Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

ÇARŞAMBADIR ÇARŞAMBA

,

Okuma Süresi

9–13 dakika

Levent Üstünbaş

Bu hikayeyi yıllar önce ana haber bültenlerine dahi konu olan Eskişehir’deki cinli hamam anlatısı ve ilk baskısı 1947 yılında yapılan Mehmet Halit Bayrı’nın İstanbul Folkloru kitabındaki anlatılardan esinlenerek yazdım. Anlatılar hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz. Korku101.com sitesinde yazdığımız “Eskişehir’deki cinli hamam vakası” yazısını okuyabilir. Kat 3 Daire 5 podcast’in 5. bölümünü dinleyebilirsiniz. Mehmet Halit Bayrı’nın kitabıyla ilgili daha fazla bilgi edinmek içinse yazar Mehmet Berk Yaltırık’ın YouTube kanalındaki  “Eski İstanbul’dan Cin Rivayetleri ve Büyüler-Mehmet Halit Bayrı’nın “İstanbul Folkloru” kitabı” yayınını izleyebilirsiniz.   

***

Çok yorulmuştum, bir o kadar da kirlenmiştim. Terime yapışan tozlar gözümü yakıyordu. Zaten tek gözü olan biri için oldukça zor bir durumdu bu. Zahireci deposunda çalışmanın en zorlu kısmı bu ayda bir tekrarlanan mal kabul geceleriydi. Zaten bunun dışında pek de zorlu bir tarafı yoktu. Ancak bu zamanlar gerçekten yıpratıcı oluyordu. Fakat şikayet edecek halde de değildim. Başka nerede iş verirlerdi benim gibi birine. Küçükken geçirdiğim bir trafik kazası yüzünden tek gözümü kaybetmiştim. Çenemin tam çukurundan başlayıp sol gözümün kenarından kulağımın üzerine oradan da saç döneğime kadar devam eden kalın bir yara izim vardı. Sağ bacağım diz kapağım yüzünden aksıyordu ve kazanın verdiği korku kekemeliğe sebep olmuştu. Başlarda zoruma gidiyordu. Okul hayatım, çocukluğum, ergenliğim çok zor geçmişti ancak artık kabul etmiştim. İnsanların bana bakışlarına aldırmıyordum artık. Ben bir hilkat garibesiydim ve benim yerim kimsenin görmediği, geceleri herkes evlerine çekildiğinde bekçiliğini yaptığım bir zahireci deposu olabilirdi ancak. Fakat ben de insandım. Yaşadığım talihsiz kaza benim bir çok hayalimi elimden alsa da insanlığımı alamazdı. Kendimi olabildiğince mutlu etme gayemi asla kaybetmedim. Bu yıpratıcı mesainin ardından bile kendimi mutlu etmenin bir yolunu bulmuştum. Tırlar gece gelirdi. Mal indirme, depoya dizme ve sayım işlerinin bitmesi sabaha kadar sürerdi. İş bittiği gibi hamamın yolunu tutardım. Hamam çoktu burada adı üzerinde Hamamyolu’ydu buranın adı ama ben onca hamamın içinde illa ki Hâlis hamamına giderdim. Şahane bir yer olduğundan değil, babadan kalma alışkanlık herhalde. Rahmetli beni hep buraya getirirdi. Önce bir güzel yıkanır,keselenir ardından camegâhta gazozumu içerdim. Sonra da çıkar ve börekçide alırdım soluğu. Ardından da eve gider kafayı vurur uyurdum. O malum sabah yine böyle yorucu bir mesaiyi keyifle sonlandırmaktı planım ancak o sabah hayatımın değiştiği günün başlangıcı oldu. 

