Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

KANLI AY AYİNİ

,

Okuma Süresi

10–15 dakika

Abdullah Emre Aladağ

“İşte, aptal insanlık farkında değildir, etrafı tamamen çevrilmiştir. Hiçbir kurtuluş ve kaçış yoktur. Bunu kabul ettiklerinde ya acı içinde ölmeyi bekleyecekler ya da Kâinat Ağacı’nın köklerine nihayetinde sonsuz şükranlarını sunacaklar. Dönecekleri tek yer, Kâinat Ağacı’nın kendisidir.”

Meçhuliyetler Kitabı

Bölüm 11

Kaosun Hizmetkârları

Pazartesi, 22:30

Ocak gecesinin insanı ısıran soğuğu, tüm hiddetiyle dişlerini bilemişti. Saldırmaya hazır, aç kurtlar gibi koşturan rüzgâr, soğuğu Vize’nin en ücra köşelerine ulaştırmak için esiyor, canlı cansız tüm varlığa isabet ediyordu. Başıboş köpekler ıssız sokakları arşınlıyor, baykuşlar kışın gelişine şehvetle soyunan çarpık ağaç dallarına tünemiş ötüyordu. Vize Kalesi’nin dibinde, ilçenin delişmen gençleri toplanmış, öfkeli ancak samimi bir ateşle yanan varilin etrafına çökmüşlerdi. Hepsi de üzerine kalın parkalar, ceketler geçirmiş, ellerindeki tombul şişe biralarını yudumluyorlardı.

“Ee, sonra ne oldu?” diye sordu, içlerinden en zayıf ve hastalıklı görüneni.

“Sonra, hatun bana yanaştı bir iki adım. Elimi göğsüne koyduğum gibi ittim yatağa. Çevik bir hareketle sıyırdım eteğini… Of, bir bacakları vardı, Yunan sütunları gibi! Sonrası malum tabii…”

Bu erotik hikâyeyi olanca kabalığıyla anlatan genç, şen bir kahkaha koyuverdi.

“Eee, oğlum? Nasıldı lan?”

“Nasıl olacak amına koyayım… Karı put gibi uzandı. Anlayacağınız agalar, bir hatun ne kadar güzel olursa olsun, put gibi yatıyorsa insanın hevesi kaçıyor vallahi. Yediğin tabakta kıl bulmak gibi bir şey lan bildiğin.”

Gençlerden, daha gürbüz olanı gülerek hayıflandı.

“Ayı herif! Şuna bak, sevişmeyi de yemek yemeye benzetmezsin be oğlum.”

“Diyene bak. Asuman’ı karşında çırılçıplak görsen nefessiz sikersin.”

Cılız ve soluk benizli olan, oturduğu yerden beceriksizce doğruldu. Çatırtılarla yanan varile yanaşıp üşüyen ellerini ısıtmaya çalıştı.

“Beyler, onu bunu bırakın da, ne yapıyoruz? Define işi tamam mı? Hakan, harita sende değil mi?”

Hakan, Asuman meselesinin kapanmasının rahatlığıyla koyu yeşil parkasının cebine gülümseyerek vurdu. 

“Yanımda Sancar’ım, yanımda. Sen hocadan haber ver. Ayarladın mı adamı?”

Sancar, soğuktan kızarmış ellerini ovuşturup tekrardan ateşe uzattı.

“Ayarladım tabii! Paranın ilk yarısını da verdim. Ama astarı yüzünden pahalıya patlayacak bu iş. Dedektörüydü, hocasıydı, arabanın mazotuydu falan baya masraf yaptık. Altınları alabiliriz inşallah. Arabayı ne yaptın Muharrem? Senin pederden izin çıktı mı?”

Muharrem, oturduğu yerden doğruldu. Geniş omuzlarını kütürdetti. 

“Define işini bilse sittin sene izin vermez de, ‘Bizimkilerle Saray’a gidiyoruz.’ diyince laf etmedi. Gerçi hoş, yalan da söylemiş sayılmam. Saray yakınlarında bir yerde gömülüymüş define. İstanbul’daki sahaf, her şeyi harfi harfine söyledi. Bulması çok zor değilmiş zaten.”

