
Elnur Kibar
Manchester by the Sea… Yani Türkçe çevirisiyle “Yaşamın Kıyısında” isimli film üzerine incelemelerimi ve düşüncelerimi aktarmak için kalemime sarıldım yine. Bu filmi özellikle yazmak istedim çünkü izleyen birçok kişinin bakış açısını derinden etkileyen ve gösterime girdiği zamanda çok ses getirerek farklı dallarda Oscar Ödülü’ne layık görülmüş bir filmdir. Bu ödülleri hak etmesine tonlarca sebep sayılabilir zira gerçek yaşamdan kesitlerle insanları apayrı düşüncelere sürüklüyor ve hayatımızda olup bitenleri, aldığımız kararlara dair bizleri sorgulatıyor. En önemlisi de hepimizin kendi içindeki yalnızlığını gözler önüne seriyor. Ah, daha birçok özelliği sayılabilir fakat onun hakkında yapılan yorumlar ne kadar fazla da olsa hep bir yönden eksik kalabilecek nitelikte! Neden mi böyle diyorum? Haydi o zaman, şimdi hep birlikte bu filmin konusuna çok detaya girmeden bir göz atalım. Malum, izlemeyenler vardır ve haklarına girmiş olmayalım.
2016 yılında gösterime girerek herkesi etkisi altına alan bu dram türündeki filmimizin yapımcısı Matt Damon olurken yönetmenlik koltuğunda ise Kenneth Lonergan oturuyor. Diğer yandan başrol oyuncularından olan Casey Affleck (Lee Chandler), Michelle Williams (Randi Chandler), Kyle Chandler (Joe Chandler), Gretchen Mol (Elise) ve Lucas Hedges (Patrick) üstlendikleri rollerinin hakkını izleyiciye gerçek anlamda veriyorlar. Filmin başlangıç sahnesinden de anladığımız üzere başrollerimizden Lee Chandler, tesisat, elektrik veya kapıcılık gibi sıradan işler yaparak, tek gözlü bir evde bir başına yaşayan depresif bir adam olarak karşımıza çıkar. Bu kadar ağır işlerde hiç sesini çıkarmadan çalışmasının sebebini ilerleyen sahnelerde çok net anlıyoruz ama diyeceğim o ki keşke anlıyor olmasak! Konusu bakımından kısaca, beklenmedik anda gelen bir telefon çağrısından sonra ağabeyinin ölümü üzerine Massachusetts eyaletine giden ve ağabeyinin vesayeti üzerine yeğenine bakmak zorunda olan boşanmış bir adamın hikâyesine şahit oluyoruz. Eşi Randi ile boşandığından beri ise kendini herkesten uzakta tutuyor ve geçmişlerinde yaşanan bir olaydan dolayı kendini asla affedemiyor kahramanımız. Bu yüzden verilen sorumluluğu istemeyerek de olsa kabul eden Lee, yeğeni Patrick ile birlikte yaşamaya başlıyor ve bizler de bu günlerde neler yaşandığını, hayatlarında olumlu gelişmeler olup olmadığını izliyoruz. Senaryosunda özellikle yer vermek istediğim yer, filmin sonlarından bir sahne olan Lee ve Randi’nin uzun zaman sonra aralarında geçen diyalogdur. Bence filmin en can acıtıcı ve vurucu kısmı burası olmuş. İzlemeyen varsa izlediğinde ne demek istediğimi çok iyi anlayacaktır diye düşünüyorum. O sahne insanın kendini affetmediğinde ve olan bitenlerle barışamadığında başkalarının onu affetmesinin o kadar da önem arz etmediğini hatırlatıyor adeta. Bir insanın bu hayatta üstlenebileceği en büyük acı nedir, olanlara dayanma eşiği ne kadardır, hayatla mücadelesi ne kadar zorlu olabilir? Tam olarak bu gibi soruların yanıtlarını sorgulatıyor ve aynı zamanda da sahici kurgusuyla sizi baştan aşağı dokunaklı sahnelerle, ayakta alkışlanası oyunculuklarla baş başa bırakıyor.
