“LANET OLASI ŞAİRLİK KARİYERİM”

Alper Kaynaroluk
Saat on ikiye yeni varmış ve yeni gün ilk adımlarını atmışken gece karanlığında geniş hole sahip ferah evin içine adımımı attım. Gece boyu düşündüğüm ancak bir o kadar da düşünmekten kaçtığım birçok şey bırakmadı yakamı. Hayat telaşesi, gelecek endişesi, yalnızlık vesvesesi, askerlik bilmecesi, ayrılık kararnamesi gibi birçok mesele gezgin panayırlar misali beynimin tüm kıvrımlarını turladı durdu…
Bu yazı, çok önceden beridir sürdürdüğüm ama yeni yeni ayyuka çıkan şairlik kariyerimle ilgili olacak… Ödülsüz ve de hiç satan genç bir şair olarak mevcut durumuma baktığımda aslında şiir yazmak için olunabilecek en yanlış zamanda var olduğumu görüyorum bazı zaman. Okuma oranının baya düşük olduğu bir ülkede yaşamam ve günümüzde şiire ilginin azalması da kaçınılmaz tabii. Ancak gel gelelim bugünkü şiirin akıbetine sebep olan olay biraz post-modernci bazı şair kisvesi altında gezinen aymazlar ve #şiirsokakta akımının getirdiği saçmalıklar silsilesi… Bu ülkede bir yazar-şairin mezar taşına anlamsız graffitiler yapıldı bu akım sebebiyle. Yani hatırasına büyük bir saygısızlık yapıldı. Sonrasında Bilmem Kim Bayatoğlu ve türevi olan birçok sosyal medya şairi çıktı ortaya ve vasatın bir iki tık altındaki şiirleri piyasayı ele geçirdiler. İnsanlarda o dönem, şiire karşı hiç görülmemiş bir merak ve ilgi oluştu geniş kitlelerde. Tabii bu merak ve ilgi bilinçli bir şekilde değil de tamamen akıma ayak uydurma kisvesi altında özentilikle oldu tabii. Bu akımın olduğu zamana edebiyat temalı filmler ve diziler gördük. Mesela, Yedi Güzel Adam ve Kelebeğin Rüyası tamamıyla bu akımın rüzgârına kapılıp gelen halk kitlelerine sunuldu. Millet de izledi…
Oldum olası yarışmalara karşı bir antipatim vardır sevgili okurlar. Evet, farkındayım ilk defa bu yazıda bire bir sizinle temasa geçiyorum ama çekingenliğimi mazur görün. Her neyse konumuza dönelim, evet, edebiyat alanına dair herhangi bir yarışmayı çok sağlıklı bulmamakla beraber sanatın doğasının gereği bunun varlığının inkâr edilemez olduğu gerçeğini de kabul ediyorum. Öyleyse sizin yerinize ben sorup cevaplıyorum. Niye sevmiyorum yarışmaları? Çünkü yarışmaları düzenleyen organizasyonlar, kurum ve kuruluşlar bu yarışmaları düzenlerken yarışmaya dair temaları, teması olmasa bile kazanması olası şiirleri yahut yazıları kendi ideolojilerine yakın olmasını önemseyip buna göre bir kararda bulunuyorlar. Sanat gibi kendisi tamamen subje olan bir kavramın, sanat çerçevesi içerisinde değerlendirilen sanat ürünlerinin objektif bir şekilde değerlendirilip listelenmesi nereden bakarsanız bakın oksimoron bir tutumdan başka bir şey değildir. Çünkü estetik algı dediğimiz şey bireysel ancak insanoğlu ne kadar medenileşirse medenileşsin özünde kabileci ve kavmiyetçi bir varlık olduğu için toplum genelinin sahip olduğu estetik algı yahut gücü elinde tutan odakların ideolojik ve estetik kaygıları kabul görmüş oluyor. Bu yandan olaya bakarsak bu yarışmalar sanatın doğasıyla bizzat çelişiyor değerli okurlar. Ama öte yandan sanatın tarih boyunca daima güç odaklarının elinde bir propaganda olarak kullanılmış olması da, aslında bu yaman çelişkinin oluşmasının yegâne sebebi bana kalırsa. Düşünsenize, Mikelanj şayet Katolik Kilisesi ve Papalık desteğini almasıydı böyle Sistina Şapeli’nin tavanı gibi çağları aşan muazzam bir sanat eserini ortaya koyabilir miydi? Yahut Türk şiirinde Klasik Dönemi ele alalım: Divan şairleri, yazdıkları şiirleri padişaha yahut paşalara sunmasalardı bugün adları yahut sanları duyulabilir ve bu sayede ikonik figürler olabilirler miydi? Ki aralarında ismen bilinmeyen nice divan şairinin de varlığı bir gerçektir bu arada.
