
Erkin Tolga Sayilkan
Sahte deri, yıpranmış plastik ve gıcırdayan eklemleriyle oturduğum tahtımda bir iş gününü daha karşıladım.
Evimden çıkıp yürüdüğüm yirmi beş dakikalık yolum bile adım adım aynı. Kapıyı üstten ve alttan üçer kez kilitliyorum. Merdivenlerde tok bir ses çıkaran ayakkabılarım yine her gün giydiğim ayakkabı. Pantolonum da dünküyle aynı. Dışarı çıkıp yürümeye başlıyorum. Kulaklık takma yerim aynı, dinlediğim şarkılar zaten hep aynı…
Bir adım diğerini takip ederken ezberlediği bir şiiri ailesiyle gittiği her ortamda tekrar tekrar okutulan bir ilkokul öğrencisine dönüşüyorum. “Amcanlara pipini göster” esprisinde başrol oynuyorum. Yeni, orijinal bir nefes yok. Hep aynı ağaçların oksijenini solurken buluyorum yollarda kendimi.
Döner kavşaktan dikkatlice geçiyorum, burası trafikte orman kanunlarının geçerli olduğu bir bölge olduğu için dikkatli olmam gerekiyor. Birkaç milisaniyelik dikkatsizliğim evdeki üç kedimin bir hafta sonra açlıktan ölmesi demek. Günün ilk heyecanı bu kavşakta beni yakalıyor. Belediye heyecan sevdiği için kavşakta hala çalışmalar sürüyor. Çalışmaların bir başka faydası da cildimiz için çok faydalı çamur banyosunu bizlere sunması. Sağlık için çok gerekli çamur banyosu sonrasında da yol eski monotonluğuna dönüyor.
Ara ara yerinden oynatılmış kaldırım taşlarının arasından sürpriz ataklarla paçalarıma tutunmaya çalışan çamur hizmeti de yer yer karşıma çıkıyor. Bunlardan müsaade bulabildiğim ölçüde işime temiz bir şekilde ulaşmaya çalışıyorum. Bu engebeli düz yolun nihayetinde de beni bir iniş bekliyor. Biraz dik bir açı olduğu için inişi kolay ve çıkışta servisle çıktığım için sorun olmuyor. İniş sonunda da beni büyük ödül veya bölüm sonu canavarı bekliyor: Şirket…
Sonuç olarak beni odamda bekleyen sahte deri, yıpranmış plastik ve gıcırdayan eklemlerden oluşan tahtıma oturuyorum. Masamda beni bekleyen sekiz klasör evrak, yirmi üç sonuç raporu ve on yedi çalışma planı ile göz göze gelince “Bunları dün bitirmemiş miydim?” diye bir düşünce alıyor beni. Her gün aynı dertler, aynı işler…
Şu meşhur sistemin bir parçası olmak böyle bir şey olmalı. Çarkların arasında sıkışmış bir çaput. Sümüklü bir mendil. Fabrika çıkışı gibi seri üretim bir gün daha…
Düzeltiyorum: Çarkların arasına sıkışmış bir çaput değil, sıkışa sıkışa sıkıştırmayı öğrenmiş bir lümpen bir çark özentisi. Nietzsche’nin dediği “canavarlarla dövüşürken canavara dönüşmek” bizim neslimizi anlatıyor sanıyorum.
Yağmurlu günüm yine ağır başlıyor. Çarklar ağır ağır dönüyor. Yavaş yavaş öğütülen kemiklerin sesi yankılanıyor şirket koridorlarında, toplantı odalarında ve odamın içinde. Çalışanlar, idareciler farkındalar bu durumun veya muhtemelen değiller. Yavaş yavaş tüm umutları ve hayat sevinçleri “Şirket” diye adlandırdığımız bu mekanizma tarafından bir vampirin kurbanından kan emişi gibi emiliyor.
Burada kendimi kaybedeceğimi düşünüyorum bazen.
Bazen değil hatta, her zaman…
…
Belki de yanlış bir yerdeyim.
“Belki” fazla olmuş olabilir.
***
İçinde bulunduğum durumu düşününce bazen kusmak istiyorum. Ancak sosyokültürel alışkanlıklarımız, yetiştirilme biçimimiz buna engel oluyor. Kusamayınca da içimde zehir birikiyor. Kanıma karışan zehirle kendimden geçiyorum. Halüsinasyonlar günümü gecemi kuşatıyor.