Sancar yüzünü buruşturdu. Bir kaşını kaldırıp kollarını kavuşturdu.

“Agacım, inşallah not almayı unutmamışsındır. Bak, geçen sefer başka bir defineye niyetlendik, sırf söylenenleri karıştırdığın için Allah’ın unuttuğu yerde, affedersin, göt gibi kaldık.”

Muharrem otuz iki dişini gururla göstererek sırıttı.

“Oğlum, o bir kere olur. Sen içini ferah tut.” Kahverengi kaşe ceketinin bir iki düğmesini açıp iç ceplerini yokladı. Elinde dörde katlanmış bir kâğıt vardı.

“Tüm talimatlar, harfi harfine, burada. Sen içini ferah tut. Yarın o define bizde.”

Dikildiği yerden onları dinleyen Hakan, ellerini çırptı.

“O zaman beyler, yarın gece yarısı burada buluşuyoruz. Muharrem, Sancar ile hocayı alırsın. Beni de buradan alırsın. Dedektörü de, bizim dükkânın deposuna sakladım. Onu alır, burada olurum.”

“O zaman olaysız dağılalım.” dedi Sancar, muzip bir gülümsemeyle.

***

Salı, 00:30

Gece ayazının ortasında ay, beyaz giysisini üzerinden atmış, şehvetin ve can suyunun rengine bürünmüştü. Karanlık yollarda ağır aksak hareket eden sarı renkli Toros, yokuşu tırmanıp Vize Kalesi’nin önünde durdu. Hakan elinde siyah, uzun bir çantayla bekliyordu. 

“Nerede kaldınız oğlum? Yarım saattir bekliyorum sizi.

Şoför camından Muharrem kalın kafasını uzattı. Küçük kahverengi gözlerini karşısındakine dikmişti.

“Abdest alıp hazırlandık, hoca illa ısrar etti ‘Abdestsiz olmaz’ diye.”

Muharrem’in yanındaki, başında yeşil takkeli, şehla bakışlı, kırçıl sakallı ve tombul adamı başıyla işaret etti.

Hakan, derin bir iç çekti ve bagaja yöneldi. Arabanın arkasına geçince bagajdan tıkırtı geldi ve çantayı yerleştirip arabanın arka koltuğuna oturdu.

“Selamun aleyküm!”

Diğerleri bir ağızdan, “Aleyküm selam!” diyerek selamını aldılar.

Hoca arkasını dönüp Hakan’a baktı.

“Evladım, abdestin tamam değil mi?”

Hakan tam lafa girecekken Sancar, yılışıkça “Hocam, onun abdestinin tamam olması için boy abdesti alması lazım.” Kahkaha attı. Hakan ve Muharrem, gözlerini devirdi. Hocaysa, derinden bir “Estağfirullah” çekerek önüne döndü. Bıçkın defineciler artık yol için hazırdı.

***

Yol esnasında, gençler hocayla kaynaşıp samimiyet damarını çoktan yakalamışlardı bile. Hoca’nın cinli perili birçok hikâyesini dinleyip inceden tırssalar da eğlenmişlerdi. Üçü de, mahallede bahçesindeki dutluklarla meşhur Hasan Aga’nın bahçesinden aşırdıkları dutları mideye indirip birbirlerine anlattıkları korku dolu öyküleri anımsadılar. Bu yolculuk, sadece onlara maddi bir hazinenin değil manevi bir güzelliğin, çocukluğun, sandukasını aralamıştı. 

***

Salı, 00:27

Sonunda yol bitmiş, bu alengirli maceranın ilk durağına varmışlardı. Muharrem kazma ve küreği sırtlandı. Sancar dedektör çantasını sağ omzuna asmış, hemen arkasından ilerliyordu. En önde ise, Hakan ile hoca ilerliyordu. Hakan elindeki haritayı evirip çeviriyor, bir yandan Muharrem’in aldığı notlara bakıp yön tayin etmeye çalışıyordu. Hoca ise, ellerini göğe kaldırmış birtakım dualar fısıldıyor, duasının sonu geldikçe teker teker gençlere doğru üfleyip tükürüyordu.

