
Ardakan Coşkun
Tek istediğim, biraz olsun, kafamı dinleyebilmekti. Muhtemelen hayatımın en bunalımlı dönemini yaşıyordum. Gecemi gündüzüme katarak okuduğum berbat bir üniversitenin arkeoloji bölümünü bitireli üç yıl olmuştu ve ben halen bir iş bulabilmiş değildim. Bu da yetmiyormuş gibi, kapana kısılıp kaldığım evimde bizimkilerin mütemadiyen didişip durmasını çekiyordum bir de. Artık aklımı kaçırmak üzereydim! Annemle babam ne zaman bir araya gelse evde kıyamet kopuyordu. Küfürler havada uçuşuyor, duvarlara eşyalar fırlatılıyor, kapılar çekilip vuruluyordu… Gözyaşı dökmeden bir gün bile geçiremiyorlardı. Herhalde sırf birbirlerinden sıkıldıkları için, ki babamın annemi aldattığından neredeyse emindim, yirmi beş yıllık evlilikleri ikisine de dar gelir olmuştu. Nitekim bunun ceremesini en çok çeken de bendim işte. Evimi bir süreliğine terk etmemin bütün sebebi buydu… Tabii korkunç bir kâbusun pençesine düşeceğimi bilseydim, böyle aptalca bir davranışta asla ama asla bulunmazdım!..
En iyisi her şeyi baştan anlatmak…
Ankara ayazının yoğun şekilde hissedildiği soğuk bir kış günüydü. Yeşilöz’de oturan bir arkadaşımın yanına gitmek üzere gecenin bir vaktinde yollara düşmüştüm. Çıkıp giderken de kimseye haber vermemiştim. Niyetim annemle babamın endişelenmesini sağlamaktı. Belki dikkatlerini çekersem, birbirlerini yemeyi bırakıp boşanmayı akıl edebilecek bir duruma gelebilirlerdi diye düşünmüştüm.
Cebimde beş kuruş para olmadığından yolculuğum boyunca otostop çekmek zorunda kalmıştım. Aracına binmeyi başardığım birinin sayesinde Ayaş’a kadar gidebilmiş, oradan da kamyoncu bir dayının yardımıyla Yeşilöz’e ulaşabilmiştim. Sağ olsun, kendi güzergâhından sapıp beni gitmek istediğim yere bırakabileceğini söylemişti, dayı, ama ayıp olmasın diye, Yeşilöz’ün sınırları içerisine girdiğimiz vakit bir pansiyonun yakınlarında inerek, bana verilen bu şansı elimin tersiyle itmiştim.
Salak kafam…
Saat çok geç olmuştu. Şafak sökmek üzereymiş gibi görünüyordu. Gökyüzünün bir yarısı siyaha gömülmüşken, diğer yarısı da maviye çalıyordu. İçeriden sızan azıcık sıcaklıktan faydalanmayı umarak sundurmasının altında biraz yatıp uyumayı planladığım pansiyona doğru ilerlerken, solmaya yüz tutmuş yıldızları seyretmek adına başımı şöyle bir kaldırmıştım. O esnada gözüme çarpan koca bir dağın silüeti hasebiyle de epey tanıdık bir yerde olduğumu fark etmiştim. Ne tarafta kaldığını tam olarak kestiremesem de Yavuzoğlan adlı küçük bir kasabanın yakınlarında bulunduğumdan emindim. Hatırladığım kadarıyla da o kasabada, uzun zamandır görmediğim; çocukluğumdan hayal meyal anımsadığım dedemin villadan hallice evi vardı.
Bunun ayırdına varır varmaz zevkten dört köşe olmuştum çünkü başımı sokacak, adamakıllı dinlenebileceğim bir yer bulmuştum! Ayrıca, bedavaya karnımı da doyurabilirdim. Hatta ve hatta dedemden harçlık koparabilir ve bununla da kalmaz, belki alanımda bana bir iş bulmasını bile sağlayabilirdim! Ne de olsa dedem, tabii yanılmıyorsam, bir vakitler Amerika’da, Miskatonic Üniversitesinde kimya profesörü olarak çalışmıştı. Yani böyle bir insanın eli kolu uzundur, tanıdıklarını falan araya sokarak bana bir iyilikte bulunabilirdi, öyle değil mi?
