
Gün çok yorucu geçmişti. Sonunda eve vardım. Uyumak için sabırsızlanıyordum. Ama açken uyuyamadığımdan mutfağa yöneldim hemen. Dolapta dünden kalan dolmalar vardı, ısıttım ve yedim. İlk piştiğindeki gibi olmuyordu tadı ama olsun buna da şükür. Yemeğimi yerken televizyonu açtım ve haberlere baktım. Yine tatsız olaylar silsilesi: Kredi kartı borcu yüzünden cinnet geçirip ailesini öldüren zavallı bir adam, ideoloji fanatiklerinin birbirine dalaşı, sözde şöhretleriyle rezil rüsva olan ünlüler ve daha nicesi … Sonra düşündüm ve kendi kendime söylendim:” Şu tekdüze ve amaçsız gözüken hayattan bir kurtuluş yok mu? İnsanlar çırpınıyorlar bir yolu olmalı bunun. İnsanlara bir amaç, bir yol gerek.” Üstümü değiştirip çabucak yatağa geçtim. Yorgunluktan ötürü aniden uykuya dalmışım. Sonrası ani bir sessizlik …
Bilinmedik bir yerde buldum kendimi ansızın. Zemin, tavan ve duvarlar bembeyazdı. Her yer yeni boyanmış gibiydi. Sonsuzluğa bakıyor gibi oldum bir an. Sonra arkamı döndüğümde üç tane kapıyla karşılaştım. Bu üç kapının önünde insanlar kimisinde kuyruk olmuş, kimisinde de izdiham yaratmıştı. İçimde güçlü bir merakla beraber bilinmezliğin de verdiği bir korku vardı. Bu sebeple kapıları daha yakından görmek için birkaç adım atıp kapılara yaklaştım.
Attığım adımlarla birlikte kapıların önündeki insanlar birdenbire kayboldu, orada hiç yokmuş gibi. Sanki birileri aklımdakileri okuyor da bana yardımcı oluyor hissiyatına kapıldım. O insanlar da ortadan kaybolduğuna göre kapıları adam akıllı inceleyebilirdim. Öyle de yaptım.
En soldaki kapıdan tutun da en sağdakine kadar neredeyse bir fark yoktu. Bu üç kapı, ahşaptan ve kapkaraydılar. Boyaları hoştu. Kapı kolları ve tokmakları pirinçten, kapı deliklerinin ardı ise karanlıktı. Bir de bu üç kapının üstünde semboller vardı. Semboller soldan sağa doğru: Bir kara hamam böceği, iki kızıl boynuz arasında bir tüy kalem ve gri orak şeklinde bir soru işareti. Semboller ne anlama geliyordu en ufak bir fikrim dahi yoktu. Aklımda bir sürü soru işareti vardı, korkuyla karışık bir heyecan ve meraktan ibaretti hissettiklerim. Fakat yine de bu kapılarının sırrını, işaretlerin anlamlarını ve ardındakileri çözmek-öğrenmek için can atıyordum çünkü bilinmez bir bilmecenin ortasında gibiydim. Bilinmeyen bir yerde, belirsiz bir zamanda yalnız başımaydım ve tüm her şey açığa çıkınca biliyordum ki, buradan kurtulacaktım. Aklımdan bunlar geçerken birinin bana seslendiğini işittim. Bu garipti, sonuçta kimse yoktu burada. Sadece benimle birlikte dört kapı vardı. Yoksa …
Evet, tahmin ettiğim gibiydi. Kapılardan biri bana sesleniyordu. Sanırsam bu en soldaki kapının ta kendisiydi:
“Ey insan! Bilmek istediğin ne varsa anlatacağım sana. Bu kapının ardındaki sırları öğrenip kurtulmana vesile olacağım.”
Bunları söyledi. Sesi çok hoş geliyordu. Ona doğru yöneldim ve dedim:
“İçimdeki merakı dindirmen iyi olur elbette. Seni dinliyorum Böcekli Kapı. Ama senden bir isteğim var. Anlattıktan sonra ardındakileri de görmek istiyorum.”
Kapı huzursuzca gıcırdadı. Birden kapı çürümeye, kapı kolu ve tokmağı paslanmaya başladı. Bazı yerlerinde de tahta kuruları türemiş ve kapıyı kemirmeye başlamıştı. Kapı karayken kapkara olmuş ve çirkinleşmişti. Belli ki, bir şeyler çevirecekti. Bunlar birer işaretti. Şüphelendiğimi belli etmeden devam ettim:
“Peki öyleyse, kapının ardında ne gizli ve neden insanlar önünde uzun bir kuyruk olmuşlardı?”