Halüsinasyonlar odamın koltuklarına kurulmuşlar, beni izliyorlar. Doğrudan baktığımda görünmüyorlar ancak hep gözümün kenarıyla bir anlık fark ediyorum. Evde de kedilerimle uğraşırken bazen görüş alanımın hemen dışında birileri geziyor gibi hissediyorum. Kulaklığıma da sızmışlar, işe giderken arada yayına karışıp bazı şeyler fısıldıyorlar. Bazen, gecenin derin saatlerinde yatağımın karşısından beni izliyorlar. O zaman hayal meyal sıfatlarını görür gibi oluyorum.
İki kişiler, hayaletler, hayaletlerim…
İkisi de benim simamı taşıyor.
Bazı gecelerde bana isimlerini fısıldıyorlar. İsimler yüreğimde yer ediyor ama acı bir yer: Umut ve Huzur.
İkisinin siması da ağzı burnu dağılmış şekilde. Sanıyorum, ölümleri feci bir dayakla gerçekleşti. Yedikleri dayağı geri almanın, onları diriltmenin bir yolu da yok üstelik. Hatta bu dayağın sorumlularından biri de benim belki. Suratlarındaki morartılarda, ağızlarının kenarından akan kanda benim de bir emeğim var sanki. Sanki dayak yerken birkaç yumruk savurmuş, birkaç tokat vurmuş, birkaç tekme atmışım gibi hissediyorum.
“Gibi” fazla olmuş olabilir.”
***
Odamda oturduğum yerde, dışarıdan yağmurun sabah bizi sırılsıklam eden huzurlu ve ürpertici gürültüsü geliyor. Herhangi bir müzik açmadım. Ancak kulağıma fısıldayan umut ve huzur çatallaşmış sesleriyle beni oyalıyor. Sesleri grotesk bir çığlığın uzaktan gelen yankısının kötü bir kaydı gibi.
Geminin biri rotasında seyrederken dalgalar ve fırtınalarla boğuşur. Hasar alır ancak gemi büyüktür, dalgalar yorar ancak yolunda ilerlemeye devam eder. Zamanla Theseus’un gemisi gibi parçaları dökülmeye başlar ama gemi rotasını bozmaz, hedefine doğru kararlı bir şekilde ilerlemeye devam eder. Bizim işimiz ise gemiyle değil rotasında ilerlerken dökülen tahta parçalarıyladır. Onlar bir süre daha geminin rotasında ilerler, akıntıyla yüzer ancak zamanla akıntı yavaşlar, bu parçalar da rotada daha ağır bir şekilde ve başka akıntılardan daha fazla etkilenerek seyre devam eder. Eski hızları da azalır ve rotadan saparlar. Günler günleri izler ve parçalar çürümeye başlar. Dalgalar ve fırtınalardan geçip batmazlar ancak bunu güçlerine değil de artık önemsiz küçük parçalar haline gelmelerine borçludurlar. Parçalara güç veren birlikte ilerledikleri rotadır ancak artık parçaların rotası kalmamıştır. Kıymık olana kadar çürüyüp sulara karışırlar, amaçsızca okyanusun ortasında yüzmeye devam eder ve tepelerinde güneş ve altlarında su ile varlıkları yokluğa dönüşür.
Hepimiz biraz bu parçalar gibiyiz. Gemiden düşmüşüz, dökülmüşüz veya atılmışız. Okyanusta sürükleniyoruz ancak bir rotamız var gibi düşünüyoruz. Bu sebeple de olanlar bu rotaya bağlıyoruz. Ben de böyle hissediyorum. Dalgalar üzerinde çırpınmıyor, fırtınadan kaçmaya çalışmıyorum çünkü batmayacağımı biliyorum. Batacak bir kütle kalmadı çünkü.
Bazen uzaklardan bir parıltı beliriyor.
Bir şişe yaklaşıyor.
Elimi uzatıp şişeyi alıyorum, ağzı sımsıkı kapalı ve içinde de bir parşömen var.
Şişeyi açıyorum, bugün yaptığım gibi.
Parşömende bir yazı var.
“Yarın son gün. Kimler yazı gönderiyor?”
Çaresizlik biraz daha azalmış gibi hissediyorum. Kalemi elime alıp başlıyorum yazmaya. Çok da beceremiyorum ama çok da seviyorum.
“Sahte deri, yıpranmış plastik ve gıcırdayan eklemleriyle…”





Yorum bırakın