Ne kadar da aptalım… Hemen heyecana kapılmış, hayaller kurmaya başlamıştım. Dedem ölmüş müydü, kalmış mıydı? Hâlâ orada mı yaşıyordu, yoksa taşınmış mıydı? Hiçbir şeyden haberim yoktu. Adamın beni tanıyıp tanımayacağı dahi meçhuldü. Galiba onu en son on dört, on beş sene önce görmüştüm. Annemle küs olduklarından, daha doğrusu annem onunla küs olduğundan, bunca zamandır ne o bizimle ne de biz onunla görüşmüştük. Bir keresinde anneme dedemle neden konuşmadığımızı sorduğumda bana, “İşinden başka bir şeyle ilgilenmeyen biri o. Ben küçükken bizi bırakıp şehir şehir, ülke ülke her yeri dolaştı; aylarca, bazen de yıllarca evine uğramadı. Ailesini bir defa arayıp sormadı. O yüzden artık yüzümüzü görmeyi hakketmiyor!” diye yanıt vermişti. Fakat babamın dediğine göre bu tamamen palavraydı. Annem dedeme küsmüştü çünkü dedemin had safhaya ulaşan sorumsuz davranışları yüzünden anneannem ortalıktan kaybolmuştu.
O günü dün gibi hatırlıyorum. Zaten dedemi de en son o gün görmüştüm. Bütün akrabalarımız kasabalılarla ve jandarmayla bir olup her yeri didik didik aramıştı. Küçücük yaşımla ben de onlara katılmıştım. Fakat aylarca süren arayışın neticesinde anneannemin ne dirisine ne de ölüsüne rastlamıştık… Ona ne olduğunu hep merak etmiştim. Keşke sadece merak etmekle kalsaydım…
Neyse, uzatmayayım. Fazla vaktim yok.
Dedemin evde olup olmayacağı ya da evde olsa dahi beni tanıyıp tanımayacağı falan umurumda değildi. Ne olursa olsun, oraya gidecektim. Hem kaybedecek neyim vardı ki? En geç bir saate orada olurdum, ki pansiyona uğrayıp kasabaya nasıl gidebileceğimi sorduğumda, yalnızca yarım saatimden olacağımı öğrenmiştim.
Dedemin evi, kasabanın girişindeki büyük bir camiinin arkasında kalan ormanlık arazinin içinde, nispeten ıssız bir konumdaydı. Oradaki ağaçları en son gördüğümde neredeyse hepsi birer fidandı. Şimdiyse kocaman olmuşlar, gökyüzüne doğru uzanıyorlardı. Gündüzleri oranın cennette benzediğinden şüphem olmasa da geceleri hiç de öyle değildi. Kurda, kuşa; ite, kopuğa ya da karanlık ne tür bir uğursuzluk barındırıyorsa artık, ona yem olmamak adına süratle ilerlemiştim. Çok geçmeden de ev karşıma çıkmıştı… Diyeceğim ama “ev” demeye bin şahit isterdi.
Burası, kelimenin tam anlamıyla, iki katlı bir bok yuvasıydı. Sokakta yaşayan serserilerin toplanıp her türlü pisliği icra edebileceği metruk bir mekândan farksızdı. Orası burası aşınmış, boyası akmış duvarları manasız ve absürt grafitilerle doluydu. Bir kısmı kırık, bir kısmı çatlak pencereleri de sararmış gazete kâğıtlarıyla örtülüydü. Kapının üstündeki, payandaları bel vermiş cumbaysa davetsiz bir misafirin kafasına düşmeye can atıyormuşçasına duruyordu.
