
Emrecan Doğan
Dünya’da insanın bulunmasıyla beraber kötülükte var olmuştur. Kötülüğün insanlıktan önce Dünya’da var olması imkânsızdı çünkü vahşi doğanın düzeni içerisinde iyi ya da kötü yoktur, sadece yapılması gereken vardır. Doğal döngü içerisindeki eylemleri bu yüzden iyi veya kötü olarak isimlendiremeyiz. Ben de şimdi sizleri insan olduğum konusunda temin edebilirim, bunun içindir ki anlatacağım hikâyemde kötülük bulunuyor. İnsanlık kadar eski olan bu kavramın zamanını ve mekânını belirtmekte bir fayda görmedim, nasıl olsa onu aklınıza gelebilecek her yerde ve zamanda görebilirsiniz. Sizin aklınıza neresi ve ne vakit geliyorsa, hikayemin yeri o yer, zamanı da o zamandır.
Araba aniden durdu. Bu duruşa şaşırmamak elimde değildi çünkü fazlasıyla aniden olmuştu. Ne olduğunu bile tam olarak anlayamamıştım. Ön koltukta oturan şoförüm Kâzım Efendi’ye sormaya fırsat bulamadan adam arabadan indi ve aracın çevresinde bir tam tür döndükten sonra tekrar gelip şoför kapısının önünde durdu. Kapıyı açıp, başını şoför tarafının camından bana doğru uzattı.
“Beyefendi kusura bakmayın, aracın sağ ön tekerleği hem çamura saplanmış hem de çamura girdiği yerde patlamış. Nasıl oldu bilmiyorum ama talihsizlik işte!”
Ben gayet rahat bir tavırla cevap verdim.
“Önemli değil. Değil de şimdi kasabaya nasıl varacağız?”
Ataması geçen sene yapılmış olan küçük kardeşim Görkem’i ziyarete gidiyordum. Felsefe öğretmeniydi ve fazla nüfusu olmayan bir kasabadaki ticaret meslek lisesine atanmıştı. Neredeyse ilk senesini geride bırakıyorken onu işinde ziyaret etmek istedim. Görkem benim aksime okumaya pek meraklıydı, çevreyi onun okullu bir çocuk olduğu yıllarda saran okumaya karşı olumsuz havaya rağmen okuluna devam etti ve şimdi birkaç senelik bekleyişin ardından atanmıştı. O günler kâbus gibiydi, okumamak neredeyse okumaktan yeğ görülüyordu. Gerçi böyle düşünceler hep vardır, öyle değil mi? Ben bunu düşünürken şoförüm çoktan sorunuma bir çözüm üretmişti.
“Beyefendi, şu yakınlarda bir köy var gibi görünüyor.” Elini uzatarak ilerimizdeki yerleşim yerini gösterdi. Gecenin bu vaktinde birkaç ışık yanıyor olmasa orada bir köy olduğunu söylemek imkansızdı. “Eğer olur verirseniz arabayı kilitleyelim ve oraya kadar yürüyelim derim. Çünkü şu an bu karanlıkta otomobille ilgilenmemiz zor. Ancak gündüz gözüyle daha kolay olur.”
Bu fikri zihnimde bir süre tarttıktan sonra şu an en mantıklı olanın böyle yapmak olduğuna iyice kâni olarak otomobilden indim. Kazım Efendi de aracı tamamen kilitlediğinden emin olmak için şoför kapısını yokladı. Bizim olduğumuz yerden köye kadar olan kısımdaki yol kaldırım taşlarıyla döşenmemiş, asfaltlanmamış ya da akla gelebilecek herhangi bir düzene sahip değildi. Yalnızca toprak bir yoldan ibaretti ve biz buraya gelene kadar otomobilin camlarını döven yağmur, bu toprak yolu çamurlaştırmıştı. Bu yüzdendir ki köye kadar yürüdüğümüz yarım saat boyunca bata çıka ilerledik ve paçalarımız yer yer çamur oldu. Bereket versin ki ıssız yolda vahşi bir hayvan saldırısına ya da başka türden bir kazaya maruz kalmadan köye varabildik. Köyün yola bakan girişinden girdikten sonra hiçbir tabela ya da işaret yoktu. Yalnızca otomobilimizin yanındayken gördüğümüz o ışık kaynağının mekânını görüyorduk. İki katlı bir binadan ibaret olan bu yerin demirden bir kapısı vardı, kapının sağ yanında da bir tabela asılıydı. Fakat biz onu gecenin karanlığından dolayı okuyamadık. Yine de şansımızı deneyip kapıyı araladık. Demir kapı çift kanatlıydı ve ben ileri doğru ittirince hemen açıldı. Kapıyla bina arasındaki, kaldırım taşıyla döşenmiş yolu adımlarken şoförüm de ben de dikkatliydik.
“Kimse var mı?” diye sordum binaya doğru. Daha ben ağzımı yeni kapatmıştım ki binanın giriş kapısı açıldı ve birisi başını uzatıp bize baktı. “Merhaba?” dedim dikkatle, adam hiçbir şey söylemeden bakmaya devam ediyordu. Nihayet gülümseyerek kapıyı ardına kadar açtı ve öne çıkarak tüm bedenini ortaya çıkardı. Cılız bir adamdı ama yüzü kanlı canlıydı. Dudakları al al olmuştu. Kollarını açıp bize doğru yaklaştı.