Hamamın kapısından girdim ve “Selamın aleyküm Akif Ağabey.” dedim. Cüzdanımı telefonumu masaya bıraktım. Normalde neşeli ve şakacı bir insan olan Akif abi bu kez oldukça sessizdi. Halini hatrını sormaya yeltendim ancak anahtarı bana verdiği gibi arkasını döndü. Uzatmadan ayrıldım yanından, terlikleri aldım ve camegâha gittim. Kimsecikler yoktu. Bu saatlerde hamamın müdavimi olan dayılar ve dedeler banyosunu çoktan yapmış ve burada muhabbete başlamış olmalılardı. Ben onlara bakıp kaçta kalkıp geldiklerini falan düşünüp içimden hayret etmeliydim onlar da bana bakıp içlerinden halime acımalıydı. Fakat dediğim gibi çalışanlar bile yoktu. Terlikleri giydim, havuları aldım ve altkata indim. Peştemalci de yerinde yoktu ama çok da sıkıntı değildi çünkü ben peştemal sevmediğimden hamama deniz şortuyla girmeyi tercih ediyordum. Bu garip sessizlikte daha fazla vakit kaybetmek istemedim ve hamamın kapısını açtım. Gördüğüm manzara karşısında hayretler içerisinde kalmıştım. Yukarısı ne kadar boşsa burası o kadar kalabalıktı. Havuz insan kaynıyordu. Kirlenmiştir bu havuza girilmez artık dedim ve boş bir kurna bulup yerleştim. Başımdan sıcak suyu döktükçe yorgunluğum daha da çıktı ortaya. Gözümü kapattım ve sırtımı sıcak mermere dayayıp dinlenmeye başladım. Yarı uyur vaziyetteyken uğultular arttı ve bu uğultuya şen kahkahalar eşlik etmeye başladı. Gözümü yarım açıp havuza baktım çoğu havuzdan çıkmıştı ve atlayıp, zıplıyorlardı. Bir an havuza girsem mi diye düşünsem de başımdan bir tas su daha döküp uyuklamaya devam ettim. Çok geçmeden birinin kolumu tuttuğunu hissettim. Gözümü açtım ve başını bana eğmiş tipsiz bir adamla karşılaştım. Ben ne olduğunu anlamadan beni çekiştirmeye başladı, bir hayli de kuvvetliydi “Gel kardeşim gel! Bugün çarşambadır.” dedi. Ne olduğunu anlayamadan adamın peşinden sürüklenirken buldum kendimi. Kimisi zıplıyor, kimisi tepiniyor, kimisi elindeki tasa havuzdan su doldurup havaya saçıyordu. Ben şaşkınlık içindeydim ama bir yandan da gülüyordum. Bu esnada hep bir ağızdan tezahürat yapar gibi bağırmaya başladılar: “-Çarşambadır, çarşamba!”
“-Çarşambadır, çarşamba!”
“-Çarşambadır, çarşamba!”

Bir kaç saniye olan biteni izledim ama sonra karşı gelmenin nafile olacağını düşünüp ben de onlarla birlikte bağırmaya başladım.
“-Çarşambadır, çarşamba!”
“-Çarşambadır, çarşamba!”
“-Çarşambadır, çarşamba!”