Hoca duasını bitirir bitirmez, cebinden üç tane muska çıkardı. Gençleri yanına çağırdı.

“Evladım, gelin bakayım.”

Hepsine sırayla muskaları uzattı.

“Bakın, bunları dün gece hiç uyumadan yazdım, okudum. Bunlar sizi üç harflilerden koruyacak. Sakın ha, sakın üzerinizden ayırmayın. Hatta fırsatınız varsa boynunuza asın, sağlam olsun.”

Gençler, hocanın dediğini ikiletmeden muskaları boyunlarına astılar. Bu manevi kalkanın verdiği huzurla artık işe koyulabilirlerdi.

“E, hayde! Ne duruyorsunuz öyle mandıra danası gibi?” diye ünledi Hakan.

Haritaya baktı ve tekrardan notları gözden geçirdi. 

“Sağ tarafta, bak tepelik var, mağaralar var. Oraya doğru, yüz adım sayarak gidiyoruz. Sonra, solumuzda, uzakta, büyükçe bir ağaç var. İkiye yarılmış gibi duruyor, ona doğru üç yüz adım atıyoruz. Ağaca varır varmaz harabeler var, sağda kalıyor. Harabelere doğru da beş yüz adım attık mı, çarpı işareti! Define orada.”

Tüm talimatları harfiyen uyguladılar, antik kale harabelerine yüz metre kala durdular. Gelmişlerdi.

Hakan, adımları sayıyordu.

“Dört yüz doksan sekiz, dört yüz doksan dokuz, beş yüz!”

Sancar, yine sululukta ısrarcıydı:

“Aga, tam üstüne bastın, kaldır ayağını!”

Hepsi gergin kahkahalar attılar. Hoca ise hiç istifini bozmamıştı.

“Gerzeklik yapacağına sırtındakini ver de, yoklayalım.”

Sancar, dudaklarını büktü ve zayıf omzuna astığı çantayı bırakıp dedektörü çıkardı. Çalıştırıp bir süre gezdi Sancar ve en nihayetinde güçlü vızıltılarla cihaz öttü.

“Aha, vallahi bulduk.”

“Helal lan, Sancar! Sen kenara çekil de, ağabeylerin halletsin.” dedi Muharrem kürekle, kazmayı indirdi ve kazmayı Hakan’a uzattı.

“Muharrem’le ben kazalım. Sen erketeye yat, ortalığı kolaçan et. Garip bir şey olursa bize seslenirsin.”

Sancar, ince suratlı başını onaylarcasına salladı ve arkalarına geçti. Muharrem tam kazmayı vuracakken hoca eliyle dur işareti yaptı.

“Besmelesiz başlamayın evladım. Siz kazmaya başlayınca, ben sesli şekilde başlayacağım okumaya. Tamam mıdır?”

İkisi de “ Tamam hocam” diyip, besmele çektiler ve kazmaya başladılar. Hoca gür sesiyle bağırmaya başladı.

“Euzübillahimineşeytaniracim, bismillahirrahmanirrahim. Niyetimiz rahatsızlık vermek değil, çalıp çırpmak değil, kırıp dökmek değil! Allah, Allah! Ya Hüda Ya Zel Celali vel İkram!”

Kazma kürek sesleri, hiçliğin ortasında, kanlı ayın altında yankılanırken, Sancar da boynundaki muskanın deri kaplamasıyla oynuyordu. Dikişleriyle öyle oynamıştı ki, içindeki kâğıtlar ha çıktı ha çıkacaktı. Biraz daha uğraşınca kâğıt parçası kendini açık etmiş, tüm çıplaklığıyla zayıf gencin, kemikli ellerinde uzanıyordu. 

“Dur lan, bir bakayım şuna” dedi kendi kendine.

