Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

ÇARKLI HAZİNE

,

Okuma Süresi

4–6 dakika

Emre Can Doğan

Kadının ince damarlı elleri altın sarısı nesneyi çepeçevre sarmıştı. Altın sarısı, kirli Güneş ışığının altında yer yer parlıyorken camsı yüzeyin altındaki aynı renkteki çarklar yavaş yavaş hareket ediyor ve ancak duyuşu iyi olan kulakların duyabileceği kadar hafif bir ses çıkarıyordu. Eğer işitme düzeyiniz standartların altındaysa o halde bu sesi duyamayacağınızdan emin olabilirdiniz. Kadın oflayarak kaşlarını çattı ve iki adım kadar öne geldi. Çarklar hareket etmeye başladı. Altın sarısı bu nesne aslında bir pusulaydı ama sol yan tarafında ince bir telefon ahizesi de bulunuyordu. Bu telefon ahizesi bir ev telefonunkiyle aynıydı ama taşınabiliyordu. Eğer ikinci ya da üçüncü pusulalar olsaydı o zaman bu ahizeyle diğer pusulanın telefonunu arayabilirdiniz. Yuvarlak şekil verilmiş, kenarları kalın bir yapıdaki pusula, yan tarafında duran telefonla bu bakımdan tezat teşkil ederken yönü gösterecek olan ekran, camın hemen altındaydı. Onun da altında çarklar çalışıyordu, yön gösteren ekranın kapatamadığı boşluklarda da çarklar vardı ve hepsi dönüyordu. Üstelik hepsinin göze hitap etmesi için boşluktan görünen çarklar rengarenk boyanmıştı. Her biri farklı renklerdeydiler. Yön gösterici ekranın ortasında çelikten bir ok işareti durulan konuma göre yön belirtebilmek için dönerken yönler çeliğin ve çarkın bir numaralı üretim yeri olan Türkiye’nin dilinde yani Türkçe olarak yazılmıştı; K, KD, D, GD, G, GB, B ve KB. Sırasıyla bunlar şunların kısaltmasıydı; Kuzey, Kuzeydoğu, Doğu, Güneydoğu, Güney, Güneybatı, Batı ve Kuzeybatı. 

Kadının yanında gitmek olan adam olan birden sol elini uzatıp pusulaya uzandı ve hızlıca, işinin ustası bir hareketle pusulayı kaptı. Kadının gözleri faltaşı gibi açılarak sağ tarafına dönüp adama bakıp kalakaldı, adam da o sırada onu geride bırakarak ilerlemeye devam etti. Henüz bir ya da iki adım atmıştı ki olduğu yerde duraladı. 

“Nazikçe isteyebilirdin?” dedi kadın, durduğu yerden. Olduğu yerde kımıldamadan duruyordu hala. 

“O zaman verip vermeyeceğini nereden bilebilirdim. Böylesi daha kesin!” dedi tok bir kahkaha atarak. “Buna takılmadın değil mi?” Şimdi arkasını dönmüş, tek kaşını kaldırmış ve soru soran bir ifadeyle muhatabına doğru bakıyordu. Sorusunda ciddiydi. “Şu an bir hazine arıyoruz, böyle küçük detaylara takılmanın alemi yok şekerim! Şu hazineyi bir bulalım, sonra söz sana istediğin her mücevheri alacağım.” 

“Ben mücevher falan istemiyorum, sadece biraz nezaket. Neyse ne, işimize bakalım! Zaten gün geceye dönmeye başladı, geceleri amma soğuk olur. Geceye kalmadan şu hazineyi bulalım.”

Ama geceye kaldılar. Karı koca hazine avcıları yönlerini saptamaya çalışırken çevrelerinin nasıl karardığını bile anlamadan gün geceye döndü ve iki yanları çarklardan oluşan el fenerlerini çantalarından çıkararak etrafa tutmaya başladılar. Yüzlerini dahi göremiyorlardı ama fenerler önlerini görmeye yetecek kadar ışık sağlıyordu. Zaten ikisi de ışık kaynağının yüzüne tutulmasından nefret ediyordu. Yağmur falan yağmamıştı ama yerler çamur olmuştu. Bu yüzden yer yer derinleşen çamurların içine attıkları adımlarında ayaklarındaki çizmeler vıcık vıcık çamura batıyordu. Çıkarırken de çamur onları kolay kolay bırakmıyordu. Çarklar tıkır tıkır ediyor, çizmelerin burnu çamurlara batıp duruyor ve yön oku dönüp duruyordu ama bir türlü sabit kalmıyordu. Adam elindeki fenerini pusulanın ekranına doğru tutarken hem fenerdeki çarkların hem de pusuladaki çarkların sesi birleşmiş, senkronize bir tıkırtı halini almıştı. Havada esen soğuk rüzgarla birlikte bu tıkırtı artık adamın sinirlerini bozuyor ve başını ağrıtıyordu. Alnı boyunca süregiden ince bir çizgi halinde ağrı duyuyordu. Derin bir nefes alıp vererek Kuzeybatı yönünde aniden duruveren ekrana baktı. Fenerin ışığını pusulanın ekranından çekmeden başını kaldırıp karısına doğru baktı. 