“Aman efendim, hoş geldiniz!” diye bağırdı. Böylesine sıcak bir karşılama beklemiyordum. Açıkçası mecburiyetten sığındığımız bu köyde herhangi bir misafirperverlikte beklemiyordum, yalnızca parasıyla kalabileceğimiz bir yer bulma ümidindeydim. Adamsa o sırada sıcak karşılamasına devam ediyordu. “Kusura bakmayın, biz de cem yapıyorduk. Köyümüz boş çünkü herkes burada. Lütfen siz de gelin! Kaynananız seviyormuş ha, tam da ziyafete geçmiştik.”
“Hayır, aslında biz sadece ka…” Cümlemi tamamlamama bile izin vermeden adam koluma girdi ve beni içeriye doğru çekiştirmeye başladı. Ne yapacağımı ya da ne diyeceğimi bilemez bir hâlde, düşmemek için yürümeye çalışırken başımı arkaya çevirip Kâzım Efendi’ye baktım ama o da çaresiz gibi görünüyordu. Yine de bizi içeriye sokmaya çalışan tek kişi olduğundan ve onun da koluna girip, sürükleyebilecek birisi bulunmadığından o daha rahattı. Onu en son cemevinin kapısı ardımızdan kapanırken gördüm, dışarıda kalmıştı ve içeriye girişini görememiştim. Adam büyük bir şevkle beni, muhtemelen ben gelmeden önce kendi yeri olan, baş köşeye oturttu ve uzun, tahtta masanın çevresini almış olan kalabalığa beni yüksek sesle tanıttı.
“Misafirimiz var!”
Büyük bir coşku benim iki yanımdan başlayarak masanın öteki ucuna kadar yayıldı ve herkes ellerindeki aslan sütü dolu uzun bardakları havaya kaldırdı. Sonra hepsi birden ayarlanmış gibi, senkronize bir şekilde aynı anda bardaklarını havaya diktiler. Bardaklar gelişigüzel bir sırayla masaya geri koyulurken birisi de benim için bir sandalye getirdi. Az önce beni karşılayan adam iki eliyle birlikte omuzlarıma çökerek beni sandalyeye oturttu. Önüme saniyeler içerisinde bir tabak getirildi. Her şey o denli hızlı ilerliyordu ki başım dönmeye ve ağrımaya başlamıştı.
“Bakın, ben sadece kalacak yer arıyordum.”
Adam kendi sandalyesini çekerken bana baktı. Yüzü gülüyordu ama aynı neşeyi ya da ona benzer başka bir duyguyu gözlerinde görmek imkansızdı.
“Acele etmeyin canım, önce yiyelim içelim de ona da sıra gelir.”
Eline rakı dolu bardağı alırken bana da başıyla işaret etti. Her nasıl olduysa birisi önüme içi dolu bir rakı bardağı bırakmıştı. Alkole karşı düşük toleransımı kendime hatırlatarak yavaş yavaş içmeye başladım. Ucunu kaçırırsam kendimi kaybedebilirdim ama adam sürekli içmem için ısrar ediyordu. O kadar ısrarcıydı ki “Yok” demek mümkün değildi. Böyle böyle birinciyi bitirdikten sonra ikinci geldi ve onu da nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde bitirdim. Üçüncü geldiğinde artık ne kendimin ne de etrafımın farkında değildim. O yüzden bundan sonra anlatacaklarımın gerçek olup olmadığına dair sizlere kesin bir güvence veremem.
Üç bardak rakı içmiştim ama önüme daha yemek niyetine hiçbir şey gelmemişti. Masanın diğer ucunda Kazım Efendi’yi hayal meyal görüyordum, iki iri cüsseli adamın arasına oturmuştu ama çakırkeyif olduğu her halinden belli oluyordu. Ellerine ya da kollarına söz geçiremiyormuş gibi sağa solla sallayıp durduğunu seçebiliyordum. Yeni mi gelmişti acaba? Çünkü onu o ana değin hiç görmemiştim. Ben bunları düşünürken önüme bir tabak geldi. Bardağımdan yeni bir yudum aldım, artık iyice salmıştım. Sol elime bıçağı, sağ elime de çatalı alıp yüzümü yemeğe doğru eğdim. Görüşüm o kadar bulanıktı ki gördüğümün ne olduğunu ilk başta çıkaramadım. Sarhoşluğun etkisi geçmeden görüşüm düzeldi ve bunun bir baş olduğunu dehşet fark ettim. Bir insan başıydı, üstelik benim için yabancı olan bir insanın başı da değildi; kardeşimin başıydı. Kardeşimin gövdesinden kopartılmış kanlar içindeki başında donmuş bir dehşet ifadesi varken yanımdaki adam kulağıma doğru eğildi.
“Yiyin yiyin! Biz yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü!”





Yorum bırakın