Erkin Tolga Sayilkan

“...Valla zor doğurdum. Sabaha kadar sancı üstüne sancı...” Hatırladıkça kadının zayıf sureti sanki acıyı tekrar yaşıyormuş gibi ekşiyordu. Elleri de titreme halindeydi. “Ben de bittim, ebe hanım da bitti. Bebeği kucağıma verdiklerini bile hatırlayamadım sonradan. Eve geçtikten sonra da birkaç hafta bu yorgunluk, bezginlik bir türlü geçmedi. Sonra sonra kendime gelir gibi oldum ama tam da geçmedi.” Yanındaki kızıl saçlı kadın masanın üzerinde duran buharı üzerinde demlikten boş kupaya çay doldurdu. Genç annenin hafiften titreyen damarlı ve zayıf elleri kupayı güçlükle kaldırıp kadının ağzına kadar çıkarabildi. “Çarşamba akşam ev işinin yorgunluğu üzerime çöküverdi. Yemeğimi falan da hep yapmıştım. Bizimki inşaatta nöbette olduğundan geç gelecekti, bu yüzden biraz uzanayım dedim. Bebek de mışıl mışıl uyuyordu. Çekyata uzanıp televizyonu sesini çok yükseltmeden açtım. Sızıp kalmışım.” Kadını buraya getiren olayın başlangıcına yaklaştıkça korkuyu tekrardan yaşadığı o kadar belli oluyordu ki... Sanki köşelerden birileri çıkacakmış gibi sağı solu kolluyordu. “Gece uyandım. Bebeğin odasından sesler geliyordu. Biri sessizce konuşuyor gibi geldi bana. Bir başka ses daha vardı. Onu tam anlayamamıştım. Odaya yaklaşıp kapıyı araladım.” Çaydan bir yudum aldı. Sesi de elleri de titriyordu. Konuşamayacağı çok belli olunca yanındaki kızıl saçlı kadın sözü aldı: “Bebeğin üstünde adam şeklinde bir karaltı görmüş. Kocası geldi sanıp “Adem?” diye seslenmiş. Cevap gelmeyince de eli ışığa gitmiş. Işık yanar yanmaz duman gibi bir şey açık pencereden dışarı çıkmış.” Kupayı kaldıramayıp masaya sertçe bırakmak zorunda kalan genç kadının ellerini kızıl saçlı kadın avuçlarına alarak onu teskin etmeye çalıştı. Karşısındaki adam düşünceli bir şekilde bu ikiliyi dinliyordu. Kırmızı koltuğundan -bel ağrısı çekiyormuş gibi- yavaşça doğrulup kadının kaldıramadığı fincanı masadan alıp onun eline tutuşturdu. Sağ eliyle de kadının sağ omzuna dokunup ovaladı. Kadın gözyaşlarını tutamadı. “Bebeğime koştum.” diye sessizce ağlayarak devam etti. “Ağzı burnu kan içindeydi. Kucaklayıp sokağa koştum. Yoldan geçenlere yalvararak hastaneye vardım. Allah onlardan razı olsun. Ucu ucuna yetiştirmişiz meğerse. Ciğerleri kan dolmuş yavrucağımın.” Kır saçlarında parmaklarını gezdirip kafasını kaşıyan adam koltuğuna kurularak kadına doğru sakince seslendi: “Yardımcı oluruz elbette. Ancak sakin olacaksın. Olmazsan kendine zararın dokunur. Hem sizin minik sizden iyi duruyor, bakın.” Gözleri kadının yanındaki küçük beşikte uyuyan bebeğe döndü. Kadın biraz daha sakinleşmiş gibiydi. Kızıl saçlı kadın “Maşallah Havva Hanım. Melek gibi uyuyor, nazar değmesin.” diye konuyu değiştirip ortamdaki kasveti dağıtmaya çalıştı. Adam bazı rutin sorularla kadının aile hayatını, ekonomik durumlarını, akraba ilişkilerini falan sorarak aşırı korkulu ve heyecanlı halini iyice yatıştırmıştı. Bir saate yakın konuştular. Bu sürede beşikte yatan bebek dışında herkesten bir ses çıkmıştı. Bebek herhangi bir anormallik sergilemeden sakince durmuştu. Mutfağa yönelen adam elinde bir paketle dönmüştü: “Zaman alacak, bu zaman içinde de sabırlı olacaksın ama en önemlisi bebeği tek bırakmayacaksın. Aktardan al diye bir liste verecektim ama gerek kalmadı. Mutfakta varmış fazladan. Listeye de yazdım, biterse alırsınız.” Diğer elinde de katlı bir kağıt vardı. Kağıtta bir şeyler yazıyormuş gibi görünüyordu. “Bunlar nedir?” diye kadın soracak oldu. Yüzünde farklı türden bir endişe belirmiş ve bir anlaşmazlıktan bir başka anlaşmazlığa mı düştüğünü merak eden bir ifade takınmıştı. Ya da adama öyle geliyordu. “Çay” dedi adam gülümseyerek. “Melisa, papatya, adaçayı, nane çayı falan. Güzelce kaynatıp içersin, sinirlerine iyi gelecektir. Yatıştırır. Çok da abartmayın ama vücutta toksin biriktiriyormuş.” Kadın şaşırmış gibiydi. Yüzünde yalvaran ve şaşkın bir ifade vardı. Konuşacak gibi olunca, adam karşısındaki kadının ifadesinden ne sormak istediğini anlamış ve sorusunu peşinen cevaplamıştı: “Halledeceğiz.” Çayı işaret edip tekrarladı. “İç, iç. İyi gelecektir.” “Bo... Borcum?” diyecek olduysa da adam gözlerini kırpıp avucunu açarak kadını susturdu. Sonra da kadının elindeki paketi işaret ederek “İç” dedi. “Başka bir isteğim, alacağım yok senden.” Maddi açıdan farklı bir gelir sistemleri vardı. *** “Cem Varan’la mı görüşüyorum?” “Hayır evladım, yanlış numara.” Emin Hoca her zamanki yerinde, Boğaz’ın Kadıköy tarafında çayını yudumluyordu. Kadıköy sahilinden Boğaz’ı izliyordu. Çalan telefonu ağır ağır cebinden çıkarmış ve arayan numarayı görünce de açıp cevabı vermişti. Cem Varan... “Hadi bakalım.” deyip yerinden doğruldu. *** “Cem Varan kim?” diye sordu kır saçlı adam. Kızıl saçlı kadın “Boşver” dedi. Emin Hoca birazdan arayacaktır diye düşündü. Kafasını karıştıran bazı şeyler vardı ancak bunları hocaya sorması daha mantıklı geliyordu. Kır saçlı adamla ağır ağır yürüyorlardı. Adamın kafasını da bu vakayla ilgili karıştıran bazı şeyler olduğunu sezebiliyordu ancak sesini çıkarmak istemedi. Cepten hızlıca gittikleri adresi Emin Hocaya attı. Genç annenin evine doğru yürümeye devam ettiler. *** Havva, çocuğunu emzirmiş ve beşiğine yatırmıştı. Bugün yaşadıkları onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Adamın söyledikleri geçiştirme gibi hissettirmişti. Hem bir de çay vermişti. “Bu ne saçmalık” diye düşündü. Çay! Bitki çayı hem de! Zayıflama çayı veren reklamcılar gibi... Allah’tan para almamıştı. Yine üstüne bir yorgunluk çöküyordu. Günün yorgunluğu, ev işleri, eşi de yine nöbetteydi. Bugün ağlaması da işin tuzu biberi olmuştu. Esnemeye başlamıştı. Gözleri kararıyordu. Koltuğa uzandı. Koltuk eski olmasına rağmen çok tatlı görünüyordu. Uyumamak için televizyonu açtı. Koltuğa uzandı. Gözleri kararıyordu. Televizyonun sesini çok açmak istemedi bebek uyanmasın diye. Gözleri kararıyordu. Sızmak üzereydi. Kapıyı gördü. Kapıdan içeri bir karaltı süzülmüştü. “Adem” diyecek oldu. Ağzından ikinci hece çok düşük bir sesle çıktı. Karaltı ona doğru biraz ilerleyip bebeğin odasına doğru süzüldü. Bebeğin odasından ağlama sesleri yükselmeye başladı. Havva’nın gözleri karardı. Uyuyakaldı. *** Kır saçlı adam birden sustu. Evin önünde birkaç dakikadır duruyorlardı