kavrayıp için çekti. Gövdesinin dört bir yanında küçük ama kesici dişleri olan ağızları vardı. Konağıyla işi bittikten sonra etrafına baktı. Kardeşleri de oradaydı ve hepsi dört bacağının üstünde başını eğmiş onu selamlıyordu. Onları bu bitmek bilmez esaretten kurtaran uzat gözlü kadim varlık hepsinin arasından geçerek tam karşısına dikildi.

“Hoş geldin Güve Kral! Artık zaman geldi. Büyük Budanma’nın müjdesini vermenin vaktidir.” Dedi ona derinden gelen sesiyle…

Güve Kral, yankısı uzayın en bilinmez köşelerine kadar gidecek bir çığlık attı. 

Evet, artık öldürmenin, vahşetin ve Kâinat Ağacı’nı budamanın zamanıydı.

Yorum bırakın