Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

GECE ÇOCUKLARI NE GÜZEL BİR MUSİKİ DİNLETİYOR

,

Okuma Süresi

12–18 dakika

Abdullah Emre Aladağ

Bazı lanetliler, hayvan kılığına bürünebiliyorlardı ve şekil değiştirebiliyorlardı. İnsan etiyle beslendikleri sürece bu güçlerini kullanmaya muktedirdiler. Onlar da Lanetliler’i terk etti ve hepsi birer kurt-insana dönüşerek yerlerini aldılar ve diğer kurt-insanların arasına karışıp yaşamaya başladılar. Onların soyundan büyük kurt adam kabileleri doğdu ve dünyanın dört bir yanına dağıldılar.”

Meçhuliyetler Kitabı

Bölüm 10

Zaman Duvarı’nı Aşanlar

Gece, yıldızlı sinesine biraz bulut serpiştirmiş, dolunay güneşten yansıttığı ışığı canlı yahut cansız her şeyin üzerine cömertçe ulaştırmak için arzı endam etmişti. Aydos, her zamanki ketumluğunu koruyor, gece hayvanları gündüzün parıltılı lanetinden kendini koparıp sıyırmak için oyuklarından birer ikişer çıkıyordu. Baykuşlar, dolunayın görkemli güzelliğine methiyeler düzmek için ötüyor, yarasalar kümelendikleri ağaçların tepelerinde şehvetle salınarak raks ediyordu.  Aydos Göleti’nin kıyısında toplanan kurbağalar baykuşlara inat, yıldızların mütevazı ancak sönük göz kırpışlarına baladlar düzüyordu. 

Kulaklarına çalınan bu kaotik senfoniye açtı gözlerini. Kanı damarlarından öfkeyle akıyor, kalbi göğüs kafesini parçalayıp özgür kalmak için tutkuyla çarpıyordu. Durdurulamaz bir iştah tüm benliğini ele geçirmişti. Ormanın dört bir yanından, davetkâr ve işveli kokular onu çağırıyordu. Gözlerine dolan ay ışığı, önündeki ormanın ürkütücü karanlığını bir sis gibi dağıtıyor, ötelerdeki derin karanlık dahi onun için aşikâr olan bir sırra dönüşüyordu. Uzandığı yerden çevik bir hareketle doğruldu. Ayağa kalktığında saliseleri çoktan sollamıştı. Burnu havaya uzandı, derin ve hızlı refleksle havayı ciğerlerine doldurdu. Biraz öteden, son derece lezzetli ve ağız sulandırıcı bir koku onu kendine çekiyordu. Tüm bedeni bu güzel rayihanın çağrısına iştirak etti. Koşusu, rüzgârla dostane bir hızda aktı. Çam ağaçları, o estikçe sallanıyor ve gece hayvanlarının şarkısına onun güçlü ve hızlı adımlarıyla eşlik ediyordu.

Davete icabet etmesine ramak kala, bir grup uluma dikkatini çekti. Sivri kulaklarını dikleştirdi ve gözlerini ulumaların geldiği yöne çevirdi. Kafasına sıkı düğümlerden bir şüphe yerleşmişti şimdi. Ne yana gitmeliydi? 

Birkaç saniye olduğu yerde durduktan sonra ulumaların geldiği yere yöneldi. Bu sefer daha temkinli ve çekingendi adımları. Merakı açlığını kündeye getirmişti. Bir süre ilerledi ve önündeki yol yokuşa dönüşüp zirveye ulaşınca durdu. Karşısında, sayısız ışıklarla parlayan garip bir yer vardı. Öylesine, parıltılıydı ki, sanki yıldızlar uzaydan kopup dünyaya inmişlerdi. Uzun ve sivri yapıların siluetlerinin arasında can bulan parıltılarla karşılaşmak onu şaşırtmıştı. Birkaç adım daha ilerledi ve bu büyüleyici manzaraya anlam bulmaya çalışan gözlerle bakakaldı. İstanbul’un bu güzel ancak uzak görüntüsü ona ilk defa bu kadar yabancı geliyordu. Ansızın, dört bir yanında dört ayaklarının üzerinde yürüyen, ıslak burunlu ve kalın kürklü misafirler belirdi. Hepsi birden, onun merakını tekrar cezbeden o edayla uzunca uludu. İçinden bir şey de onu bu manalı sohbete katılması için zorladı. Dayanamadı ve o da başladı ulumaya. Şimdi o da gecenin güzel sahibesini, dolunayı selamlıyordu dostlarıyla.

