
Yiğit Ahmet Çalışkan
Saymayı bıraktım, 60 günü geçik bir süredir çöldeki ışığı takip ediyorum, o gidiyor, ben de gidiyorum, o duruyor, ben hala gidiyorum ama yakalamak mümkün değil gibi duruyor. Al-Azif’i gördüğüm günden beri aklımın en derin noktasında içimi gıdıklayan o ışık sanki benle dalga geçermişçesine varlığını sürdürüyor. Işıkla beraber Al-Azif’in o insanın içine işleyen cismini unutmak da mümkün değil, kitabı elime ilk aldığım an gaipten gelen bir çığlık ve sayfaları çevirdikçe ardı arkası kesilmeyen fısıltılar, bana daha çok okumamı, daha çok okumamı ve daha çok okumamı söyleyen o fısıltılar, okudukça içimde beliren o karşı koyulamaz açlık ve merak hissiyatı, gerçekten her şey efsanelerde anlatıldığı gibiydi, okuyanı delirten kitap, kanlı canlı değildi ancak elimdeydi, Rab’be şükürler olsun belki de o beklenmedik deprem olmasa kitabın kapağını kapatamayacak ve Al-Azif’in gizemli çekiciliği içinde onu okurken benliğini dahi unutup ölecek ve yanındaki ceset dağında bir sayıdan ibaret olacaktım.
Al-Gharib
Sina Çölü’nde bir yerde
Al-Azif içine koyduğum o gümüş kutudan bana sesleniyor, onu açmamı, okumamı söylüyor, açlığımı dindirmemi, varoluşumu silmemi ve onunla birleşmemi, siyah deri kaplı cildindeki binlerce yüzden biri olmamı istiyor, deliliğin sınırlarında gezerken başımdan geçen her şeyi, neden burada olduğumu anlatmam gerektiğini hissediyorum.
Kendimi okültist sanatlara ilgili birisi olarak tanımlayabilirim, bunun nereden geldiğine dair pek fikrim yok, çocukluğunda oldukça çekingen ve korkak olan ben üzerinden yıllar geçmesine rağmen ne o çekingenliğimi ne de korkaklığımı üzerimden atabildim. Şimdi oturup bunları kaleme alırken çiçekten, böcekten korkan Al-Gharib’in çölde asla takip edilmemesi gereken ışığın peşinden gitmesi, efsanevi Al-Azif’i ele geçirip hapsetmiş ya da ona hapsolmuş oluşu bir rüya gibi geliyor, daha doğrusu kabus gibi.
İçine doğduğum küçük ülkede bir dağ köyünde dünyaya gözlerini açan ben 20’li yaşlarıma gelene kadar şu an bakınca oldukça huzurlu görünen o hayattan başka bir şey görmemiş saf bir genç idim. Hatırlayamayacak kadar küçük bir yaşta babamı kaybettim, belki de bilincimi kazandığım ilk an oydu, bana artık babamı bir daha göremeyeceğim söylendiğinde, babamın yüzünü dahi hatırlayamıyorken içimdeki o keskin acı hala duruyor ancak o acının babamın kaybına dair olduğunu mu yoksa annemin halini görünce ona üzüldüğümün acısı mı olduğunu aradan geçen onca yıla rağmen hala kestirebilmiş değilim. Kendimi küçük köyümüzdeki yaşama ve anneme adayacağıma karar verdiğim an oydu, yaptığım her işten yıllarca nefret ettim ancak üzüntünün pençesinde yıllar içinde eriyen annemi mutlu eden tek şey babamdan bize miras kalan küçük barakamız ve bizi anca doyuran bir tarlanın işlerine bakıyor oluşumdu. Yıllar böyle geçerken annem dermansız hastalığa yakalandı ve benim de gerçek acım o zaman başladı. Bünyem dermansız bir hastalık olabileceği düşüncesini tahayyül edemiyor böyle bir “gerçeği” reddediyordu, hangi tanrıya, kime, hangi doktora yalvarmam gerektiğini bilmiyordum ancak biricik annemi böyle bir yol ile kaybetmeyi reddettim. Elbette annemin haberi olmadan tarlamızı komşumuza anneme bakmasına karşılık kira ettikten sonra zaten ateşin etkisiyle halüsinasyonlar görmeye başlamış annemi belki de son bir kez öpüp sarıldıktan sonra sadece birkaç parça eşya ile yola düştüm. Nereden başlayacağıma dair fikrim yoktu, danışabilecek kimse yoktu, daha köyümüz görüş açımdan çıkmamışken korku beni ele geçirdi, ben kimdim ki, ne yapabilirdim ki, geri mi dönseydim gibi düşünceler aklımda başım eğik yolda yürüyorken bir kuş cıvıltısı dikkatimi dağıttı ve kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım, hava kararmış, köy gözden kaybolmuş ben de yola çıkmıştım.