Derin bir nefes alarak başladı anlatmaya:
“Ardıma geçen birine garanti bir yaşam sunarım. Barınacak bir ev, çeşitli sigortalar, yaşamını devam ettirecek kadar para ve diğer ihtiyaçlardan karşılarım. Sana bahşettiklerimle beraber özgürsündür. Ama kurallara uymak ve ihlal etmemek kaydıyla. Dilediğini yapmak ve yaşamak, bunun dışında, sana kalmış. Ayrıca diğer sorunun cevabı da söylediklerimde gizli. İşte, önümde kuyruk olan insanlar onlara garanti ettiklerim için buradaydılar. Ey insan! Bana doğru gel de seni şu koca keşmekeşten kurtarayım. Sana da herkese vaat ettiklerimden vereyim ki rahata ermiş ol.”
Sesi anlatırken gittikçe korkunçlaştı. İlk baştaki güveni vermiyordu ses. Kendisindeki değişimler de pek yardımcı olmuyordu aynı şekilde. Her şeye rağmen yine de bu olanları göz ardı ederek söylediklerini bir anlık düşündüm, anlattığı şeyler zaten kendi hayatımızda bize dayatılandan bir farkı yoktu. Şayet bu şekilde bir yaşamı reddediyorken, niye istemediğim şeyi kabul ederek kendi fikir ve benliğime ihanet edeydim ki? Ayrıca ondan son istediğimi de yapmamıştı. Bunu da göz önünde bulundurarak:
“Böcekli Kapı! Hatırlarsan bana ardındaki gizleri anlattıktan sonra bir de göstermeni istemiştim. Görmeden güvenemem ve inanamam. Eğer ki, bir şeyler saklıyorsan söylediklerinde ya yalan ya da eksiklikler var. Bu yüzden sen aradığım cevap değilsin. Çünkü birtakım sırları saklamaya çalıştığın aşikâr.”
Böcekli Kapı’dan öfkeyle yüksek çatırdama sesleri geldi ve ardından paslı tokmağı kendi kendine kapıya vurdu. Gıcırdayarak hızlıca açıldı ve ekledi:
“Kenara çekil ve gör! Sunduğum “hür kölelik” oyununa kanacak kadar ahmak ve basiretsiz değilmişsin. Madem ki isteğin bu, buyur insan; istediğin senindir.”
Bunları söyledikten sonra yavaşça kenara çekildim. Kenara çekildiğim gibi kaybolan insanlar aniden ortaya çıktılar. Kuyruğun en önündeki paspal ve berduş görünümlü adam büyük bir heyecanla kapıdan içeri doğru adımını attı. Sonrası da olanlar beni dehşete düşürüp, korkuyla ürpertti.
Adam kapıdan içeri adımını atar atmaz, bir hamam böceğine dönüştü. Dönüştüğü hamam böceği sanki paniklemişti gibi kapının ardında bir sağa bir sola koşuşturup duruyordu. Ansızın yüksek ve ürkütücü bir ses duyuldu. Ses böceğe sesleniyordu:
“Seni ahmak böcek! Uslu dur ve kapıya yaklaş. Şaşkınlığı bırak ve sana verileni kabullen! Sana bir kaçış yok bundan sonra. Gel ve senin olanı al!”
Böcek ses anında itaat edip kapıya doğru yanaştı. Bekledi bir süre ve ansızın üzerine sımsıcak bir köz düştü. Böcek can çekişmeye başladı. Olanların ardından o korkunç ses yine öfkeyle:
“İşte, bu sana taahhüt ettiğim sigortadan başkası değil! Sırada hapishane hücren var. Asalak böcek, 29 numaraya git!”
Bunu duyan böcek, kapının ilerisinde bulunan, yan yana ve üst üste dizilmiş ve üzerinde numaralar kazılı kirli bardaklara doğru yöneldi. Sonsuz adette gibiydiler. Yürürken öyle bir çırpınıyordu ki, bardaklara varması uzun sürdü. Diğer bardaklarda da bu adamla aynı kaderi paylaşan bir sürü böcek vardı. Bazısı közün sıcaklığına dayanamayıp kavrulmuş bazısı da aynı hazin ölümü bekliyordu. Bardaklardaki böceklerden senkronik bir gülüşme geliyordu. önce. Ardından gülen böcekler birden ağlamaya başlıyordu. Absürtlüğün ve zıtlığın senfonisiydi adeta. Böcek ise o sırada, 19 numaralı bardağa vardı. Bardağın önünde oval bir geçit vardı. Oradan geçti ve sonrasında zavallı böceğin üzerine parmaklıklar kapandı. Artık o da acı çekerek ölümünü bekleyecekti. Çünkü gaip sesin de dediği gibi buradan bir kaçış yoktu, ölüm dışında …
Böceğe dehşetle bakarken, Böcekli Kapı hızlıca suratıma kapandı ve hem kapı hem de kapı önünde kuyruk olan insanlar gözden kayboldu. Anlaşılan Böcekli Kapı’yı bir daha göremeyecektim. Kendi kendime:
“Birinin sırrı çözüldü. Kaldı diğer ikisi. Bakalım sırada hangi kapı var?”