***

Uzaklardan kulağına çalınan hüzünlü ve derin haykırışlarla uyandı. Sayısız caminin minarelerinden yükselen sabah ezanı, gecenin gündüze kavuştuğunu melankolik ezgisiyle cihana duyuruyordu. Hava çok soğuktu. Sabah yelinin soğuktan dişleri çıplak teninden kalın etler koparırcasına batıyor, soğuk derisinin altına sirayet ettikçe durdurulamaz bir sıtma nöbetiyle sarsılıyordu. Gözlerini mahmurca kırpıştırdı ve ağır hareketlerle olduğu yerden doğruldu. Tüm bedeni yorgunluğun acımasız darbeleriyle sızlıyor, hareket ettikçe kolları, bacakları ve gözleri bedenine iğneler gibi batıyordu. Ellerine baktı durdu bir süre. Kurumuş kanın koyu karanlığı bulaşmıştı. Hatta göğsü, çenesi ve omuzlarına da bulaşmıştı bu karanlık. Anadan üryan bir halde, nerede olduğunu bilmeden oturup o karanlıkta kayboldu. Çırılçıplak, kaybolmuş ve vahşetin rengiyle boyanmıştı. Gözlerine hücum eden yaşları engelleyemedi. Kendine söylemekten korkuyordu. Nedendir bilmiyordu ancak çok korkuyordu…

Bu soğuğa daha fazla dayanamadı ve oturduğu yerden kalktı. Yürüse belki biraz olsun ısınırdı. Yalın ayak, ayağına batan taşlara ve çam iğnelerine aldırmadan yürüdü. Az ötede paramparça olmuş kampçı cesetlerini görse de aldırmadı. Sebebi bariz değil miydi? 

Bir saate yakın yürüyüp Aydos Tepesi’ni geride bıraktıktan sonra çadırına varmıştı. Çadırın biraz ötesinde, sağındaki yırtık giysileri ve parçalanmış ayakkabıları uzanıp aldı. Çantasından temiz giysiler çıkardı ve hızlıca üzerine geçirdi. Paçavraları da yanında getirdiği çöp torbasına doluşturdu. Çadırını aceleyle toplayıp oradan uzaklaştı.

***

“Oo, günaydın Emircan Bey! Nihayet teşrif edebildiniz. Kahvaltınızı ve çayınızı getireyim ister misiniz?”

Alaycı ve kızgın sözcüklerdi bunlar. Depo müdürü Veli Bey’in, her zamanki gibi geç kaldığı için kızdığı belliydi. Bir şey demedi, başını eğdi sadece.

Veli Bey, birkaç adım atıp yaklaşmıştı. Sağ eliyle omzunu kavramıştı. Avını bırakmamaya yeminli bir atmaca pençesi gibi güçlüydü.

“Oğlum, kaç kere dedim sana geç kalma diye, he? Her ay bir hafta böyle gidiyor. Bak, yediğin tutanağın haddi hesabı yok. Ayriyeten maaşından da kesiliyor lan! Üsttekiler zaten tepeme binmeye yer arıyor… Siz böyle yaptıkça da fırsat buluyorlar. Seni son kez uyarıyorum Emircan! Bu seni son korumam. Bir dahakine benden bir şey bekleme. İnsan kaynaklarına açıklarsın artık ne bok yediysen. Tamam mı?”

Emircan, sahibine itaat eden bir köle gibi salladı başını. Ekipman odasına yöneldi usulca.

“Bu seni son kez koruma gayretim. Unutma!” dedi arkasından Veli Bey tekrardan.