Katlanmış kâğıdı açtığında, gördüğü şey karşısında gözleri fal taşı gibi açıldı. Hoca bozuntusunun onlara beş yüz kâğıda okuttuğu muskanın içinden, Maarif Takvimi’nin 25 Kasım 1995 tarihli yaprağı çıkmıştı. Üzerinde, “Alparslan’ın vefatı (1072)” yazıyordu. Tarihin sağındaki kutuda da “Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz (Hadis-i Şerif)” ibaresi yer alıyordu. 

“Beyler!” diye seslenmeye kalmadan, kazdıkları yerden, garip homurtular gelmeye başladı. Işığı iştahla yutan gecenin ortasında, karnı aç bir aslanın kükremesini anımsatıyordu bu gürültü. Bu eserekli angaryayla uğraşanlar toprağa metal uçlu nesnelerle vurdukça yer sarsılıyor, homurtular giderek artıyordu. Sancar, arkasını döndüğünde hocanın durduğu yerde olmadığını gördü. “Beyler, hoca gitmiş!”

Diğerleri korkudan arkalarını dönemediler bile. “N-ne? Hoca mı gitmiş?” Kazma ve kürekleri, kazdıkları çukurun önüne bırakıp hızlıca arkalarını döndüler. Hoca, gerçekten de orada değildi. 

“Nereye gitti lan bu herif?” diye öfkeyle bağırdı Hakan. Sesi çatallanmıştı.

“Ne bileyim oğlum, tam size seslenecektim. Bir baktım, adam yok olmuş. Ayrıca tek sorunumuz o değil.”

Elinde tuttuğu muskanın deri kaplamasını ve takvim sayfasını onlara gösterdi.

“Vay orospu çocuğu! Ulan, ketenpereye getirmiş bizi…” diye hayıflandı Muharrem, iri ellerini birbirine vurarak. “Onu bir bulayım var ya, anasından emdiği sütü kanla getireceğim burnundan!”

Hakan, korkudan dili tutulmuş, öylece hocanın az evvel durduğu yere bakıyordu. Kazma kürek vurmayı bırakınca homurtular kesilmişti. Ansızın ileriden, az evvel yanlarından geçtikleri ayrıksı ağacın oradan göz alan kırmızı ışık, karanlığı hınçla parçaladı. Işık güçlendikçe, gecenin sessizliğini bir bıçak gibi kesen kulaklara eziyet bir çığlık yükseldi. Işığın tam tepesinde tanıdık bir siluet, elleri ve ayakları bükülmüş halde havada asılı duruyordu. Ağzı korkunç bir ifadeyle sola eğilmiş, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. O bağırdıkça, inceden bir davul zurna sesi onun ürkütücü çığlıklarına eşlik ederek ritim tutuyordu. Işığın çevrelediği ağacın altında, garaip siluetler halka olmuş döneniyordu. Acı dolu çığlıklara şen kahkahalar eşlik ediyor, ışık onlar döndükçe daha güçlü parlıyordu. İkiye ayrılan ağaç, olduğu yerden doğruldu ve iki yanı birleşti. Ağaç eski haline gelmiş, ölü dallarından kan damlayan yapraklar bitivermişti. Üçünün de nutku tutulmuştu. Kaçmak için hareket etmeye yeltenseler de, damarlarına arsız morfin gibi dolan dehşet, onları oldukları yere mıhlamıştı. Hakan’ın ince iniltisi duyuldu ve yere düştü… Ardından, Muharrem’in gür çığlığı gecenin bilinmezinde yankılanıp kayboldu. En sonunda da, Sancar başının tam arkasına aldığı darbeyle olduğu yere yığıldı.