Fakat bütün bunların yanında, asıl ilgi çeken şey evin çevresini bir sur gibi sarmış kapkara çöp poşetleriydi. Bazıları yırtılmış, içindeki pislikler etrafa saçılmıştı. Kim bilir kaç aydır toplanmamıştı bunlar. Hatta bir tanesi resmen leş kokuyordu. İçinde ölü bir şeyin bulunduğundan kesinlikle emindim. Değil yanına yaklaşmak, insanın bakası dahi gelmiyordu o iğrenç şeye.
İçimden bangır bangır bağıran bir ses geri dönmem için bana yalvarıyordu. Ama benim adım atacak ne mecalim ne de isteğim kalmıştı. Uykusuzluk ve açlıktan bayıldım bayılacaktım. Üstelik havanın soğuk olması da cabasıydı. O yüzden kendimi bir anda kapıyı çalarken bulmuştum. Dedemin beni karşılamasını ümitsizce beklerken, onun halen orada oturup oturmuyor olabileceğini anlamsızca sorgulamıştım.
Uzun bir bekleyişin ardından arkamı dönmüş, tam gidecekken kapı kulak zarlarımın yırtıldığından şüphe etmeme neden olan bir gıcırdamayla açılmıştı. Anında suratıma çarpan kesif, mide bulandırıcı, tarifi imkânsız bir koku yüzünden elimi istemsizce ağzıma ve burnuma götürmüştüm.
Karşımda; yüzü kirden kararmış, gri saçları upuzun sakalına karışmış, yırtık pırtık bir pijama giyinmiş, haşin bakışlı, bir deri bir kemik kalmış bir adam duruyordu.
Bu herif benim dedem miydi? Doğrusunu söylemek gerekirse hiçbir fikrim yoktu. Zihnimin kıyısında köşesinde kalan suretiyle tamamen alakasızdı.
Bir süre boyunca birbirimize bakıp durmuştuk. Ne benim ne de onun ağzından tek bir kelime çıkmıştı. Arkama bakmadan oradan hemen uzaklaşmam gerektiğine dair müthiş bir dürtüye kapılsam da, artık şaşkınlıktan mıdır dehşetten midir bilmiyorum, kılımı dahi kıpırdatamamıştım.
Nihayetinde sessizliği bozan o olmuştu. Önce hırıltılı bir ses çıkarmış, sonra boğazını temizleyip cırlak bir tonda, “Kimsin?” diye sormuştu.
Ne diyeceğimi bilememiş, kekeleyerek adımı söylemekle yetinmiştim.
Çürükten geçilmeyen sapsarı dişlerini göstererek sırıtmıştı birden. Gözleri birer inci tanesi gibi parıldayıp masmavi olmuştu. “Torunum!” diye bağırıp beni kollarının arasına alarak kafamı göğsüne bastırmıştı. Ben, ne oluyor lan, diye düşünürken, “Canım torunum, nereden çıktın sen böyle? Beni ziyarete mi geldin? Ah, koçum benim!” diyerek konuşmaya devam etmişti.
Sanırım birkaç dakika boyunca onun çelimsiz görünse de gayet sert olan kollarının arasında esir kalmıştım. O sırada da, evden gelen o pis kokunun aynısının üstüne sindiğini fark etmiştim. Bir lağım bile onun yanında daha hijyenik kalırdı. Evde su mu yoktu, niye yıkanmamıştı bu adam?
Keşke bu düşüncem tek derdim olsaydı…
“Buyur, buyur. Kapıda kalma,” deyip beni resmen çekiştirerek içeri almıştı. Sırtımdan ittirerek salona götürmüş, tozdan ve örümcek ağından geçilmeyen tahtadan bir sandalyeye oturtmuştu. Ardından dönüp kapıyı kilitlemişti.