***

Depodaki altı katlı rafların arasında pikarıyla gezinirken, orada ürün toplamakla meşgul olan Mahmut’u gördü. Mahmut yine kulağına kulaklığını takmış, sakince ürün toplarken belli ki mühim şeyler dinliyordu.  Yüz ifadesinin ciddiyetinden anlamıştı bunu.  Konuşmak istiyordu ama Mahmut oradakileri uyarmıştı “Ben bir şey dinlerken gelip beni rahatsız etmeyin” diye. Ancak onu gerçekten dinleyip anlamaya çalışan sayılı insanlardandı Mahmut ve şu anda onunla konuşmaya ihtiyacı vardı. Emircan, donuk bakışlarını ona dikti ve bekledi. Mahmut bir süre sonra fark etti. Aldırmadı ilkin ancak karşısındakinin bu ısrarcı tutumu karşısında kulaklığını çıkardı.

“Hayırdır lan? Bir sorun mu var?”

Emircan, yılgın adımlarla pikarı geride bıraktı. Mahmut hemen yanına vardı.

“Evet abi. Konuşmak istiyorum ama nasıl desem bunu, bilemiyorum.”

“Konuş oğlum, biliyorsun benimle konuşabilirsin. Daha evvel de söyledim.”

“Abi, nasıl desem… “

Derin bir nefes çekti.

“Bir süredir hayatımda çok garip şeyler oluyor. Özellikle geceleri…”

Mahmut anlamaya çalışır bakışlarıyla karşısındaki genci süzdü. Bir süre düşünceli bir şekilde ona baktı.

“Geceleri mi? Kâbus falan mı görüyorsun?”

Emircan, başını kaşıdı ve biraz daha Mahmut’a yanaştı.

Fısıltıyla, “Kâbus olsa keşke abi. Keşke kâbus olsa…”

Mahmut da fısıldadı.

“Hadi ya, üç harfliler mi?”

Emircan, garipsedi bu dediğini. Normalde böyle şeylere inanırdı ancak yaşadıklarının bununla zerre alakası yoktu. Acı acı güldü.

“Bilmiyorum abi ya, belki de…”

Mahmut, kendinden emin bir tavırla yanıtladı.

“Üç felak, üç nas oku. Geçer gider oğlum. Olmadı bir hocaya ya da psikologa görün. Ben de bir şey sandım ya.”

Mahmut hiçbir şey demeden kulaklıklarını takıp ürün toplamaya devam etti.

Gerçekten içinden çıkamadığı bu garip hal hakkında kiminle konuşabilirdi ki? Söylese, yine her zamanki gibi alay konusu olacak ve oradakilerin acımasız esprilerine maruz kalacaktı. Zaten normalde de fazlasıyla kendi içine kapanık bir çocuktu. Evden dışarı nadiren çıkardı ve tek gerçek dostu, kendisinden bir yaş küçük kız kardeşiydi. Onunla da paylaştığı şeyler kısıtlıydı zaten. Tüm kalbiyle sevdiği kardeşiyle, onun arkadaşı hakkında konuşuyorlardı ve bunun dışında komik meseleler üzerine yüzeysel geyikler yapıyorlardı. 

Ancak insan, huzur bulduğu, doyduğu ve uyuduğu hanesinde dahi kendini yalnız hissedebilir miydi? En karanlık ve en ıssız zamanında dahi erişemiyordu kimseye. Ne annesi tam manasıyla anlayabiliyordu onu, ne de kız kardeşi. Başına gelenleri bir anlatsa ilk adresleri Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları olurdu kesin. Ya da aylardır Aydos bölgesinde ölü bulunan kampçıların katilinin kendisi olduğunu itiraf etse, ilk yapacakları şey 112’yi aramak olurdu. İşte, tüm bunların farkında olmak, onu içten içe yalnızlığın dolambaçlı ve karanlık dehlizlerine itiyordu. Aylardır içinde depreşen bu vahşi canavarla savaşmanın yollarını çok kez denese de, iradesi cılız bir dal parçası gibi kalıyordu canavarın laneti karşısında. Hatta ölmeyi de denedi, dönüştüğü şeye karşı gelebilmek için gümüş takılar takmayı denedi ancak gümüş öylesine canını yakıyordu ki, daha dakikası dolmadan hepsini çıkarmak zorunda kalıyordu. 

Kafasında karanlık sisler ören düşüncelerinden uyandı ve dakikalardır orada durduğunu fark etti. Az ötede Veli Bey, kızgın bakışlarla ona bakıyordu. Terminalden tüm hareketleri izleniyordu tabii. Veli Bey ona ne kadar kızarsa kızsın, iyi niyetinden şüphesi yoktu. Çok babacan biriydi Veli Bey. Pek çok çalışanı koruyup kollar, sıkmazdı. Ancak Emircan ile ilgili yukarıdan gelen şikâyetler arttığı için bu kadar üzerine düşüyordu. O da farkındaydı.

