Ozan İlter

Mart soğuğunun ilmek ilmek işlendiği beton hücresinin tahta ranzasında doğruldu genç adam. Daha iki gece evvel, sabaha karşı uyanıp sabık sadrazam manzaralı dairesinde; hemen yatağının baş ucundaki iskemleye görülmemiş bir titizlikle konmuş beyaz takım elbisesi aradı gözleri uyku sersemliği ile. Şu sıralar Alaman memleketinde erkekler takım elbiseleri için kısa ceketler tercih ediyor; yalnızca resmi işler için uzun ceketleri atıyorlardı sırtlarına. Genç adamın yapacağı işte oldukça resmi bir iş olduğu için o da uzun bir ceket tercih etmişti. Uzun beyaz ceket, onun ve davasının ne kadar temiz olduğunun bir sembolüydü aslında.
Düşünceleri arasından sıyrılmasına sebep olan sırtından aşağı inen soğuk oldu. Rahatsız tahta ranza da zor da olsa sırt üstü yatarak rahat etmeyi başarabildi, bitli olduğundan şüphelendiği ve leş gibi sidik kokan battaniyeyi göğsüne kadar çekti. Gözü hücrenin tavanında son dakikalarını yaşayan lambaya takıldı. Lamba kararsızlıkla yanıyor, sönmek üzere olduğunu haykırıyordu. Bu kararsızlık ona, birkaç hafta evvel Gatronagan’dan tanıdığı birkaç eski dost vesilesiyle tanıştığı Pastırmacı ve Bostonlu o herifi hatırlattı. Kısa zamanda, iyi dost olmuştu bu adamlarla. Onlarla musahiplik ediyor; beraber kimi zaman ahu dudaklarından saçtıkları gülücüklerle, bir sağa bir sola sallanan o muhteşem şekilli kalçalarla her erkeği cezbedecek Alaman güzellerini konuşuyor, kimi zamanda en erkek olanın bile erkekliğini bir cılız aleve döndürecek büyük harpten bahsediyorlardı. Pastırmacı, tüm bu muhabbetlerin arasında Fransız bıyığı altından belki yirmi tekerleme döndürüyordu. Bir politikacıya yaraşır şekilde laf cambazlığı işini iyi yapıyordu, ne de olsa eski Karin mebusu idi. Laf cambazlığı işi bir esnaflık olsa, bu esnaflığın piri Pastırmacı olurdu.
Bostonlu ise ne bir politikacı ne de arzularına yenik düşmüş ve şehvet kazanında kaynayan bir genç gibi konuşuyordu; o tam anlamıyla bir iktisatçıydı. Felsefeyle pek içten ama realiteye pek dıştan bakan cümleleri ile herkesle bir bir ters düşüyordu. Berlin’de henüz iş aramakta olan genç adam bu ekipte kendine bir yer bulmuştu, üstelik gününü gün ederken elini de cebine attığı yoktu. Ya Pastırmacı, ya Bostonlu ya da Gatronagan’dan biri her şeyi hallediyor, “sana iş bulalım, bize ödersin” diye şakacıktan gülümsüyorlardı. Tüm bu iyilik ve cömertliklerin, eline verilen bir parabellum ile sonuçlanacağını bilemezdi ki genç adam….
“Hadi be aslanım! Erez’in aslanısın sen!” dedi Pastırmacı bir gün eline tutuşturduğu parabellum ile. “Akfaya tek çelik ve yaşasın Nemesis!”
Çeyrek asırlık ömründe görmemişti böyle bir kararsızlık. Bu yaşadığı kararsızlık öylesine büyümüştü ki, kambur bırakmıştı iki günde çocuğu. Bu yükü taşımayacağına kanaat getiren genç adam, yüreğinde yanan milletinin aşkıyla parabellumu beline soktuğunda ona iki bacı ve iki enişte uydurdular. Erez havalisinden, sülalesinden olma ruhuna rahmet dileyen seksen beş akrabayı da unutmadılar. Şimdilerde bu savcı beyin okumakta olduğu satırlarda yazılıdır. Bir de valide uyduruldu genç adama. Valide hanım öte tarafta pek rahat durmuyor, gündüzleri fani dünyaya inip oğlunun rüyalarına giriyordu. Şimdilerde tütüncülük yapmakta olan sabık, ne sabığı hatta devrik başnazırın ense köküne bir damla çelik için adeta yalvarıyordu.
5 Recep 1339’da annesinin bu dileğini yerine getirip, “çok yaşa” sloganları ile mahkeme salonuna uğurlanırken çok emindi kendisinden. Savcılar, tanıklar, adliye binasının tahta döşemeleri, hatta ön bahçede yeni yeni yeryüzüne çıkmakta olan karıncalar dahi ondan yanaydı. Ondan yanaydı da, neydi şimdi bu dört duvar?
Ranzada doğrulup, hala kararsız kararsız yanmakta olan lambaya baktı. Lamba son nefesini verirmişçesine bir sakinlikle sönüp gittiğinde, kendi vicdanının karanlığı ile kala kaldığını anladı genç adam. Vicdanının karanlık, dar ve soğuk odasında tek başına oturuyor ancak hesaplaşacak bir vicdan dahi bulamıyordu. Karanlığın içinde huzursuzlukla volta atmaya başladı. Arada bir ayaklarının altında can veren hamam böceklerinin acı cıyaklamasını duyar gibi oluyor, bir saniyeliğine duruyor ancak devam ediyordu. Erez’e dönmek, Konstantinapolis’in manzarasını bir daha görmek belki de onun için hayal olmuştu artık. Üstelik anacığı da rüyasına girmemişti, yapayalnızdı. Bunları düşünürken aniden duraksadı. Rüyalarına giren valide hanımın yalnızca bir kurgu olduğu hatırlayıp, hafifçe gülümsedi. Karanlığın içinde volta atmaya devam etti. Duvardan yana sırtını verip, parmaklıların tarafına döndüğünde koridorun diğer ucundan ona doğru gelmekte olan cılız ışığı fark etti. Işık yaklaştıkça, gece ayazıyla beraber nefesinden çıkan buhara tanıklık ediyordu. Cılız ışık yaklaştıkça, ışığı tutan elin biraz aşağısında bir şeyin parladığını görüyordu. Cılız ışık parmaklıkların dibine kadar girip, tahta ranzayı kendisinde siper etmiş genç adamı aydınlatıncaya kadar soluk soluğa bekledi genç adam.
“Soğomon.” dedi ışığı tutan gizli el. Karaltılar içindeydi. “Soğomon Tehliryan.”
Bu aksi ve sinirli sese kayıtışız kalmayarak yerinden kalktı Tehliryan. Parmaklıklara doğru bir adım attı.
Eli ışık tutan karaltı, az önce Tehliryan’ın görmüş olduğu parıltıyı parmaklıklar arasından hücreye fırlatarak bir adım geri attı. “Diyetini ödemen lazım.”
Tehliryan tam “Dur” diye haykıracaktı ki, ışığın karaltı üzerinde parlattığı diğer bir hakikati gördü. Metalden, birbirine geçmiş üç adet hilal. Cılız ışık, bir şey demeden geldiği uzun koridordan geri döndü. Parmaklıkların arasından atılarak, beton zemine düşen parıltıyı elleriyle yokladı. Karanlığın içinde bile parlaklığı ile kendini belli eden bu revolver, vicdanıyla baş başa oturmuş Tehliryan’ın karanlıkta ki tek ışığıydı artık.
Tek bir atım mı, tek bir salım mı?





Yorum bırakın