
Sabahaddin Musa
Buyruk isimli köy, yeni otoyolun tarlalardan geçmesi sonucu hanelerini birer birer kaybetmişti. Gençler, fabrikalarda çalışmak için çoktan ilçelere taşınmıştı. İşlere zor yetişen ihtiyarlar da bu piyangodan memnun olmuş, geride kalan yerlerini de hızlıca sattıktan ve “yazları da köye gelir serince otururuz” niyetleriyle kapılarını kilitledikten sonra ellerine geçen paralarla kaloriferli dairelerde emeklilik hayatına başlamışlardı. İlk senelerde sıcak havalarda uğrayanlar olsa da hayalet evler topluluğunda bulunmak kimsenin içine ferahlık vermiyordu. Cemaatsiz kalan camiye yeni imam gönderilmemiş, en kalabalık zamanlarda bile nadiren görülen jandarma artık hiç uğramaz olmuştu. Merkezden gelen tek yetkili üç ayda bir uğrayan fatura memuruydu.
Bacası hala tüten tek ev, köyün biraz dışında, mezarlığa doğruydu. Halil’in yaşadığı bu zevksiz iki katlı beton bina, bulunduğu arazinin yola yakın kısmında konumlandırılmıştı. Arazinin üç tarafı insan boyunu aşan duvarlarla çevriliydi. Kabristan tarafını Halil’in muhtar babası daha alçak yaptırtmıştı. Böylece sabahları ve geceleri mezarlığı izleyip, övünç kaynağı olan koca demir kapıyı kimsenin söküp götürmediğinden emin olabiliyordu. Artık sadece bayramlarda birkaç ailenin uğradığı bu yerin otları uzamış kapısı ise paslanmıştı.
Halil yirmilerinin sonundaydı. Abileri büyükşehre çalışmaya gitmişti. Annesinden sonra babası da öldüğünden beri yalnız bir hayat yaşıyordu. Bu insansız köyde durup ne yaptığını soranlara mirasını faize koyduğunu, gelenin yettiğini, evin arkasındaki bahçede çiçeklerine baktığını anlatıyordu. Küçüklüğünden beri Halil’in farklı huylarını görmüş olanlar, insanlardan uzakta yaşama inadını anlamasalar da kabul ediyor, onu tanımadan eski Buyruk’ta oturduğunu duyanlar ise aptal gözüyle bakıyordu.
Temmuz sonu günlerin birinde, adeti olduğu üzere güneş tepeye yaklaşırken uyanan Halil, yataktan kalkmadan kumandayı eline aldı. Televizyonu açtı. Müzik yayınını bulduktan sonra gerinmeye başladı. Örtüsünü üzerinden itip ayaklandı. Geçen hafta aldığı filmlerin poşetlerine bakıp izlemediği kaldı mı diye kontrol etti. Kalmamıştı. Böylece günlük planını yapmış oldu. Mutfağa gidip yumurtasına son peynirini katıp yanına domates yedikten sonra su ısıtıp banyoya girdi. Yıkanırken alacağı filmleri düşünmeye başladı. İki aydır sürekli macera filmleri izliyordu. Daha fazla romantik film alması gerektiğini düşündü. Bu tarz bir yaşamla asla erişemeyeceği duyguları filmler sayesinde tatmış gibi yaparak insanlığını devam ettirebiliyordu. Aşkı film yıldızlarına duyuyordu. Kalbini hızlandıran tek şey başrolün ölüm tehlikesiydi. Bunlar da olmasa tavuklarından farkı yoktu.
Yıkandıktan sonra mutfağa dönüp kalan bakliyatları ve diğer malzemeleri kontrol edip giyinmek için odasına yöneldi. Vücudundan akan damlalar yıllardır tozlanan fayansa değince ufak çamur noktaları oluşturuyordu. Kararmış havluyla kurulanıp bir kenara fırlattı. Rengi solmuş gömleği ile kot pantolonunu giydi. Parasını cebine tıktı. Şehre inmeye hazır olunca evden ayrıldı. Dış kapıyı açıp on senelik Nissan Skystar’ına bindi. Arabayı yola çıkardı, kapıyı kapatıp arabaya geri döndü. Mezarlığın yanından geçerken yavaşlayıp incir ağaçlarına baktı. Dönerken toplamayı kafasına koydu. Diğer tarafta ovanın ilerisinde gözüken otoyola da bakış attıktan sonra ayağını gaza yerleştirip yarım saat sürecek yolculuğuna başladı.