Hiçbir şey demedi, terminalin ona gösterdiği hedefe doğru yöneldi.

Bir daha da akşama kadar kimseyle tek kelime konuşmadı.

***

Akşam yorgun argın eve varmıştı. Annesi de, kardeşi de yoktu evde. Seslenmeyi düşünse de, sessizliğin o aşina haykırışı evin dört bir tarafında cirit atıyordu. Doğrudan odasına yöneldi ve kendisini yatağa attı. Gözlerini kapadı ve geceden de koyu bir karanlık onu uyku diyarının gizemli ufuklarına buyur etti. 

Yine Aydos’taydı. Çam ağaçları, kararmış havada garip siluetleri anımsatıyor, gece hayvanları yine o bilindik sesleriyle geceye silinmez sesler bırakıyordu. Ansızın tüm sesleri yutan bir gürültü koptu. Güçlü bir hırlamaydı bu. Ormanın derinliklerinde,  ağaçların giyindiği karanlık cübbenin içinden bir çift sarı göz onu izliyordu. Öylesine büyük ve tehditkârdı ki bu bakışlar, Emircan’ın tek yapabileceği şey kaçmaktı. Bacakları beyninin komutlarına itaat etti ve gerisin geri koşmaya başladı. Tüm bedeni tetikte, tüm kasları hareket halindeydi. Koştu, koştu ve koştu… Ne yana koşarsa koşsun, karşısında bu ürkütücü gözler onu bekliyordu. Koşmaya devam ettikçe, ormanın gölgeleri arasında tanıdıklarının ve yakınlarının siluetlerini görüyor, onlara seslenmeye çalışsa da hiç oralı olmuyorlardı. Aksine, onu duyar duymaz, önlerinde tüm tekinsiz cazibesiyle uzanan karanlığa karışıp kayboluyorlardı. Artık yorulmuştu ve bedeni tükenmek üzereydi. Kendisini olduğu yere bıraktı. Tam tepesinde, parlak gri kürkü, güneş sarısı gözleri ve ölümcül dişleriyle bir kurt dikiliyordu. Hiçbir şey yapmıyor ve sadece ona bakıyordu. Birkaç adım geriledi ve etrafında daire çizmeye başladı. Emir ayaklandı ve olduğu yerde kendini korumak için dizleri kırık şekilde pozisyonunu aldı. 

“Çok genç… Kalbindeki karanlık da çok büyük! Tam sürüye layık…”

Kurdun konuşmasına şaşırdıysa da bir şey diyemedi.

“Ne sürüsü, ne karanlığı? Uzak dur benden!”

Bunu söylerken dişlerini mengene gibi sıktı. Yumrukları saldırmaya hazırdı.

“Oo, neden bahsettiğimi gayet iyi biliyorsun çaylak. Dolunay geceleri çok güzel, değil mi?”

Emir, yutkundu. “Bunu nasıl bilebilir?” diye geçirdi içinden. Hiç istifini bozmadı.

“Dolunay geceleri mi? Neden bahsediyorsun anlamıyorum.”

Söyleyecek yahut savunacak bir şeyler düşündü ancak bulamadı. Kurt lafa girdi

“Anlaşılan, sen de kendi hakikatine verilen bu hediyeyi kabul etmeyenlerden olacaksın…”

Kurdun hemen arkasında, yakın zamanda ölen kampçılar belirdi. Göğüsleri parçalanarak açılmış, kemikleri gözüküyordu. Göğüs kafesinin aralarında kırmızı çiçekler gibi etler fışkırıyor, yarısı yenmiş suratlarının muhtelif yerlerinden yüz kemikleri gözüküyordu. Açık yaraların çoğu çürümüştü ve kurtçuklar tiksindirici bir magma yığını gibi yaraların üzerinde fokur fokur kaynıyordu.

Kurtla bir ağızdan canlı cesetler konuştu:

“Kendi gerçeğinden kaçamazsın.”