***

Salı, 03:30

Sancar, uyandığında derisini şehvetle yalayan gece ayazını tüm hücrelerinde hissetti. Hummalı bir sıtma nöbetinin zirve noktasındaymış gibi titriyordu. Bilinci tamamen yerine geldiğinde, anadan üryan halde yerde uzandığını fark etti. Altında sayısız taşın pürüzlü ve keskin dokusu kıpırdandıkça canını acıtıyor, yattığı yerden doğrulmaya çalıştıkça kollarını ve bacaklarını sımsıkı saran ölü dalların inadından bir türlü kurtulamıyordu. Başını biraz kaldırıp çevresine bakındı. Harabelerin tam ortasında, Hakan ve Muharrem de, onunla aynı vaziyetteydi. Nizami bir şekilde ölü dallarla uzandıkları yere hapsedilmişlerdi. Kafasını biraz daha kaldırdığında, ortalarında geceye tezat bir aydınlıkla yanan ateşi fark etti. Ateşte bir gariplik vardı, dumansız bir şekilde parlıyor, tüm saflığıyla geceye meydan okuyordu. Ateşin rengi sarı-kırmızıdan kan kırmızısına dönüp, devasa bir sütun halinde iki metre yükseldi. Kör edici kırmızılığın içinden, bir düzine siyah cübbeli esrarengiz varlık peyda olmuştu. Ateş, gecenin bitmeyen dehşetlerine eklenen bir kapıydı, meçhuliyetin davetsiz misafirleri yanı başlarında bitivermişti. Gerçi hoş, davetsiz olanlar onlar mıydı, yoksa kendileri miydi? Sancar da bilemiyordu. 

Işığın kudretinden rahatsız olan arkadaşları da mahmurluğun getirdiği salaklıkla gözlerini kırpıştırıp başlarını sağa sola salladılar. İçlerinde bulunduklar vaziyete korku dolu çığlıklarla karşılık verseler de, nafileydi. Cübbeli tipler, etraflarında bir çember oluşturmuş bekliyordu. İçlerinden boyca kısa olanı, öne doğru çıktı ve yüzünü örten setresiyle onlara bakarak etraflarında birkaç tur attı. Sonunda bu karanlık tavaf nihayete erdi de, ateşe daha fazla yaklaştı. Anlamını bilmedikleri bir dilde bir şeyler haykırdı. Öyle uğursuz ve kötücül bir sesi vardı ki, gecenin garipliklerine hâkim olmayan sıradan insanlar, bu cümlelerin ilk hecesini duyar duymaz kafayı oynatırdı. 

Bu ufak tefek mahlûk, cümlelerini haykırmaya devam ederken, diğerleri de cübbelerinin içinden küçük davullar ve tefler çıkardı. Ateşin başında uğursuz şarkılar söyleyen yoldaşlarına eşlik ederek onlar da bu lanetli temaşaya katıldılar. Onlar söyledikçe ateş harlandı, şarkının ritmi arttıkça ateş harabeleri tamamen aydınlattı. Bu güçlü ışığın aydınlattığı zeminde, sayısız gölge gecenin bitmek bilmez deliliğine delilik katarak belirdi. Gölgelerin kaynağı olan hiçbir şey görünmüyordu ortada. Yalnız devasa boynuzları, eğri ve uzun uzuvları lanetli, karanlık zeminde dans ediyordu. Temaşa hızlandı, cübbeli varlıkların içlerinden üçü raks ederek, talihsiz gençlerin yanı başına geldi. Üstlerindeki kara ipekten libasları üzerlerinden atmışlardı. Kanlı ayın ışığında ve ateşin parıltısında son derece alımlı üç kadın, eski zaman tanrıçalarını anımsatıyordu. Üçü de yüzünü biçarelere döndü. Hepsi tanıdık yüzlerdi. Hakan’ın yanı başındaki, dün gece sapkınca bahsettiği Asuman’ın ta kendisiydi. Sancar’ın yanı başında çocukluk aşkı Zeynep, tüm zarafeti ve güzelliğiyle duruyordu. Muharrem’e doğru şehvetle eğilense karşı komşuları, dul kadın Sebahat Abla’ydı. Hepsinin güzelliğine tezatla yerleşmiş bir çirkinlik, vücutlarının amade bölgelerine, avret yerlerine kurumuş bir çamur gibi yapışmıştı. Kalın ve kirli kıllarla örtülmüş kadınlıkları, öfkeli bir ahtapotun suretini anımsatıyor, çaresizlik ve korkudan tükenen zavallılar, bu karanlığı, küfelerine yüklenmiş tiksintiyi hissediyordu. 