Pişmanlıktan kafayı yerken etrafıma şöyle bir göz atmıştım. Dışarıda olduğu gibi içeride de her yeri bok götürüyordu. En az elli yıl öncesinden kalmışa benzeyen bütün mobilyalar tahtadandı ve onlar da tozdan ve örümcek ağından geçilmiyordu. Televizyon ya da radyo yoktu. Odanın öbür ucunda üzerinde sinekler uçuşan, yemek artıklarıyla dolu koca bir masa vardı. Dikkatli bakınca hepsinin çürümüş ve pörsümüş et artıkları olduğunu görmüştüm. Hâlâ kusmadığım için kendime şaşırıyordum. Belediyenin buradan haberi olsa, bırakın evi boşaltmayı, yakması gerekirdi.
Dedem… Ya da o… O adam geri geldiğinde birden yüzü düşmüştü, beni ilk gördüğündeki o nahoş ifadeye bürünmüştü. “Dur bakayım, kimin velediydin sen?” diye sormuş, konuşmama müsaade etmeden de bir şeyler gevelemişti. Galiba anneme küfretmişti ama emin değilim.
Daha sonra, “Sen şimdi yorgunsundur, sana bir şeyler ikram edeyim,” deyip mutfağa gitmişti. Elinde küçük bir su bardağıyla geri dönmesi de bir olmuştu. Smoothieye benzeyen, katımsı yemyeşil bir şey vardı bardağın içinde. O şeyi elime tutuşturduğunda tekrardan güler yüzlü olmuştu.
“Bu ne?” dercesine bir bardağa bir ona bakmıştım. Tuhaf tuhaf sırıtmaktan başka bir şey yapmıyordu.
“İç, iç. Bak, gör; seveceksin. İç hadi,” diyerek elimden tutup bardağı ağzıma dayamıştı. Bir tür bitki çayı içeceğimi umut ederek küçük bir yudum almıştım. İşte kusma isteğim ancak şimdi baş gösterebilmişti.
Öğürerek bardağı ona uzatmıştım. Bana öyle bir bakış atmıştı ki… Bu herifin katatonik şizofreni ya da onun gibi bir şeyden mustarip olduğundan kesinlikle emin olmuştum. Canımı gözüne kestirmiş, kana susamış bir katilin atabileceği bakıştan daha fenasını atmıştı. O ana dek sahip olduğum bütün rahatsız edici duygular yerini korkuya bırakmıştı. “Tamam,” demiştim kendime, “başın belada.”
Can havliyle birden ayağa kalkıp, “Kusura bakmayın, gece gece rahatsız ettim. Müsaadenizle ben artık gideyim,” demiştim.
Kolumdan tuttuğu gibi beni sertçe geri oturtmuştu.
“Hiçbir yere gidemezsin!” demişti yüksek perdeden konuşarak. “Daha yeni geldin. Bu gece misafirimsin. Hem daha çayın bitmedi. İç şunu. Bitir!”
Bu şey çay mıydı? Ulan sıcak bile değildi!
Derin bir nefes alıp vermiş, sonra da bardağı kafama dikmiştim. Tadı o kadar iğrenç ve acıydı ki ağzıma gelip de yuttuğum kusmuk daha lezizdi!
Gözlerimden yaş gelirken, boş bardağı ona uzatmıştım. Bana bir zarar vermesin diye de nazik davranma düşüncesine kapılmış ve teşekkür etmeye çalışmıştım fakat sesim o kadar kısık çıkmıştı ki kendim de duyamamıştım.
Ağzı yeniden kulaklarına varır olmuştu. “Güzel,” diye mırıldanıp beni ayağa kaldırmış ve üst kata çıkarmıştı. Cumbanın olduğu küçük bir odaya sokup, “Bu gece burada yatabilirsin,” demişti. “İhtiyacın olursa tuvalet koridorun sonunda. Hadi iyi geceler!”
Kapıyı kapattığı gibi gidip pencereyi açmıştım. Ne olduğunu bile bilmediğim o lanet şeyin her bir damlasını boğazımı yırtmak istercesine geri çıkarmıştım. Temiz hava belki iyi gelir diye de beş, on dakika boyunca pencerede öylece sarkmıştım. O sıradaysa mideme bir ağrı saplanmış ve başım dönmeye başlamıştı.