İşte tam olarak bu gibi durumlara dayanarak filmin içeriğini bana çok net özetlediğinden dolayı bu başlığı vermek istedim. Bize önemsiz gibi gelen ufak bir hareketimizle veya unutkanlıktan, farkında olmadan vuku bulan hatalarımız tahmin edemeyeceğimiz kadar büyük sonuçlara yol açabiliyor ve sonrasında bedelini yalnızca bir ömür acılara mahkûm kalarak ödüyoruz, kendimizi asla affedemiyoruz ve cezalandırmalara ses çıkarmıyoruz. Şimdiye kadar hepimizin başına böylesine büyük hadiseler gelmemiş olsa da şüphesiz bir gün yaşanabilme ihtimalini bilerek hareket etmenin gerekliliğini en ince dokunuşlarla anlatıyor. Buradan özetle “kendini affedememek” tabiri de bu film için çok doğru tanımlanmış bir içerik özeti olabilir aslında. Bu yönüyle de bilinen çoğu klişelerden farklı bir yapıda bize sunulmuş olması, bana göre açıkça onun ödüllere layık görülmesindeki temel etkenlerden birisidir.
Her zaman söylerim ki benim için bir sanat eseri, kendisine yönelen diğer bireylere duygusal anlamda dokunabildiği ve yaşantılarına hitap edebildiği sürece başarılıdır. Bu filmde de bunun açıkça başarıldığına şahit oluyoruz. Kimisi sever, kimisi sevmez, zevklerimizin farklı olması son derece normaldir lakin ben anladığınız üzere filmi izleyip beğenmiş kesimdeyim. Aslında ben de bir hocamın tavsiyesi aracılığıyla kendimi bu filmin seyircisi konumunda buldum. Karşısına oturup bir solukta sonuna gelmiş olduğumda tek cümlem “Keşke onu daha önceden keşfetmiş olsaydım!” demek oldu. Binaenaleyh siz okurlarımı da seveceğinizi düşündüğüm bir senaryo ile tanıştırmak istedim. Öte yandan daha önceden izlemiş, filmin bilgisi dâhilinde olanlarınız varsa da onlar için küçük bir analizle kendi yorumlarımı aktarma yoluna başvurmuş oldum. Sözün özü, her anıyla kesinlikle herkesin izlemesi gereken müthiş bir yapıt olduğunu düşünüyorum. Üstelik izlediğim ilk anda gelen ilhamla birlikte beni de birçok yönden etkileyen ve düşündüren bu eser için filmimizin kahramanları Lee ve eşi Randi arasındaki tarumar olmuş ilişkilerine özgü bir şiir bile yazmış bulunmaktayım. Onu hemen aşağıya ekliyorum ve inceleme yazımı onunla bitirerek sizlere keyifli okumalar diliyorum:
LEE & RANDI (CHANDLER) AŞKINA DAİR
Öyle kendi halinde, öylesine saf
Aklımdan hiç çıkmazken…
Gözlerim soğuktan mı doluyor,
Sana olan hasretinden mi?
Ruhumdasın, biliyorum.
Tek hissettiğim sen yalnızca.
Acılar sırayla yok oluyor düşünürken seni,
Geçmişe dair ne varsa hiç silinmeyecek.
Gözlerinin içi gülerken uzaktan seyretmek,
Bir işle meşgulken sevimli hallerine denk gelmek…
Hiçbir saniye bu kadar değerli olmuyor artık.
İmkansızlıklar keşkeleri doğuruyor gözler her denk gelişinde
Fakat aşk keşkeleri kabul etmez, bilirsin.
Üstesinden gelinemez bazı hataların,
Mahkum edilemez hiçbir kalp bir başkasına.
Ne kadar şanslı oysa şimdi tenine dokunan,
Ben ise telefonda sesini özlemle kucaklayan bir adama dönüşmüşüm.
Seni gözyaşlarına boğan kendimi hiç affetmeyeceğim, tanırsın.
Ne kadar sevsem de yapamam tekrar, anla
Sen hayatının mutlu telaşına kapıl,
Beni rüzgar nasıl olsa bir yerlere savurur.
Seni bir daha asla üzmeyeceğim; tamamen uzak yerlere, daima…






Yorum bırakın