ancak genel bekleme halinin dışında adama bir anda suskunluk gelmişti. Kadın bir şeylerin ters gittiğini anlamış olacak ki “Ne oldu?” diye sordu. Ancak adam tepkisizce evi izlemeye devam etti. “Bir şey var.” diyebildi . Birden fırlayıp eve doğru koşmaya başladı. *** Beşiğinden tavanı izleyen bebek gözlerini iyice açmıştı. Gözleriyle sağı solu korku içinde süzüyordu. Bir şeyler tersti ama bebek zihniyle algılayamıyor ve iyice korkuyordu. Odasının kapısı gıcırdamaya başladı. Bebeğin gözleri faltaşı gibi açıldı ve ağlamaya başladı. Annesine seslenebilse seslenirdi ancak henüz bunları düşünebilecek yaşta değildi. Aralıktan bir karaltı odaya süzüldü. Karaltıyı görememişti ancak neredeyse canını alacak olan bu varlığı sezinlemişti. Bebek tavana bakmaya devam ediyordu. Tavana bakmaya devam ediyor ve sağına soluna bakamıyordu. Karaltı ona fark ettirmeden yavaş yavaş beşiğinin başına süzüldü ve tepesine çıktı. Geçen sefer bitiremediği işi bitirecekti. El gibi uzanan uzantılarıyla bebeğe doğru eğildi. Bebek olanca gücüyle ağlıyor hatta ağlamaktan öte sanki imdat çığlığı atıyordu. Birden bir gürültü geldi. Sonra bir başka gürültü daha... Büyük bir çatırtı ve kırılma sesi... Karaltı hızla bebeğe doğru eğilip uzuvlarını ağzına doğru uzattı. *** Kızıl saçlı kadın, adamın peşine eve daldı. Kapıyı iki darbede kırmışlardı. Kırılan kapının ardından daldığı odada koltuğun üzerinde uyuyan Havva'yı gördü. Durumu anlamadan hemen bebeğin sesinin geldiği tarafa doğru kır saçlı adamın peşine koştu. Aralık kapıyı ardına kadar açan adamın peşinden daldı ve bir an karaltıyla göz göze geldi. Karanlıkta parlayan bir çift kızıl göz... Karaltı pencereye doğru yönelecek gibi oldu. “Yoo” diye hırıltılı bir sesle konuştu adam. Sesi normal sesinden farklı gelmişti. Karaltı pencereye ulaştı ancak açık pencereden dışarı kaçamadı. Adamın karanlıkta elini ileriye doğru uzatıp havayı tutar gibi yaptığını gördü. Ne olduğunun farkına ancak o zaman vardı. Bebeğin ağlaması dışında odada bir ses daha vardı. Çok düşük bir sesti ancak konuşma anlaşılıyordu. Daha doğrusu harfler anlaşılıyordu ancak anlamadığı bir dilden gibiydi. “Ymg’ ahorna epgoka.” Tekrar tekrar tekrar. “Ymg’ ahorna epgoka.” Ve son tekrardan sonra farklı bir cümle: “Ah’mglw’nafh” Karaltıdan gelen şeyin bir çığlık olup olmadığını bilmiyordu. Ancak sonrasında ortalığa yayılan kükürt kokusunu biliyordu. *** Dışarıda çocuğuna sarılıp ağlayan Havva’yı teskin etmek için kızıl saçlı kadın onun yanında ellerini tutmuş ve yanında oturuyordu. “Gitti mi şimdi? Yok değil mi artık?” diye soran Havva’ya cevap veremedi. “Leyla, bir şey söyle lütfen.” Leyla cevap veremiyordu. Gördükleri ve duyduklarıyla adeta dilini yutmuştu. Yanında beyaz sakallarıyla dikilen Emin Hoca kadının sırtını sıvazlıyordu. “Geçti kızım, geçti. Artık dert etme.” Ama yüzünde farklı bir ifade vardı. Kır saçlı adama bakıyordu. Adam yorgun gibiydi. Kaldırıma çökmüş, oturuyordu. Kendi kendine mırıldanıyordu. Yüzünde rahatlamış ama yorgun bir ifade vardı. Havva’ya sordu: “Çay var mı?” Birinci bölümün sonu Ymg’ ahorna epgoka: Gidemezsin Ah’mglw’nafh: Öl





Yorum bırakın