Hemen arkasını döndüğünde annesini, kız kardeşini, Mahmut’u ve Veli Bey’i gördü. Hepsinin de üstü paramparça olmuştu. Vücutlarının muhtelif yerlerinde derin ısırık izlerinin oluşturduğu çukurlar, dehşetengiz kraterler halinde gözüküyordu. 

Bu sefer hepsi birden tekrarladı:

“Kendi gerçeğinden kaçamazsın.”

Şimdi hepsinin elinde birer bıçak vardı. Ona doğru tehditkâr ve kararlı adımlarla ilerlediler. Yaşayan ölüler, can almaya yeminli birer katildi şimdi. Hem de sevip saydığı bu insanlar… Adımlarını hızlandırıp üzerine çullandılar ve ellerindeki bıçakları, intikamın hazzından delirmişçesine, kurbanlarına sapladılar. Emir, vücuduna saplanan her bir bıçak darbesiyle acıdan kıvranıyor, bıçakların açtığı kan sızan deliklerden yoğun dumanlar çıkıyordu. Yerde kaçınılmaz sonunu beklerken gözü kurda ilişti. Tek başına, çam ağaçlarının şehrin manzarasına karşı dikildiği açıklıkta duruyordu.

“Kendi gerçeğini kabullen, çaylak. Gece çocukları şarkılarını söylemeli bir kez daha.”

Kan ter içinde, çığlıklar atarak uyandı. Sabah ezanı yine o hüzünlü sedasıyla tüm şehre sesleniyordu.

***

Geceleri uykusuz geçmeye başlamıştı. Her gece aynı kâbus, usanmaz bir alacaklı gibi uykularından huzuru kapı dışarı ediyordu. Sürekli bu yaşadığı garipliği kimle paylaşmak istese de ya deli ya da katil olarak görüleceği için dut yemiş bülbül oluyordu. Artık o kadar uykusuz kalmıştı ki, nereye baksa kâbuslarının baş aktörü olan o kurdu hep karşısında, onu izlerken görüyordu. Bazen görmese de ürkütücü fısıltılar kulaklarını ziyaret ediyor ve yaşadığı bu esaslı paranoyayı daha da kötüleştiriyordu.

Bayıldığı sıralarda da ya o kurtla yine cebelleşiyor ya da dolunay esnasında kendisinin dönüşüm geçirip tanıyıp sevdiği herkesi katlettiğini görüyordu. Parmaklarından ölümcül mızraklar gibi fırlayan pençeleri, tüm vücudunu karanlık bir perde gibi örten kürküyle aynaya her baktığında kendisinden daha çok korkuyordu. 

Artık kimseyle tek bir kelime dahi konuşmuyordu. Annesi ve ablasını bile kendinden uzaklaştırmıştı. İşyerinde ona takılıp şakalaşan hiç kimseyi umursamadan geçiyor ve ona iş harici bir şey için seslenildiğindeyse duymazdan geliyordu. Arada bir halini hatırını soran arkadaşlarının dahi aramalarına çıkmıyor, müebbet bir sükûnetle kendisini cezalandırıyordu. Aynaya baktığında içinden kendine bir tek şu cümleyi söylüyordu:

“Ben bir canavarım. Ben bir katilim. Ben ölümün ta kendisiyim.”

Bir Cuma akşamı iş dönüşü kamp malzemelerini ve babasından yadigâr beylik tabancayı yanına aldı. Annesine ve kardeşine tek kelime etmeden dışarı çıktı. Hedefi, Aydos Ormanı’ydı.

Ormana vardığında, yakınlardaki bir grup kampçıyla karşılaştı. Hepsi birden ona selam verdiyse de hiç umursamadan kendine göre bir yer bakınmaya devam etti. İnsanlardan uzak, sessiz bir yer olmalıydı. Bir süre ilerledi ve sonunda aradığı yeri buldu: Her zamanki kamp bölgesi yine sadece ona amade şekilde bekliyordu. Ancak izlendiği hissi o kampçılarla karşılaştığından beri gitmiyordu üzerinden. Adımları ilerledikçe civardan gelen çalıların hışırtısı ve koşan ayakların sesi onu kendini korumaya hazır tutuyordu. Ansızın yanı başındaki çalılık, ölümcül soğukta kalmış bir evsiz gibi titredi. Emir tüm gücüyle atıldı ve çalılığa baktığında gördüğü şey, bir sokak köpeğiydi. Kahverengi kürkü ve koca kahverengi gözleriyle sevecen bir hayvandı.