Bir yandan bağırıp el şaklatıyor bir yandan da düşünüyordum, neydi bu çarşamba? Gün desen bugün çarşamba değil perşembeydi. Bunun dışında da küçükken bir kez gittiğim Samsun’un kazası olan Çarşamba geldi aklıma ama bunun da konuyla pek alakası olamazdı. Asker eğlencesi miydi yoksa bu? Belki de Çarşamba’ya çıkmıştı askerliği. “-Aman be… Neyse ne! Ben eğlenceme bakayım, belli ki matrak tiplerin arasına düştüm.” dedim kendi kendime. Hem de içimden falan değil bildiğin yüksek sesle söyledim. Zaten kimsenin beni duyabilecek bir hali yoktu. Derken topal ayağım kayıverdi ve yere kapaklandım. Yerden kalkmaya çalıştım ama etrafımdan öyle hızlıca öyle çokça geçiyorlardı ki bir türlü doğrulamadım. Tam doğrulacaktım ki gördüğüm şey heykel gibi kaskatı kesilmeme sebep oldu. Etrafımdakilerin ayakları tersti. Yıllardır duyup da kulak asmadığım üç harfli hikayelerinde olduğu gibi tersti. Ben dört ayaklı bir hayvan gibi yerde durmaya devam ederken bir el beni ensemden tuttu ve kaldırdı. Yüzümü yüzüne yakınlaştırdı ve “-Ne korkarsın kardeşim? Biz de seni bekliyorduk.” dedi. Benim zaten kekeme olan dilim hepten tutulmuştu ve sadece anlamsız sesler çıkarabildim. O sırada içlerinden bir tanesi “-Görememiştir o baksana bir gözü kör onun.” dedi. Ensemden tutan gözünü gözüme iyice yakınlaştırdı ve güldü. Hemen ardından parmağını görmeyen gözüme bastırdı ve beni bıraktı. Ben korku içindeydim ve teslim olmuş gibi ellerimi kaldırıyordum o sırada iki tanesi ellerimden iki tanesi de ayaklarımdan tutup beni beşik gibi sallamaya başladılar. Diğerleri ise gülmeye ve bağırmaya devam ediyordu.
“-Çarşambadır, çarşamba!”
“-Çarşambadır, çarşamba!”
“-Çarşambadır, çarşamba!”
O esnada beni ensemden tutan “-Atın gitsin!” diye bağırdı ve ben kendimi havuzun dibinde buldum. Su bir seferde girmek için hiç uygun bir sıcaklıkta değildi ancak bu içinde bulunduğum durumun sanırım en az dert edilecek kısmıydı. Çırpınarak suyun yüzeyine çıktım. Nefes nefese kalmıştım. fakat hiç ses yoktu. Gözümü ovaladım ve etrafa baktım. Herkes gitmişti. Rüya mı görüyordum, hayal miydi? Biz de seni bekliyorduk derken ne demek istemişlerdi? En önemlisi bunlar kimdi yahut neydi? Neyse ne dedim ve bir an önce buradan çıkmak istedim, hızlıca camegâha gidip giyindim, koşar adımlarla kasaya gidip anahtarımı verdim. Cüzdanımı ve telefonumu cebime soktum. Akif abi bana baktı ve yüzümdeki şaşkınlıkla karışık korkuyu fark etmiş olacak ki “-Hayırdır gülüm?” Dedi. Bir şeyler söylemeyi düşünsem de kelimeler dilimin ucunda düğüm oldu ve elimi eyvallah dercesine kaldırarak kapıdan çıktım. Kapı kapanırken Akif abinin “-Allahallaa. Hayırdır inşallah!” deyişlerini duyabiliyordum. Hızlıca eve girdim annem uyanmıştı. Ona bir şey söylemedim zaten yaşlıydı ve bir ton hastalıkla uğraşıyordu, bir de bunları anlatıp yüreğine indiremezdim. Kısa bir hal hatır sorgusundan sonra yorgun olduğumu söyleyip hızlıca yatağa girdim. Uyuyamam yatakta döner dururum diye düşünüyordum fakat öyle olmadı. Telefonumun ne olur ne olmaz diye her zaman kurulu duran alarmı beni uyandırdığında ne zaman daldığımı bile hatırlamıyordum. Gözümü açar açmaz ilk aklıma gelen hamamda yaşadıklarım olmuştu ancak hatırladığım şeyler zihnimde belli belirsiz parçalar olarak canlanıyordu ve içime gereksiz bir rahatlık hissi vardı. Gülmeye başladım. Yorgunluk ve sıcak zihnimle bir olup bana bir oyun oynamıştı. Başka ne olacaktı ki? Kafamdan bunu geçirirken bir anda o rahatlık hissi yok oldu ve yataktan panikle çıktım. Düş olamayacak kadar gerçekti dedim kendi kendime ve ellerimle yüzümü ovuşturdum. O anda bir şok daha yaşadım. Görüyordum! Bir kaç kez kırptım gözlerimi. İki gözümle birden görüyordum. Elimle sol gözümü kapatıp açtım. Basbaya