Kendimi geri içeriye çektiğimde yere çömelmiş ve sırtımı duvara vermiştim. Oradan derhal kurtulmam gerektiğinin gayet ayırdında olsam da enerjim kalmamıştı. Bu nedenle, olduğum yerde uyuyakalmıştım.
Yarım saat kadar sonra, gördüğüm bir kâbus yüzünden terden sırılsıklam halde titreyerek uyanmıştım. Hâlâ midem ağrıyor ve başım dönüyordu. Fakat gördüklerimden o denli rahatsız olmuştum ki ilk etapta bunu fark etmemiştim bile. Gerçi ne gördüğümü de doğru düzgün hatırlayamıyordum. Tek hatırladığım, sürekli kulaklarımda çınlayan, henüz hiçbir anlam ifade etmeyen iki kelimeydi sadece: Cthulhu R’lyeh.
Bu iki kelimeden neden rahatsız olduğumu çok geçmeden öğrenecektim…
Artık oradan kurtulma vaktim gelmişti. Kendimi toparlayıp ayağa kalkmış ve direkt aşağı inmiştim. Manyak herif, kapıyı kilitlemekle kalmamış, bir de sürgülemişti. Hem de ne sürgülemek! En az yirmi tane kilit vardı. Özel harekatçılar evi basmaya falan kalksa, herhalde bacadan girmek onlar için daha kolay olurdu.
Kısa süreliğine yaşadığım bir paniğin ardından, kendime çıkış yolu açmak adına camlardan birini kırmaya karar vermiştim. Bunun için etrafıma bakınıp sert bir şey ararken, ansızın arkamdan gelen boğuk ve acı dolu bir feryatla irkilmiştim. Dedem olacak o kaçığın sesi değildi bu. Daha çok, genç bir kızın sesi gibiydi. Nereden geldiğini anlamaya çalışırken bir kez daha işitmiştim. Mutfağın yanındaki kapının ardından geliyordu. Sanki biri, “İmdat!” diye bağırıyordu.
Ne yapacağımı şaşırmıştım. Birinin başının belada olduğu kesindi. Telefonum çekmiyordu. Gidip yardım mı getirsem, yoksa müdahale mi etsem bilememiştim. Yardım getirmeye gitsem çok geç olabilirdi, ben müdahale edersem de kendimi tehlikeye atmış olacaktım.
Biraz durup düşünmüştüm. Eğer bu, dedemin işiyse onunla dövüşebilirdim. Aslında göründüğü kadar cılız biri değildi ama onu alt edebilirdim. Yapmam gereken tek şey cesaretimi toplamaktı. Öyle de yapmıştım… Aslında aptalca bir davranışta bulunmuştum desem daha doğru olur…
Yardım etmeye can attığımdan değil de bir an önce oradan kurtulmak istediğim için hiç vakit kaybetmeden çığlığın peşine düşmüştüm. Mutfağın yanındaki kapı aşağıya, zifiri karanlığa doğru inen; basamakları göçmüş bir merdivene açılmıştı. Düşmeyeyim diye telefonumun ışığını yakıp tırabzandan tutunarak dikkatlice inmiştim.
Otuz, otuz beş basamaktan sonra bomboş bir alana varmıştım. Fakat duvarların birinde, boydan boya uzanan, bir insanın zar zor sığabileceği kocaman bir gedik mevcuttu. Bir tür dehlize açılıyordu burası. Işığı içine, karanlığa tuttuğumda hiçbir şey görememiştim. Lakin çığlık oradan geliyordu. Şimdi daha belirgin olmuştu.
Bir yandan, ne yapıyorum ben böyle, diye düşünerek gedikten içeriye adımımı atmıştım. Duvara sürtüne sürtüne yanlamasına ancak ilerleyebiliyordum ve ben ilerledikçe de duyduklarım daha anlaşılır oluyordu.