Üç kadın da ağır hareketlerle eğilip, tutsaklarının üzerine doğru uzandı. Hepsinin de yüzüne şuh ve kötücül bir gülümseme yerleşmişti. Dehşetten nefes nefese kalan gençler, yattıkları yerde debelenseler de hiçbir şey yapamıyorlardı. Kollarında muhtelif yaralar açan dallar, onlar debelendikçe kollarını ve bacaklarını kangren eden bir hınçla kavrıyor, bırakmıyordu. 

Asuman, usta hareketlerle kadınlığını, esirinin zekerine sürtüyor, Hakan, korku ve tiksintiyle yüzünü buruştursa da bundan kaçınılmaz bir zevk alıyordu. Zeynep, zevk dolu iniltilerle Asuman’a eşlik ediyordu. Sebahat ise çoktan Muharrem’in erkekliğini, kadınlığıyla kucaklamış, garabet zevkin tehditkâr kollarında kabzetmişti. Hepsi bir ağızdan zevkle inliyor ve kurbanlarını da bu zevkten mahrum bırakmayıp, onları da hazzın doruklarına çıkarıyorlardı. Davul ritimleri ve uğursuz şarkının notaları onlar kıpırdandıkça yavaşladı ve en sonunda her biri şehvetli suretlerini kanlı aya dönüp güzel ve dolgun göğüslerinin süslediği gövdeleriyle bir sütun gibi geceye uzandılar. Bu vaziyette, daha hızlı şekilde zevk kölelerinin üzerlerinde hınca sevdalı bir hazla gidip geldiler, gidip geldiler. Bu grotesk ayinin öznesi olan gençler, sonunda rahatlamanın nişanesi olan bir iç çekişle şehveti selamlayan başlarını geri attılar. Kadınlar, başları dimdik yukarıda, havayı iştahla çekerek derin nefesler alıyorlardı. Üçü birden başlarını yavaşça onlara çevirdi. Karşılarında aşklarından ve ihtiraslarından kavruldukları o güzel kadınlar yoktu artık. Devasa, şeritli çıkıntıların süslediği sivri boynuzları, derisi çekilmiş ve yüz hatları silik hilkat garibeleri, üzerlerinde tehditkâr bakışlarla onları süzüyordu. Kan kırmızı dudakları,  sarı parlak gözleriyle ölümcül bir uyum yakalıyor, dehşetin ta kendisi olan bu suretleri tamamlıyordu. Ellerini, göğün sinesine düşmüş bir kan pıhtısı olan kanlı aya doğru uzattılar. Elleri tersti ve parmaklarının uçlarında avını parçalamaya yeminli keskin ve sivri pençeler vardı. Gözlerini bir an dahi ayırmadan attıkları pes çığlıklar, bu ölümcül ayinin zirve noktasına ulaştığını gösteriyordu.

Perşembe, 19:00

Tüm Vize ahalisi, kaybolan dört kişinin haberiyle çalkalanıyordu. Köy kahvesinden başlayıp, ilçenin en uzaktaki hanelerine dahi uzanan bir dedikodu silsilesi almış başını gidiyordu. Kimi kulaklar, gençlerin kötü yola düşüp sicili kirli adamlarca harcandığını duyuyor, kimi dudaklarsa başka kulaklara gençlerin daha evvelden yaptıkları gibi yine defineciliğe yeltendiğini, işi beceremeyip gayba karıştıklarını fısıldıyordu. İlçe gazetesinde çıkan bir haberse, Saray yakınlarında gençlerden birinin babasına ait araçla birlikte kazma kürek, metal dedektörü ve bir define haritasının bulunduğunu yazıyordu. Yakınlardaki bir ağaç dibindeyse, Hoca lakaplı sicil kaydı kabarık bir dolandırıcının cesedine de rastlandığı da yazanlar arasındaydı. Birtakım sürüklenme izine denk gelen olay yeri inceleme ekiplerinin, izlerin yakınlardaki, Bizans döneminden kalma örme taştan bir harabeye kadar sürdüğü ifadeleri de eklenmişti habere. Harabenin ortasında, sönmüş bir ateş ve devasa bir kan gölünden başka bir şeye rastlanmamıştı.

Yorum bırakın