* * * * * * * * * * * *
Alışverişini bitirip eve dönen Halil, mezarlığın yanında durdu. Elinde çatlak bir kovayla arabasından inip kapıdan geçti. Yer seviyesine inen mezarları önemsemeden ezerek incirlere doğru yürürken içini tekinsiz duygular kaplamıştı. Dengesini zor sağlıyor, midesinden gelen kusma isteğine dayanmaya çalışıyordu. Alçak dallardan başlayıp kovasını doldurdu. Üzerine çöken halin anne baba ahı olduğunu düşünüp eski alışkanlıkla okumak istedi. Mezarlarına uzaktan bakıp duaya başladı ama devamını hatırlayamadı. Birkaç defa denese de kelimeler bir türlü diline varmadı. Uzatmadan arabasına döndü.
Eve girer girmez onu boğan kıyafetlerini çıkartıp odasına fırlattı. Aldıklarını yerlerine koyduktan sonra bahçeye geçip bitkilerini suladı. Tavuklarına yem fırlatıp kavgalarını izlemeyi bitirince günün ilk filmini izlemek için eve geçecekti ki alçak duvardan mezarlıktaki kişileri gördü. Halil’e en uzak tarafta son mezarların çevresinde oturan dokuz kişi. Ne yapacağını bilemedi. Buyruk’ta böyle izdiham görüleli yıllar olmuştu. Ya kapıya gelirlerse? En iyisi eve saklanmak hiç yokmuş gibi gitmelerini beklemekti. Kendini yere attı. Sürünerek eve girdi.
Perdesi açık camlardan uzakta kalmaya çalışarak babasının avlarda kullandığı dürbünü aradı. Yukarı çık, aşağı in, nafile. Perdesinin dibine yanaştığı üst kat penceresinden gözlerini uzattı. Ancak kimseyi göremedi. Alt kata inip tekrar baktı. Hafif rüzgârda sallanan uzun otlar. Geride kalan hiçbir şey yok. Endişeleri hafif hafif yatışırken televizyonu açtı. Müziğin sesini korkularını duyamayacak kadar yükseltti.
Estarabim, estarabim
Sağdan, soldan estarabim
* * * * * * * * * * * *
Sabahki olayın etkisinden tamamen sıyrılmış halde koltukta yayılan Halil, haşlanmış mısır yiyordu. Ağzından düşen tane göğüs kıllarının arasına yerleşti. Elinin tersiyle kendini temizledi. Kötü filmleri izlemeye alışmış adamın gözleri artık kapanmaya başlamıştı. Yatar pozisyona geçerken kapatma tuşuna bastı. Televizyon tepki vermedi. Kumandanın pil haznesini şöyle bir dövdükten sonra tekrar denedi. Şansı yoktu. Ayağa kalktı. Televizyona ilerledi. Düğmesine bastı. Sessizlik. Koltuğa uzanırken elinde kalan mısır koçanını pencereden fırlattı. Gözlerini kapamasıyla ayağa fırlaması bir oldu. Başının içini mezarlıktan yükselen yüzlerce karganın kanat çırpışları ve gaklamaları doldurmuştu. Cama koştu. Kafasını çıkarabildiği kadar uzatıp bir bulut gibi gökte düğün yapan kargaların uzaklaşmasını izledi. Koronun her gak sesinde vücudunun güçsüzleştiğini hissediyordu. Mezarlığın uzak köşesinde, tam da sabahki noktada, parıldayan dokuz fener saydı. “Defineciler” diye inledi, “burada ne bulacaksınız?”. En sonunda bacaklarının titremesini kaldıramayacak hale geldi. Uyumaya alışkın olduğundan başka bir koltuğa yığılıverdi. Gözlerini kapadı. Dokuz renkli cümbüşün içinde dans ederken uyuya kaldı.
* * * * * * * * * * * *
Uyanmak zor olmasa da koltuktan kalkmak için Halil’in kendisiyle verdiği mücadelenin stresi, saçlarını oracıkta beyazlatabilirdi. Ayağa kalktığında görebileceği şeylerin korkusunun yanında, tüm tehlikeleri kabullense bile ayaklarına söz geçiremiyordu. Kendini döndürmeye çalıştı ama olduğu yerden kıpırdayamadı. Elleriyle doğrulmaya çalıştığında dirsekleri bükülüp onu olduğu yerde bırakmaktan başka bir şey yapmadı. Avazı çıktığı kadar bağırdığını sandı ama kulağına ulaşan bir ses yoktu. Gözlerini tekrar kapattı. Bu halde ne kadar kaldığını bilmese de vücuduna tekrar hâkim olduğunda hızlıca odadan çıktı. Tek istediği su içmek ve yemek yemekti. Tam bir ekmek arasına salam dilimlerini koydu. Aklından düşünceler geçirmeye çalıştı ama odaklanması imkansızdı. Lokma üzerine lokma hemen sonrasında iki yudum su. Ekmek bitti ama açlığı geçmemişti. Bir tanesinin daha ortasını açtı. Salamın yanına biraz peynir ekledi. Isıra ısıra, ağzından parçalar düşürerek ikinci ekmeğini bitirdi.