Onlarca, belki de yüzlerce metre katettikten sonra, ki bu on beş dakika falan sürmüştü, bir noktada; duyduklarımın bir yardım çağrısı olmadığını fark etmiştim. İşin daha kötüsü, bir değil, birden fazla kişi bağırıyordu. Tam olarak nasıl izah edeceğimi bilmiyorum ama çıkan ses imdattan ziyade i ve a harfinin gırtlaktan söylenerek yan yana gelmesi gibiydi. “İA, İA, İA,” diye sürekli peş peşe çıkıyordu.
Yolun sonunda beni büyük bir uğursuzluk bekliyordu. Bunu çoktan sezmiştim. Buna rağmen ilerlemeye de devam etmiştim. Hem de aklıma hücum eden dehşete hiç aldırış etmeden… Neden böyle yaptığımı söylemek güç. Belki de bu, bilinmezliğin bende uyandırdığı merak duygusuna yenik düşmemden kaynaklanıyordu. Bilmiyorum…
Nihayetinde dehlizin sonuna ulaşmıştım. Epey geniş bir alana açılmıştı. Sanırım, eski bir maden ocağındaydım. Yerde, toprağa hafifçe gömülmüş ve az çok parçalanmış bir travers vardı.
Şöyle bir durup etrafıma bakınmıştım. Sabit bir noktada, hayal meyal, bir parlaklık görür gibi olmuştum. Karanlıkta bir ateş böceğinin havada asılı kalmış haline benziyordu. O yöne doğru gitmeye koyulmuştum. Sesler de oradan geliyordu.
İşte bundan sonra… Bundan sonra hayatım tamamen değişecek ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Işığın kaynağı kocaman bir ateşti. Sesin kaynağı ise bu ateşin etrafında fıldır fıldır dönen, hoplayıp zıplayan bir grup çırılçıplak yaşlı adam ve kadındı. Hepsi bir ağızdan ulurcasına “İA! İA! İA!” diye artık dur durak bilmeden böğürüyordu.
Bütün bu gördüklerim beni serseme çevirmişti. O andan itibaren, adlandıramadığım birtakım duyguların esiri olmuştum. Daha önce hiç hissetmediğim türden duygulardı bunlar. “Korkunç” kelimesini kullanasım gelse de kesinlikle yeterli olamayacaktı…
Çok geçmeden, içime işleyen duyguları daha beter edecek bir şeyin ayırdına varmıştım: Ateşin arkasında; kusursuz bir işçiliğe sahipmiş gibi görünen, yaklaşık üç metrelik grotesk bir figür duruyordu. Uzaktan uzağa insanı andıran bir yaratıktı bu. Ahtapotumsu kafasının altında, çenesinden aşağıya doğru sarkan bir sürü dokunaç vardı. Lastiğe benzeyen, koyu yeşil renkli gövdesi ise pullarla kaplıydı. Sırtında uzun, dar kanatlar; ön ve arka ayaklarında kocaman pençeler bulunuyordu. Sırf görünüşüyle dehşet saçan bu habis varlık, kare yüzeyli büyükçe bir kaidenin üzerinde kötülük düşünürcesine çömelmişti. Ne türde olduğunu çözemediğim kasvetli yapısı sanki arkaik dönemlere işaret ediyordu…
Ben bu şeye bakakalmışken, birden biri, “Torun!” diye bağırdı. Dedemdi bu. Diğerlerinin arasında o da vardı. Hepsi durmuş, gözlerini bana çevirmişti. “Torun! Buraya gel! Yüce Eskiler’in adına bize itaat et! Yıldızlar doğru konuma ulaştı, R’lyeh’deki evinde ölü Cthulhu düş görerek bekliyor!”
R’lyeh… Cthulhu…
Aklımı yitirmek üzereydim! Yaşadıklarım gerçek olamazdı, nasıl bir şeyin içine düşmüştüm ben böyle!
Acuzelerden biri elinde bir bıçakla ağır ağır bana doğru gelmeye başlamıştı. Gülümseyerek “Gel, yavrucuğum. Gel, yavrucuğum,” deyip duruyordu.