Uzun zamandır kendini hapsettiği bu uzleti sonunda başka bir canlı bozabilmişti. Hiçbir şey demedi ve olduğu yerden doğruldu. Sevimli köpek, arkasından kuyruğunu neşeyle sallayarak geldi. Çadırını kurup katlanır sandalyesini çadırın sağ yanına koydu. Hayvancık orada işini yaparken onu izledi merakla ve bekledi. Tüm işini bitirdiğinde, Emircan sırt çantasından babasının beylik tabancasını çıkardı. Bu eski bir altıpatlardı. Gövdesi ve namlusu yekpare siyahtı. Kabzasıysa kahverengi deriyle kaplanmıştı. Cebinden parlak, gri renkli bir mermi çıkardı.

“İşte, bu tüm her şeyi bitirecek.” dedi kendi kendine.

Tabancanın namlusunu hızlıca açtı. Namlunun ortasında döner hazneye kurşunu sürdü ve bir kere çevirdi kapattı. Sonrasında da gece olmasını bekledi. 

Başka bir kurtuluşu olabilir miydi? Bu lanetin bir çözümü yok muydu? Vardı ama o da kesin değildi: Onu dönüştüren kurt adamı bulup öldürmeliydi ancak koskoca şehirde nereden bulacaktı ona bu dinmez ızdırabı getireni? En iyisi ölmesiydi, böylesi hem onun için hem de çevresindekiler için daha iyiydi. Son zamanlarda zaten onlardan uzaklaştığı için kimse acısını da çekmezdi. Katlanılmaz bir insana tahammül etmekten kurtulacaklardı en nihayetinde. Hayat ne garipti… İnsan doğarken olduğu gibi ölürken de yalnızdı.

Geceyi beklerken yine uyuyakaldı. Aydos’un sıkı çamları bir kez daha onu selamlamıştı. Geceleri şarkı söyleyen tüm hayvanlar bu sefer sessizliğe bürünmüştü. Orman geceye küskün haliyle var oluyordu. Sessizliği bozan bir vınlama sesi oldu. Bir kere daha duyuldu ve bir kere daha! Ardı arkası kesilmez bir mermi yağmuru vardı. Emir, kurşunların ölümcül dokunuşlarından kaçabilmek için ağaçların arasına attı kendini. Saniyeler sonra bir kurşun kolunu sıyırdı. Öyle bir çığlık attı ki, mermi vızıltıları bu haykırışın titrek gölgesinde yok oldu sanki. Bacakları dur durak bilmeden koşuyor ve mermilerin sinsi süzülüşüne yakalanmamaya gayret ediyordu. Sonunda, İstanbul’a bakan tepeye geldi. Karşısında yine o kurt vardı. Sarı gözlerini onun gözlerine kenetledi:

“Sakın bunu yapma, genç olan. Ölmek çözüm değil, kaçıştır sadece. Kendini ölüme mahkûm mu etmek istiyorsun?”

Yine nefes nefese uyandı. Hava neredeyse kararmak üzereydi. Sol yanında, uzun sakallı, güneş gözlüklü ve siyah fötr şapkalı bir adam vardı. Çok zayıf ve soluk gözüküyordu ancak bu görünüşüne tezatla dinç bir duruşu vardı. Gözlüklerini sağ, kemiksi elleriyle düzeltti. Elinden bırakmadığı tabancayı işaret etti:

“Köpekleri vurmak için mi?”

Emir umursamadı ve adamın bir an evvel gitmesi için dua etti.

Adam, umursamazlığına aldırmadan devam etti:

“Öyleyse, yapacağın şey için güzel bir manzara seçmelisin.”

Emircan, adama yalvarırcasına baktı. Adam, yarım ağız gülümsedi ve güneş gözlüğünü biraz aşağı indirdi. Gördüğü şey, bir çift sarı gözdü!

Başını salladı ve karşısındakine fırsat bırakmadan namluyu kafasına dayadı. Tam tetiğe basacağı sırada güçlü bir elin tabancayı kavradığını hissetti.

“Yapma, lütfen. Sana verilen bu hediyeyi kullanmayı öğretebilirim.”