Bir müddet bekledim sonra bir ses duydum. Bunun olacağını biliyordum. Kapılardan biri yine bana sesleniyordu:
“Hişt, insan. Beni duyuyor musun?”
Bu sol ortadaki Boynuzlu Kapı’ydı. Evet, neredeyse Böcekli Kapıdan ve diğer Oraklı Kapı’dan bir farkı yoktu. Bakalım bu kapının sırrı neydi? Dedim:
“Evet, Boynuzlu Kapı. Seni duyabiliyorum.”
“Aradığını bulamadın galiba. Kardeşimle olan konuşmalarınızın hepsini dinledim. Belki onun sana dedikleri ve vaat ettikleri bir kurtuluş yolu değildi, bu doğru. Ancak benim seninle paylaşacağım sırlar ve ardımdakiler tamamen kurtuluş ve refahtan ibaret.”
Böyle söyledi Boynuzlu Kapı. Dediklerine bakılacak olursa, ilgimi çekti fakat kardeşi diye bahsettiği diğer kapıyı savunmak yerine niye karalamaya çalışıyordu ki? Rakip miydiler? Bir türlü anlayamadım. Bu durum kafamda yeni soru işaretleri oluşmasına sebep oldu şimdiden.
Aklımdaki soruları bir kenara bırakıp Boynuzlu Kapıya bir şans tanımak istedim ve kapıyla konuşmaya devam ettim:
“Kardeşin de bana kurtuluşu taahhüt etti, fakat sonrasında gizlediği sırları gördüm. Sana nasıl güvenebilirim ve neden inanayım dediklerine? Ayrıca sunduğun kurtuluş ve refah tam olarak nedir?”
Bunu duyan kapı ilkin Böcekli Kapı gibi çürümeye başladı. Bazı yerlerinde tahta kuruları üremiş, kapıyı kemiriyordu. Tokmak ve kapı kolu yepyeniyken paslanır gibi oldu. Kapkara olan kapı daha da karardı ve çirkinleşti. Böcekli Kapı’nın başına ne geldiyse aynısı bu kapıya da oldu. İşte, tam bunlar olurken, kapı sessizliği bozup sorularımı cevaplamaya başladı:
“Bana güvenmelisin çünkü sana söz verdiğim şey zenginlik ve şöhretten başka bir şey değil. Neredeyse insanların hepsi bu iki yüce olguya erişmeye çalışır fakat sadece benim çağırıp seçtiklerim benden içeri adımını atar atmaz imzaladıkları bir anlaşma karşılığında bahşettiklerime kavuşurlar. Ardımda bir oda var. Adı da Yüce Işıltı Odası. İşte, bu oda lezzetli her yemeğin, her meşrubatın, her güzel giysinin, ziynetin, paranın ve şanın merkezidir. Odanın yöneticisi Ulu Cömert Göz’ün de bu gani katkısı çok elbette. Dediğim gibi, kurtuluşun ve refahın bendedir. İnsanoğlu! Beni seçersen aklına hayaline gelmeyecek nimetleri sereceğim ayağına. İşte ilk sorunun cevabı sana açık ettiğim sırlarda gizli. Bana güvenmelisin. Güven ki, herkese nasip olmayanlar senin olsun.”
Kapının söyledikleri çok hoştu. Fakat o konuştukça sesi çirkinleşip ürkütücü bir hal alıyordu. Ayrıca zenginlik ve şöhret bedeli çok ağır olan şeylerdi. Bir anlaşmayla bu kadar kolay ulaşılır olmaları çok da mantıklı değildi. Tüm anlattıklarıyla birlikte Boynuzlu Kapı’daki değişimleri akıl terazisinde tartınca Böcekli Kapıdan hiçbir farkı yoktu. Aradığım kurtuluş bu kapıda da değildi. Ama direk kestirip atmak istemiyordum çünkü “gerçek” sırları öğrenmek istiyordum. Aynı zamanda da Yüce Işıltı Odası’nı da. Bu sebeple Boynuzlu Kapı’ya:
“Yüce Işıltı Odası’nı gösterirsen inanabilirim ancak. Bu senin için çok kolay olmalı. Değil mi?”