Anneannemdi bu… Onu sesinden tanımıştım. Bir zamanlar beni kucağına oturtup çok güzel hikâyeler anlattığı sesinden…
Kendimi iyice uyuşmuş hisseder olmuştum. Midem ağzıma gelmişti. Tıpkı küçük bir çocuk gibi ağlayarak ve bağırarak arkama bakmadan kaçtığımı hatırlıyorum. Sadece koşmuştum. Sağa sola çarparak, yere düşüp kalkarak ve kusarak koşmuştum. Gediğe ne ara girdiğimi ne ara çıktığımı bilmiyorum. Yukarı ulaşınca camdan fırlayıp atlamıştım. Sonra bir bakmıştım ki pansiyondaydım. Telefonum yoktu, herhalde düşürmüştüm. Durmaksızın titrediğimden doğru dürüst konuşamıyordum. Bu yüzden pansiyondaki adama derdimi zor anlatmıştım. Telefonunu istediğimi nihayet anlayınca çıkarıp vermişti. Direkt annemi aramıştım. Sesimi duyduğu anda beni azarlamaya koyulmuştu. Nerede olduğumu, ne kadar çok endişelendiklerini falan zırvalayıp duruyordu. Elimde olsa sözünü kesecektim ama önce sakinleşmem gerekiyordu. Kendimi toplayınca da durumu kabaca anlatmıştım. Aldığım cevap, “Ne saçmalıyorsun, deden öleli yıllar oluyor! Daha sen doğmamıştın bile, ürete ürete böyle bir bahane mi ürettin?” olmuştu.
Asıl saçmalayan annemdi. Dedem nasıl ben doğmadan önce ölmüş olabilirdi ki? O evde yaşadıklarım bir yana, çocukluğumdan kalan hatıralara ne demeliydi? Hayır, gerçekti. Hepsi gerçekti! O günün ardından da aylar boyunca hem anneme hem babama, ki o da dedemin öldüğünü söyleyip duruyordu, yaşadıklarımın gerçek olduğunu kanıtlamaya çalışmıştım. Fakat bir kez olsun inanmadılar bana. Benimle o eve gelmediler bile. Bu yüzden kabaran öfkemin doğurduğu cesaretle, karşılaştığım tarikatı ve Cthulhu denen o iğrenç mahluku araştırmaya girişmiştim. Yıllarca süren bir arayışın sonucunda da, Deli Arap lakaplı Abdül el Hazret adlı bir adamın yüzyıllar önce Arapçayla yazdığı, ağza alınmayacak türden şeylerin anlatıldığı bir kitaba ulaşmıştım. Kimileri bu kitaba Ölüler Kitabı diyordu. Bense Hakikatler Kitabı… Çünkü bu kitabı okumayı öğrendiğimde vakıf olduğum bilgiler genç ve toy zihnimin derinliklerine işlemiş ve kelimenin tam anlamıyla beni çılgına çevirmişti. Hepimizi, bütün insanlığı kaçınılmaz bir son bekliyordu. Bunu herkese anlatmaya çalışmıştım, herkesi uyarmaya çalışmıştım. Ama yine beni dinleyen olmamıştı. Kimse tehlikenin farkına varmak istememişti zira yalanlarla yaşamaya alışmış insanların gerçekleri öğrenecek cesareti yoktu. Beni deli olmakla itham ettiler. Çıldırdığımı söyleyip dört duvarın arasına tıktılar. Fakat ne fark eder ki? Uyanış gerçekleştiğinde, aklını kaçırmamayı başaran ya da canından olmayan birileri olursa eğer, benim haklı olduğum öyle ya da böyle görülecek.
Hiçbir zaman hiçbir şeyin bir önemi olmadı, olacakmış gibi de görünmüyor. Kıyamet gününü yaşamadan zihnimi huzura kavuşturacağım. Şu son günlerinizde kendinize iyi bakın.





Yorum bırakın