görüyordum. Çok sevindim. Basbaya iki gözümle birden görüyordum. İfade edebilmenin mümkün olmadığı kadar çok sevindim ancak bu da kısa sürdü. Korktum. Demekki hamamda olanlar gerçekti. Yorgunluk, sıcak ve zihnimin bir oyunu değildi. Cin ya da her ne ise parmağını gözüme bastırdığı anı düşündüm. Olan biten biraz daha net bir şekilde geçti kafamdan. Hızlıca giyinip yüzümü anneme pek göstermeden evden çıktım. Bu seferlik atlatmıştım ama elbet fark edecekti ve nasıl açıklayacağıma dair hiç bir fikrim yoktu. Kafamda bu sorularla telaşlı bir şekilde düşünürken deponun olduğu sokağa gelmiştim bile. İçeri girmeden önce şapkamın siperini gözlerime doğru iyice indirdim. Şapkam benim en büyük dostumdu. Beni saklardı. İnsanların tiksinti ve acıma duygularını bir arada barındıran o zehirli bakışlarından korurdu. Şimdi de sırrımı saklayacaktı. İçeri girdiğimde İbrahim abi ayaklarını demir bacaklı eski yazıhane masasının üzerine uzatmış ve tavşan uykusuna yatmıştı. Ben kapıyı açar açmaz alaycı ve oldukça yüksek bir tonla “-Selamın Aleyküm.” Diye bağırdım. Huysuzca doğruldu ve duvardaki saate baktı. “-Hoşgeldin. Erken gelmişsin yauv.” Dedi. Çuvallardan oluşan dar koridorun arasından hızlıca geçip masanın karşısındaki yırtık pırtık suni deri sandalyeyi çabucak sol taraftan alıp sağ tarafa çekiverdim ve oturdum. Böylece İbrahim abi beni sağ profilden görüyordu ve gözümü fark edemezdi. Klasik nasılsın, iyimisin, çok şükür falan filan konuşmalarını atlattıktan sonra İbrahim abi benim biraz da olsa erken gelmemi fırsat bilip toparlanmaya başladı. Ben onun nezaketen sormasına bile fırsat vermeden “-Sen çık abi ben geldim nasılsa. Zaten bugün iş yok, sen gündüz dükkana gidecekleri görmüşsündür. Ben sabaha kadar beklerim çuvalları, kaçamazlar bir yere. Dedim.” İbrahim abi çok şaşkın bir ifade ile bana bakıyordu. Gözümü fark ettiğini zannederek kafamı iyice sola doğru döndürdüm. Bir süre sessizlik devam etti. Oldukça gerildim ve Telefonla konuşma numarası yaparak kapıya çıkmak gelmişti aklıma. Sandalyeden kalkıp arkamı döndüm ve cebimden telefonumu çıkarttım. Tam bu esnada İbrahim abi “-Dilin çözülmüş oğlum senin. Maşallah, nasıl oldu len bu?” Dedi. Gözlerim de ağzım da fal taşı gibi açılmıştı. Allahtan sırtım dönüktü. Kekelemiyordum. İbrahim abi söyleyene kadar farkında bile değildim fakat kekelemiyordum. Ne diyeceğimi bilemedim. Numaradan kekelemeyi düşündüm ama yapamadım. “-Çalışıyorum abi. Eg-egzersiz yapıyorum.” Dedim. Bu numara değildi, heyecandan kekelemiştim. Telefonumu kulağıma dayayıp hızla dışarı çıktım. Evet, hayır, tabii tabii gibi manasız kelimeler çıkıyordu ağzımdan. İçimden “Hadi İbrahim abi git artık.” Diyordum. Hayali telefon görüşmeme uzunca süre devam ettim. Bu esnada bir yandan içeriyi süzüyordum. İbrahim abi montunu giyip kasketini taktı ve çuvalların arasından yürüyüp açık olan depo kapısından çıktı. Ben elimle telefonu kapatıp “Hayırlı akşamlar İbrahim abi.” Dedim. Elimle telefonu gösterip hiç sorma dercesine bir yüz ifadesi yapmaya çalıştım. İbrahim abi beni kasketine dokunarak selamladı ve aheste bir şekilde yürüyerek uzaklaştı. İbrahim abi gider gitmez içeri girdim ve oturdum. Heyecanım yatışınca kendime kızdım. Neden bu kadar panik oluyordum ki? Ne olmuş yani iyileşmiştim ulan! Bir günde iyileşmiştim işte deyip geçsem ne olacaktı sanki? Kim bilecekti ne yaşadığımı? Korkularım yersizdi. Kimsenin elinde meşale ile kapıma dayanacak, gariban anamı cadı diye yakacak hali yoktu sonuçta. Tüm bunları yüksek sesle söylüyordum. Akıcı bir şekilde konuşmak çok güzeldi. Konuştum, konuştum ve sustum. Bari biraz uyuklayayım dedim ve kapıyı kilitlemek için ayağa kalktım. Şöyle bir dışarıyı süzdüm ve kapıyı kapattım. 