Emir, hiç tereddüt etmeden tetiği çekti ve sarı gözlü adam, namluyu hızlıca başka yöne çevirdi. Emir’in artık takati kalmamıştı.

“Neden bana izin vermedin? Ölüp tüm bu lanetten ve her şeyden kurtulabilirdim! Yalnızlıktan, paranoyadan ve sancılı bekleyişten sıyırabilirdim kendimi.”

Adam, sakince Emir’e daha da yakınlaştı. Tabancayı kayıtsızca salınan elinden alıp kenara attı.

“Bunlara gerek yok, çünkü yalnız değilsin çaylak. Geçen dolunayı hatırlıyor musun? Tepede diğerleriyle beraber uluduğun zamanı? İşte ben de oradaydım. Sen, gecenin çocuğusun. Şarkını söylemelisin.”

Emir, öfkeyle parladı:

“Ya öldürdüğüm onca insan? Ailem, arkadaşlarım? Onlar ne olacak? Ben bu vicdan azabıyla nasıl yaşarım?”

Adam, güçlü elleriyle onu omuzlarından kavradı. Gözlüğünü çıkardı. Şimdi tüm yüzü aşikârdı ona. Çok düzgün ve yakışıklı bir suratı vardı. Kemerli burnu, çatık kalın kaşları ve ince dudaklarıyla yüzlerce yıl öncesinde yaşamış bir asilzadeyi anımsatıyordu. Duruşu ve ifadeleri de aynı vakarı ve bilgeliği taşıyordu. 

“Bizler, Tanrı’nın kurduyuz. Ölümün hükmünü iştahımız ve vahşetimiz verir. Azrail’in dişleri deriz kendimize. O sebeple vicdanı bir kenara bırak çünkü ölümün vicdana ihtiyacı yoktur. Ailene ve arkadaşlarına gelecek olursak, onlara ihtiyacın olmayacak. Artık ailen de, arkadaşların da biziz çaylak.”

Emir, duyduklarına anlam veremedi ve daha da sinirli bir şekilde konuştu:

“Ne demek şimdi tüm bunların hepsi?”

Adam sakince gülümsedi ve ayağa kalktı.

“Benimle gel, ne demek istediğimi anlayacaksın.”

Hızlıca koşmaya başladı ve Emir’e de gelmesi için eliyle işaret etti.

“Bu arada bana Börüban diyebilirsin çaylak. Senin adını biliyorum, Emircan!”

Emir hiçbir şey söylemedi ve insanüstü bir hızla koşan bu adamın peşinde zorla koştu. Koşmaya devam ettikçe onu yakalamaya başladı ve ilk on dakika boyunca onu tüketen yorgunluk, yerini kesintisiz bir enerji patlamasına bırakmıştı. Bir yokuşu tırmandılar ve zirveye gelince durakladılar. Oraya vardıklarında, bir düzine kadar insanın orada toplanıp İstanbul’u seyrettiklerini gördü. Hepsi de birbirine eşit mesafede ve halka şeklinde oturmuştu. Onların geldiğini duyanlardan birisi, yerlerini işaret etti. Kimseden çıt çıkmıyordu. Güneş neredeyse batmış, gündüz aydınlık nöbetini gecenin karanlığına bırakmıştı. Hava kararınca, herkes üstündekileri çıkarıp yakındaki bir çalılığa bıraktı. Dolunay kendini gösterdiğinde, bu kalabalık güruh, kendinden geçmeye ve vahşetin kızıl çağrısıyla dönüşüm geçirmeye başlamıştı bile. Vücutlarının her bir köşesinden fışkıran kalın kürkleri, derilerini parçalayıp ölümün tırpanı olan pençeli tırnakları ve vahşetin biçkisi olan ölümcül dişleriyle hepsi birer canavara dönüşmüşlerdi. 

Emir, tüm bilinci açık, iştahı dinmez bir haldeydi. Uzun zaman sonra ilk defa yalnızlıktan ve çaresizlikten kurtulmuş gibiydi. Hepsi devasa bir daire olup Ay’a karşı uludular. Gece çocukları ne güzel bir musiki dinletiyordu. Bundan sonra ne vicdan azabı, ne de yalnızlık vardı.

Yorum bırakın