Sözün kısası, evet yarışmalara karşıyım ama sanatın zaman içerisinde aynı zamanda güçlü bir kitle yönetim aygıtı olarak kullanılmasının da sonucu olarak bugün kültür sanat yarışmalarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu şairlik kariyerim içinde sıklıkla karşılaştığım dilemmalardan biriydi mesela. (Çaktırmayın şiir yarışmasına şiir kitabı yolladım da, mansiyon bile alamadım, bendeki de her insan gibi biraz haset, biraz hinlik, biraz da vasıfsızlığın gizleme çabası sevgili okurlar…) Öhöm, devam edelim…
Diğer bir canımı sıkan mesele de yayınevlerinin tutumları hususunda. Şunu kabul ediyorum, şiir günümüzde çok değil neredeyse hiç satmıyor. Doksanlar önce şiir yazıp ünlenmediyseniz şiir kitaplarınızın satmama ihtimali öylesine yüksek ki, tahmin edemezsiniz… Ancak bir yerlerden bağlantılarınız yahut torpiliniz olacak da, bazı kolu uzun dayılarınız gidecek toptan bir baskıyı satın alıp oraya buraya dağıtacak… Biz de ancak işte amca ve dayı var ama onlar da öz mü öz ve gerçekten de çok samimi insanlar… Sırf sevgilerinden ve uğraştığınız alana ve emeğe karşı duydukları saygıdan ötürü küçük çapta toplu alımlar yapıyor. Yayınevi ne şairinin arkasında durup ona imza günü düzenliyor, ne de sosyal medyada arada döndürüp paylaşıyor. Hadi, bunu da geçtim. Artık yayınevlerine dosya gönderirken yazdıklarınızın edebi derinliği, dile olan hâkimiyetiniz, ifade ve hayal gücünüz hiçbir önem arz etmiyor. Tek önemli olan şey, takipçi sayınız en az dört haneli sayılarda olması. Yani yayınevi diyor ki sana; “Bak kardeşim! Boktan bir kitap da yazmış olabilirsin. Takipçi sayın şişkin mi? Şahane, ben bunu basarım, senin üzerinden de köşeyi dönerim.” Tamam, reklam masraflarını kısmak için çok mantıklı ve tabii ki de yayınevleri de kazansın, taş yemesin de… E abi, böyle yapa yapa piyasadaki kitapların içerik kalitesini düşürdünüz. Ya hu bu ülkede, tek vasfı zengin (onun da zenginliği şaibeli bence ama) bir televizyon kanalı sahibine kapak atmak olan bir kadının kitabı basıldı ve deli gibi de reklamı yapıldı. Gerçi sonra ellerinde patlamış da, geçenlerde aşırı komik bir fiyata indirimli kitap olarak piyasaya sürüldü. Oh canıma değsin! Her neyse konumuza dönecek olursak yayınevlerinin bu ikiyüzlü tutumunu bazı açılardan anlamakla beraber etik dışı buluyorum çünkü bu para kazanma hırsının günümüzdeki edebiyata vermiş olduğu tahribatın hala farkında değil bazılarınız. Hele o Wattpad kitapları yok mu? Gerçi, ben mi kurtaracağım ulan Türk edebiyatını? Yıkılsın! Yıkılsın belki yeniden inşa ederken toparlarız. (Burada yayınevlerinin hiçbirinden adam akıllı bir cevap alamamış olmanın getirdiği bir öfke de var. Eğriye eğri, doğruya doğru… Belki de ben çok kötü yazıyorumdur, ha? Ne dersiniz sevgili okurlar?)
Son sözlerimi de Sahir Dergi genel yayın yönetmeni ve Sahir Yayınları imtiyaz sahibi olan Abdullah Emre Aladağ’a söyleyip bu yazıyı bitiriyorum: Lan oğlum, hadi matbu kitap basan yayınevlerini anlarım. Sen dijital kitap işi yapıyorsun, hadi bir de ücretsiz yapıyorsun. Beleşe okura sunuyorsun ve bu sebeple de yazara da para vermemek hakkın da var. Bak, vallahi parasında değilim. Kitap haline getirmek için o kadar mı kötü lan şiirlerim? Her neyse, en azından bu yazıyı yayınlayacaksın… Bak bunu beğenirsen ve yayınlarsan, devamını da getiririm, yazı dizisi yaparız. Sonra da dijital kitap! Bak bu güzel, bence bunu bir düşün…
Bu konuyla ilgili son şikâyetimi de gerekli mercilere siz okurların huzurunda ilettikten sonra yazıyı bitirmenin vakti geldi. Gün doğarken ardından tepelerin, veda vakti geldi dandik şair Alper’in…
Bir sonraki sayıda ve isyanda görüşmek üzere, sevgili okurlar!
Viva la Revolucion!





Yorum bırakın