Masaya döndüğümde çuvalların arasından bir hışırtı geldiğini duydum. Bu Şıkkıdı Naciye olmalıydı. Şıkkıdı Naciye yıllardır beslediğim bir sokak kedisiydi. Neden bilmem ona bu adı vermiştim. Şıkkıdı benimle birlikte sabaha kadar depoda durur, ne anlatırsam dinler, arada bir de miyavlayarak adeta bana cevap verirdi. Ben de uslu uslu beni dinlemesi karşılığında ona mama verir, karnını bir güzel doyururdum. Çuvalların arasında onu ararken başka bir kedinin içeri girdiğini gördüm. Bu kedi simsiyahtı ve daha önce buralarda hiç görmemiştim. Yanına doğru yaklaşırken benden hiç ürkmemiş hatta gözlerini bana dikmişti. İyice dibine girdim ve sevecen bir sesle “Sen de kimsin?” diye sordum. “Daha önce de karşılaştık” dedi. Bu dediğini duyar duymaz korkudan baygınlık geçirecek gibi oldum ve kendimi çuvalların üzerine bıraktım. Çünkü bu kara kedi aynı bir insan gibi konuşmuştu. Ben kendi kendime duyduğum şey gerçek mi diye sorarken konuşmaya devam etti.  

“Ben Zeliha’nın ya da senin bildiğin adıyla Naciye’nin dostuyum. Naciye sizlere ömür. Ölmeden önce bize bir vasiyeti olmuştu bizde bunu yerine getirmek için dün hamamda seni bekledik. Sonra da vasiyetini yerine getirdik. Zeliha seni çok severdi. Geveze olduğunu söylerdi ama senden hep iyi bahsetti. Bu olanlar sana onun hediyesi. Artık yeni halinin tadını çıkar.” dedi. 

Ben şaşkınlık içerisinde kalakalmıştım. Sabahtan beri yaşadıklarım ancak masallarda olacak türden şeylerdi. Sadece “Teşekkür ederim.” diyebildim. Bu esnada kapı açıldı. Gelen İbrahim abiydi. Kapının açılmasıyla birlikte kara kedi hızla dışarı çıktı ve sokağın karanlığına karıştı. İbrahim abi “Bu nerden çıktı ya!” dedi nekbet bir sesle. “Naciye yetmedi şimdi de bunu mu dadandırdın buraya?” diye sordu. Bunun bir soru değil sitem olduğunun farkındaydım ancak oralı olmadım. İbrahim abi içeri girdiği gibi kapıya çıkıp gözlerimle kara kediyi aradım ancak çoktan kayıplara karışmıştı. İbrahim abi masaya doğru yürürken anlatmaya başladı. “Otururken kıçıma batıyor diye cüzdanımı çıkarıp çekmeceye koydumdu. Giderken almayı unutmuşum onca yolu geri döndüm.” dedi. “Çekmeceyi hiç açmadım abi.” dedim ancak umurumda değildi. İbrahim abi cüzdanını ararken ben dışarı çıktım. Sokağın köşesindeki çöpleri karıştıran bir kedi vardı. Ona doğru yürüdüm. Bu esnada sekerek yürümediğimi, yaşıtlarım gibi yürüyebildiğimi fark ettim. Kedi ona doğru geldiğimi görünce ürküp biraz uzaklaştı. “Dur arkadaş kaçma benden!” dedim. “Eğer sen de Naciye’yi tanıyorsan çok teşekkür ederim. Lütfen bunu arkadaşlarına ilet” diye bağırdım. Yüzümde şapşal bir gülümseme vardı. Çocukluğumdan beri bu hikayelerin hep korkunç sonlarla biten versiyonlarını dinlemiştim. Ancak benim hikayem böyle bitmemişti. Belki de bu zamana kadar insanlardan o kadar korkmuştum ki artık korkacak bir şeyim kalmadığı için böyle olmuştu. Her ne olursa olsun Şıkkıdı Naciye ve dostlarını güzel hatırlayacaktım. Ben bunları düşünürken İbrahim abi yanıma gelip niye sokağın ortasında dikildiğimi sordu. Ona baktım, güldüm ve şöyle dedim.

“-Çarşambadır, çarşamba!”

Yorum bırakın