Gençler, gideceğiniz bir yer var mı; yoksa sadece gidiyor musunuz?
Yolda – Jack Kerouac

AZRAİL

,

Okuma Süresi

3–5 dakika

Muhammet Fatih Dur

“Kendisi var yaşı yok / Anası-kardeşi yok / Elleri ağlatır / Kendinin gözyaşı yok.”

Ben de böyle doğmuştum, ateştendi gömleğim. Sizi bu dünyadan çekip koparmaktı görevim. İstemedim, Tanrı “Mecbursun” dedi. Uğraşamam insanoğlu ile dedim, Tanrı yine “Mecbursun” dedi. Aldım elime hançeri, anne karnında bir loğusaydı ilk görevim. Bunu yaparsam, acımazmışım hiç bir yavşağa. Kötüymüş kaderi, sokaklarmış meskeni. İndiremedim hançeri. Ruhu oluşmadan alamadım nefesini. “Belki” dedim, “değişir kaderi.” Ben bunu derken annesi bastı morfini. Karardı her şey… Hak etmedi insanoğlu Tanrı’nın lütfünu, hak etti zulmü. Morfinden önce ben çöktüm boğazına, çektim hançeri şah damarına. Onun necis ruhunda sıkışıp kalan iyilik bana geçti. Hahaha Kabil’i de böyle kandırmış dedem. 

İlk görevimdi. Kanı yüzüme bulandığında bir an olsun içimdeki boşluğu kapatmıştım. Bir anlam sıçramıştı. Huzur gibi, güç gibi bir şeydi. Sıcak bir havlu gibi beni sarmıştı. Sarındığım sıcaklık soğuk benliğimde pamuk şekeri gibi erimişti. Kapattım gözlerini ve o tadı uzatmaya çalıştım. 

Ruhlarımız bir esarete kurban gitmiş bedenlerimizde. Okyanusta boğulan bir nehir gibi çağlaması susturulan şimşek… Özgürlüğü için ölümü bekleyen bir tutsak ruhumuz. İçimizi boğan sıkıntı, kana olan özlem bedenlere sıkıştırılan ruhun sızısı. O yüzden Tanrı’nın en şaşaalı oyunudur ölüm. Ölüm ki, insanlığın cezasını bitiren özgürleştirici bir nefes.

Okuduğum bu satırlar gözlerimi fal taşına çevirmişti. Metroda zar zor bulduğum koltuğun yanına sıkıştırılmıştı bu yazı. İki sayfalık gazete kağıdına basılmış bir fanzin benzeri bir şeydi. Bu vurucu satırları kimin yazdığının hiçbir önemi yoktu. Yazılması ve yılların kehanetine dönmesi istenmişti zaman tarafından. Alıp çevirdim durdum. Florasana tuttum, belki ipucu bulurum diye ama nafile. Ölümü kutsayan bu yazı hiç ölmeyecekmişcesine yaşanan bu çağda beni korkuttu dibine kadar. Korkum, ölümü severse kolayca intihar edebileceğimdendi. Hasat etmek istemediğmi, toprağın dibinde kurumasını beklediğim duyguydu. 

Sis basmış yalnızlığımın puslu yollarında el yordamıyla gidiyordum. Yalnız ve kabul edilmeyendim. Başımı bir saniye koyup dinleneceğim bir omuz yoktu. Tanrı’nın verdiği micazımı kimse kabul etmek istemiyordu. “Değiş, belki işe yarar” telkinlerine “Ya yaramazsa?” diye cevaplar veriyordum. Savrulan bir yaprağı yeşile boyasan dala yakışır mı? 

Bir şey olmak istiyordum bu dünyada. Bir sıfat eklensindi ismimin önüne. Okumuştum, sonunda işsiz denmişti. Sevmiştim, sevemedin denmişti. Aşkımı kanıtlayamamış, ızdırabı gösteremeyince inanılmamıştı. Sadece bir şey olmak istiyordum. Acıyan, tiksinç bakışlardan kurtulmak istiyordum. Bu bakışı ilk beni doğurtan doktorda görmüştüm. Gözlerini ilk açtığında kanlı yüzüme bakıp tiksinen o bakışı görmüştüm. O anı nasıl hatırlıyordum bilmiyorum ama kabuslarımın gündem maddesi idi o an… Kanı orada sevmiştim. Kan, kötü insanlarla arama çektiğim bir çit, bir surdu. Kötüleri, onun ötesinde bırakıyordum. Kan da tutuyordu üstelik. 