Bu tıkınma sakinleşmesini ve tekrar düşünebilmesini sağlamıştı. Aslında durum ortadaydı. Birileri evdeki hazineyi öğrenmiş ve çalmak için harekete geçmişti. Faturacı olamazdı, Halil geleceği zamanı çok iyi takip edip her hareketini gizlice izliyordu. Alışveriş için merkeze indiğinde birileri Buyruk’tan geçmiş ve arka bahçedekileri görmüş olmalıydı. Önce Halil’i korkutup mallara kolayca sahip olabilmek için dün geceki oyunu tertip etmişlerdi. Eğer evden çıkmazsa tekrar geleceklerini biliyordu. Yapacağı son şey bin bir emekle elde ettiği zenginlikten bu şekilde vazgeçmekti. Tedbirler düşünmeye başladı. Gerekirse dokuzunu kendi elleriyle boğacak ama mülkünü kimseye teslim etmeyecekti.
Hazırlıklara başladı. Önceden arayıp bulamadığı dürbünü bu sefer bir çekmecenin kenarında kolaylıkla buldu. Her köşesi toz ve pas tutmuş tüfeği duvardan indirip şöyle eliyle tarttı. Silah söküp takmak ya da temizlemek hakkında fikri yoktu. Islattığı gömlekle dıştan sildi. Fişekleri yerleştirdi ve mezarlığa bakan pencerenin yanına hazırladı. Evin eski yatak odasından tabancayı aldı. Boş şarjörü doldurdu. Biraz elinde taşıdı ama bunun zor olduğunu fark edince çıplak beline kemer takıp silahı sıkıştırdı. Televizyondan müzik yayını açıp dürbünle bütün ağaçları ve mezarları izlemeye başladı. Hava kararana kadar düşmanlarından bir hareketle karşılaşmadı. Gardını indirdi ve aralıklarla mezarlığa bakarken televizyonda zap yapmaya başladı. Keyfi yerine gelmişti.
* * * * * * * * * * * *
Çektiği dumanı geri üflerken etraf aydınlandı. Pencereye yönelirken ekranın köşesindeki saate bakıp seslice okudu. Sıfır bir, kırk altı. Şafaksız gelen aydınlık malum vaktin geldiğini ilan ediyordu. Sabah tarihin en büyük direnişine hazırlanan coşkun ruhu bu zamansız aydınlanma ile sünmüştü. Tabancasını kemerden çekip koltuğun kenarına yerleştirdi. Göbeğinde oluşan tabanca izini okşadı. Ayaklandı. Beş litrelik bidonu kafasına dikip ağzını doldurarak su içti. Darağacına yürüyen birinin küçük adımlarıyla tüfeğini aldı, arka bahçeye çıktı. Yalnız kaldığından beri santim santim inşa ettiği zenginlik ve saltanatın tam ortasında durdu. Geldiklerinde yapacağı bir şey olmadığı fikrine öyle teslim olmuştu ki daha öncesini hatırlayamıyordu bile. Hafifçe sallanmaya başladı. Gözlerini kapattı. Projektörler üzerine çevrilmiş gibi hissediyor, kapalı göz kapaklarına rağmen karanlığa kavuşamıyordu. Ona tuttukları ışık yeşil oldu. Işığın kuvveti, içinde yüzüyor gibi hissettiriyordu. Maviden devamla dokuz rengi gezdikten sonra kırmızıda karar kıldı. Artık Halil’e çok yakındılar. Köpeklerinin havlamasını bahçe duvarının hemen oradan duyuyordu. Sallanmanın yanında kendi etrafında da dönmeye başladı. Tüm renkler birbirine girmişti. Büyük bir gümbürdeme ile bahçe duvarları çöktü. Halil’in tüm hareketi durdu. Elleri belindeki kemeri çıkarttı. Boynunun etrafına doladı. Sıkabildiği kadar sıktı ve sabitledi. Korkuyordu, mücadele etmek için bir sebebe tutunmaya çalıştı ama nafile. Neden korktuğunu da bilmiyordu. Mücadele edemeyeceğine karar verdi. En ufak bir anlama oturtabilse savaşırdı. Bunu başaracak zamanı kalmadı. Bahçe duvarını da aştıktan sonra artık ellerini uzatıp onu tutabilecek kadar yakınlaşmışlardı. Acele ile tüfeğin namlusunu hırıltılı nefesler çıkardığı boynuna dayadı. Dipçiği yere sabitlemek üzere eğildi. Ne dizlerine çökmüştü ne de tam ayaktaydı. İki başparmağı tetikte buluştu. Üç, iki, bir. Gecenin sessizliğini yırtan bir el tüfek sesi, havada dans eden gırtlak parçaları, tüfekte kaskatı sabitlenmiş iki parmak ve simsiyah karanlıkta yemyeşil kenevir yapraklarına düşen kıpkırmızı kan pıhtıları.





Yorum bırakın