Şimdi geriye dönüp baktığımda çok fazla vakit geçmiş, benliğim değişmiş, belki de kaybolmuş. Maalesef ben yola çıktıktan bir süre sonra annemin öldüğü haberini aldım, benim kadar annesine düşkün birisi için bu kahredici nitelikte olsa da aslında bana bir umut ışığı gibi görünmüştü, annem adeta beni özgür bırakmıştı, elbette onun kölesi değildim ancak doğduğum köyü hiç sevmediğimi, tarla işinden nefret ettiğimi bilen annemin ölümüyle beni oraya bağlayan tek bir nedenin bile kalmayışıyla yersiz yurtsuz bir adam olsam da artık istediğim yere gidebilecek, istediğim şeyin peşine düşebilecektim, bu genç benliğimin düşünceleriydi, şimdiki yıllanmış halim o zamanki halime bir tavsiye verebilecek olsa tek diyeceğim “yapma” olurdu.
Birden dışardan gelen bir sesle irkildim ve yazmakta olduğum defteri kapatarak başımı derme çatma çadırımdan dışarı uzattım, görünürde bir şeyler yoktu ama bir terslik vardı. Rüzgar. Rüzgar adeta konuşuyordu, bana fısıldıyordu, ışığın peşinden gitmemem için bana yalvarıyordu, duyduklarım gerçek miydi yoksa uzun zamandır kendimden başka biriyle tek kelime dahi etmeyişimden mi kaynaklanıyordu, çöl mü benimle konuşuyordu yoksa basit insan aklımın algılayamayacağı varlıklar mı? Uğultunun kesilmesiyle güneşin doğuşunu fark etmem bir oldu, uyumak üzere çadırıma çekildim.
Birkaç gün geçti, bu günlerde pek bir şey olmadı, günlerimi uyumakla, gecelerimi de yürüyerek, Al-Azif’in zihnimi ele geçirmesine fırsat vermeden ondan birkaç satır okuyarak ve artık iyice yaklaştığım ışığa mercek denen garip bir aleti kullanarak uzaktan görmeye çalışarak geçiriyordum. Bu mercek denen mucize her ne kadar her cisim üstünde işe yarasa da konu bu söz konusu ışığa gelince asla işe yaramıyor, gözümü kör etmekten öteye geçmiyordu. Günler geceler böyle geçerken, bir kum tepesini aşmamla gözlerime inanamadım, ışık durdu, ancak beni şaşırtan ne zamandır takip ettiğimi bile bilmediğim o ışığın durması değil, tahayyül edilemeyecek büyüklükte ve çölün yakıcı güneş ışınlarını bile obur bir iblismişçesine yutan, siyah bile denemeyecek kadar koyu bir anıt idi. Işık biraz daha yürüdü, yürüdü ve durdu, Işık durunca anıt çığlığa benzer bir sesle ortadan ikiye açıldı ve ışığı yuttu. Vücudumdaki her bir zerre titreyerek oraya gitmememi, her şeyi unutmamı ve bir daha geri dönmememi söylese de ben bunları düşünürken kendimi o anıtın dibinde bulmuş, büyüleyici koyuluğuna bakıyor idim. Anıtı inceledim, hiçbir şey yoktu, dümdüz bir bloktan ibaret gibiydi, yerde sadece bir adamın üstünde durabileceği büyüklükte yuvarlak bir basamak ve o basamağın üstünde bir yazı. Eğildim, yazıya baktım, okuyamadım. Onca çabamın ve boşa gidecek olmasının tek sebebinin bir yazıyı okuyamayacak olma ihtimalinin yarattığı öfkeyle kendimi kaybettiğimi hatırlıyorum, gözlerimi açtığımda Al-Azif yerdeydi, parmaklarımda kesikler olduğunu ve su torbamın bomboş olduğunu fark ettim çölün ortasında susuz ve açık bir yarayla kaldığım gerçeğini göz ardı etmeme sebep olacak bir durum içerisindeydim. Çünkü. Anıt. Açıktı.
Kıyafetimden bir parça koparıp elimi sardıktan sonra adımımı içeri attım, bir boşluk ve korku hissinden başka bir şey yoktu, hem bende hem anıtın içinde. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm, artık zaman ve mekan algım yitmeye başlıyordu, karanlıkta ve dümdüz bir yolda yürümenin nasıl delirtici bir etkisi olabileceğini yaşayana kadar düşünemezdim. Al-Azif’in sesi yükseliyor, benim ümidim de tükeniyordu.
Bilmediğim bir süre kadar yürüdükten sonra sonunda düzlük bitti bir açıklık göründü, ışık, IŞIK, bembeyaz bir ışık, dünyadaki her güzellikten daha güzel, basit insan lisanımla asla tarif edemeyeceğim kadar muhteşem bir ışık. Yürümeye devam ettim, açıklıktan geçtim ve ışık söndü. İlk tepkim çığlık atmak oldu, güzellik gitmişti, çığırdım, ciğerlerim boşalana kadar, göz pınarlarım kuruyana kadar artık sesim çıkmayana kadar çığırdım. Beni sakinleştiren alnıma dokunan bir ıslaklık oldu, gözlerimi açtım ve O’nu gördüm.
Hayatım boyunca dindar bir adam olmadım ama annemin ve halkımın dinine bağlıydım. İnançsızlığa düştüğüm ilk an buydu, Tanrı diye bir şey vardıysa, şu an ona bakıyordum.





Yorum bırakın