“Bulduk şekerim, Kuzeybatı ’ya doğru ilerleyeceğiz.” Sonra birden aklına gelmiş gibi ekledi. “Haritayı pusulanın hafızasına yüklediğimiz iyi oldu. Böylece kağıtları elimizde taşımaktan kurtulduk, pusula ona göre ilerliyor nasıl olsa.”

Bu doğruydu, pusulanın arka ekranında yer alan hafıza kamerasını kullanarak hazine haritasının fotoğrafını çekip, pusulanın hafızasına atmışlardı. Bu sayede pusula o harita üzerinden konum bilgisini kullanarak yön gösterebiliyordu ama karısı bunu durduk yere söylemesini garipsemişti. “İşte yine oluyor” diye düşündü için için. “Gevezelik etmek içinden geldi ve bir anda konuşmaya başladı. Hiç yeri yokken, alakasız bir cümle söyleyiverdi.” Kocası bazen böyle yapardı, susar susar ve sonra yok yere bir cümle atıp konuşma başlatırdı. Ancak bu yersiz cümle bir konuşmanın habercisi değildi çünkü adam arkasını getirmeden tekrar sustu. 

Kadın bunları düşünürken çamurlu yollar bitti ve bir patikaya benzeyen taşlı yollar geldi. Bu yolun epey eski olduğunu kestirmek o kadar da güç değildi, bugünlerde her yer asfaltlanıyordu. Taştan yol ya da kaldırım kalmamıştı. İki kişi birdenbire kuru yola çıktıklarını anlayınca fenerlerini, bastıkları yere çevirip dikkatle baktılar. Taş yola şaşırdılar ama bastıkları yere dikkat etmeye çalışarak ilerlediler. Adımları daha yavaş ve temkinliydi. Burası kısa bir yoldu ama fenerlerin ışıkları kısa mesafeli olduklarından taşların bir mağaraya doğru uzandığını göremediler. Mağara ağzına geldiklerinde fenerlerle etrafını yoklamaya başladılar. 

“Sanırım burada! Ok ısrarla dümdüz ilerisini gösteriyor!” dedi adam bağırarak, sanki sesini bastıran bir şey varmış da onu aşıp sesini duyurmaya çalışıyormuş gibi konuşuyordu her zaman. “Sen burada kal şekerim, ben ileriye gideyim. Eğer bir şey olursa yardım getirmeye bak, tamam mı?” Kadın gayet itaatkâr şekilde başını salladı. Normalde düşünmeden kocasından gelen her fikre itiraz eder ve tartışma çıkarırdı ama şu an öyle bir zaman değildi. 

Adam sol ayağını ileriye doğru uzatarak tıpkı sessiz sinema döneminin karakterlerine benzeyen bir şekilde, ileriye doğru abartılı bir adım attı. Feneri pusuladan tamamen çekmiş, adım attığı yerlere doğru tutmaya başlamıştı. Mağara ağzından dışarıya doğru soğuk bir esinti vardı, bulundukları yer zaten soğuktu ama mağara dışarısından daha da soğuktu. Daha içeriye adımını attığı ilk anlarda soğuk rüzgâr romatizmalarını azdırınca adam sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. Kadın, dışarıda durmuş ve çevreye feneriyle bakınıyordu ama etrafta göz atacak hiçbir şey yoktu. Geldikleri yollar zaten boştu ama şimdi tüm çevrenin boş olduğunu anlıyordu. Mağaranın içinden çığlıklar duyunca kadın irkildi. Ancak bunlar korkulu çığlıklara hiç benzemiyordu, sevinç çığlıkları gibiydiler. Adam koşarak mağaradan çıktı, elinde bir sanduka tutuyordu ve pusula da bunun üzerinde duruyordu. Fenerini ise ağzına sokmuş, elleri dolu olduğu halde bu şekilde önünü aydınlatmıştı. Mağaranın girişine gelip de karısını görünce zafer edasıyla diz çöktü ve sandukayı yere bıraktı. Feneri ağzından çıkarıp elinde tuttu, alete yer yer tükürükleri bulaşmıştı ama buna hiç aldırmadı. Kendisinin gördüğü şeyi görebilmesi için gözleri parıldayarak sandukayı açtı. Anahtarı zaten üzerindeydi. Sanduka kadının gözleri önünde açılınca hafifçe inledi. Sandukanın içinde belki yüzlerce, belki de binlerce çark vardı. Kadın mutlu bir şaşkınlıkla yüzünü kapattı, sonra elleri ağzına doğru indi. Sandukaya bakmaya devam etti. Kocası gerinerek fenerini çarkların üzerine doğru tuttu.

“Zengin olduk şekerim, zengin!”

Yorum bırakın