Annemiin kuzusu, babamın oğlu dışında bir şey olmak istiyordum. İnsanlar beni bilsin, parmakla göstersin istiyordum. Şu dünyada bir fark yaratıp hapis kaldığım esaretimden kurtulmayı arzuluyordum. Yeteneğim yoktu. Resim karalardmı bir ara ama resim dersi matematik etüdüne dönüştürülünce resim macerası sayıları kovalamaya dönüşmüştü. Sayıları sevmiyordum ta ki… 

İçimde kara delik misali boşluk vardı. Karanlığın çekiciliğinden gözlerini ayıramıyordum. Baktıkça içinde kayboluyor ve hüzünle pareleniyordum. Kendi içime gömülüp kalmıştım. Nefesim gittikçe kesilirken geri sayımı başlamıştı. Sonunda harelenecek alevlerle gökyüzü, tamtamlar büyüsünü tamamlayacak ve ruhlar özgür kılınacak. Hançerin parıltısı gözbebeklerimde ışıldıyordu. 

Kanımı kurban edecektim gökyüzüne. Sırası geldiğinde hesap sorma hadsizliğine bürünecektim, kibre dönüşen çaresizliğim. Biçare kalmamının hesabı kesilecekti. Kanın büyüsü yeniden doğuracaktı, her sona eren nefes zikir huşusunda sessizliği boğacaktı. Samael yeniden dünyaya düşecekti. Unuttuğum adımı kendim şekillendirecektim. Akan kan filiz olacaktı daralan ruhuma. 

Kapanan gözlerim minibüste açıldı. Yine ukde düştü, ansızın kanıtlamak istiyordum varlığını. Özgür olmak istiyordum. Kimsesizliğimden sıyrılıp yalnızlığımı gömmek istiyordu. Derin bir nefes aldmı. Pencereden dışarı baktım. Paslanmış şehrin manzarası ile karşılaştım. Bir fahişe ile göz göze geldim. “Ben en azından özgürüm” dedi kadının gözleri. “Sadece bedenim tutsak.” O an hemen inip, duvara yapıştırasım geldi pörsümüş kadın bedenini. “Ahlaksız!” dedim, “Senin ne haddine bana acımak?” Boğazını sıkmak ve içine girmek istedim. Hem canına can yerleştirmeyi hem de canının nefesini kesmeyi hayal ettim. Acınmak kanıma dokunmuştu. 

“Kesin sesinizi artık, bağırmayın. Tamam, birbirimizi anlamaya çalışmayalım ama nazik olalım.” Çok hayalperest bir istekti bu. Savaştı bu dünyanın hamuru, vahşetti karılan çimentosu. Aydınlık sadece hevesti, loşluğun ortasında. 

İndim minibüsten, adımlarım ilk defa sakindi. Ayak izim güven bırakıyordu. Elim belime kaydıkça ayak izim derinleşiyordu. Karanlığın ortasında “Hop bilader, yanlış sokaktasın!” sesi yükseldi.

“Senin olduğun sokak doğrudur.”

“Burası benim mahallem…” diye tısladı kokan nefesi. Alt tabakanın utanç verici özgüveni destekliyordu sesini.

“Senin mahallende, benim dünyamda böcek.” 

Gözlerindeki korkuyu izlemek her zaman büyük bir haz vermişti. Bembeyaz kesilmeleri, bacaklarının giderek kasılması benim oyunum olmuştu. Hançerimle ilk gözlerini hedef alıyordum, beyazlıklarını kan ile doldurduktan sonra vücudundaki tüm kanı çekip çıkarırken “Bu kadar büyüklenmeye ne gerek vardı?” diye arkalarından sesleniyordum. 

Bu kadar büyüklenmeye ne gerek vardı? Ölüm çok basitti. 

Yorum bırakın