Bunun üzerine kapı huzursuzca yüksek sesle gıcırdadı. Niyeti yok gibiydi. Bir anda gıcırtılar sustu ve kapı konuştu:
“Anlaşılan o ki, ben de senin aradığım cevap değilim. Bana inanmıyorsun. Tek dileğin ardımdaki odayı ve gerçeklerini görmek. Haklısın. Anlattığım onca şeye inanmamak her babayiğidin harcı değildir. Madem ki, beni seçmiyorsun en azından sana Yüce Işıltı Odası’nı göstereyim. Zenginlik ve şöhretin ağır bir bedeli olduğunu bilen akıllı kişiye bir hediyem olsun bu sır. Kenara çekil ve gör ki, sana anlattığım oda aslında nasıl bir yermiş?”
Kenara çekildim ve izlemeye başladım. Biraz sonra bu kapının önünde sıralanmış insanlar birdenbire geri döndüler. Kapı, zayıf bir gıcırtıyla açıldı. En önde bekleyen, bakımsız, saçları birbirine girmiş fakat yine yüzündeki güzelliği çok da kaybetmemiş bir kadın kapıdan içeri adımını attı. Adımını attığı sırada kapının sağında iki el belirdi. Bu ellerden biri beyaz bir tüy kalem tutuyordu, diğeri ise eski, deriden cildi yıpranmış ve yaprakları sararmış bir defter tutuyordu açık bir şekilde. Odanın içerisinden davudi bir ses duyuldu ansızın. Ses, kadına sesleniyordu:
“Ey şanslı insan! Müjdeler olsun sana! Yüce Işıltı Odası’na hoş geldin. Girmeden evvel sana verilen defteri imzala ki, anlaşmamız tamam olsun.”
Bunu duyan kadın sese cevap verdi:
“Hoş buldum, sayın Ulu Cömert Göz! Lütfunuz için size şükranlarımı sunarım. Elbette imzamı atacağım fakat burada tüy kalemden başka bir şey yok. Mürekkepsiz nasıl imza atabilirim?”
Ortalıkta görünmeyen sözüm ona Ulu Cömert Göz kadına cevaben şöyle dedi:
“İstediğin mürekkep ise kanından daha iyisi yoktur. Hem anlaşma için böylesi daha makul. Buraya gelenlerin hepsi bu defteri kanıyla imzalamıştır. Adet budur. Şimdi, gördüğün tüyü kalemi elinin herhangi bir yerine batır ve akan kanla defteri imzala.”
Kadın talimatlara harfi harfine uydu. Tüy kalemi baş parmağına batırdı, batırır batırmaz çelimsiz ve yamuk baş parmağından yavaş yavaş kan akmaya başladı. Akan kan tüy kalemi doldurdu ve kadın deftere imzayı attı. Deftere imza attığı gibi kan ilginç bir şekilde kurudu. İşlem tamamlandıktan sonra Ulu Cömert Göz söze girdi:
“Anlaşma tamam oldu artık. Tekrardan aramıza hoş geldin. Mermerli Yol’u yürüyüp Yüce Işıltı Odası’na varmadan önce sana bir hediyemiz olacak kabul buyur.”
Kadın gülümsedi ve kapının sol yanında yine bir çift el belirdi. Güzel bir kürk taşıyordu. İhtişamlı duran bir samur kürktü bu. Fakat içi yıpranmış ve çürümüşe benziyordu ancak kadın bunun farkında değildi. Kendisine sunulan kürkü hevesle giyip Mermerli Yol’dan odanın içine doğru ilerledi. Odanın duvarları incidendi, pırıl pırıldı ve duvardaki yedi koca oluktan şelaleler akıyordu. Şelalelerin yanı asmalarla süslüydü. Babil’den bir kare gibiydi. Bu odaya bakanlar istemeden de olsa gurura kapılıp, kendi boy aynasına bakarak hayallere dalıyordu. Parayı ve şöhreti büyük bir tutkuyla arzuluyor, sırayı bozmamak için kendini zor tutuyordu. Oda yuvarlaktı ve içeride bir sürü insan vardı. Odanın tam ortasında zemini neredeyse kaplayacak kadar büyük altından yuvarlak bir masa vardı. Masanın üstü akla hayal dahi edilemeyecek lezzetli yemekler ve içkilerle doluydu ve içerideki insanlar masayı çevreleyen rahat koltuklarda oturup birbirleriyle sohbet ediyorlar, yemek yiyorlar, keyiflerine bakıyorlardı. Kadın bir anda gözden kayboldu ve sonra tekrar insanlara baktığımda bir gariplik olduğunu fark ettim. Hepsinde o kadına hediye edilen kürkten vardı ve kısmen çürümüş cesetlere benziyorlardı. Çürümüş elleriyle masadaki yemeklere dokunduklarında yemeklerde çürüyüp kurtlanmaya başlıyordu. Anlaşılan giydikleri kürklerdeki çürümüşlük insanlara sirayet ediyordu ki neye dokunsalar çürütüyorlardı, hatta birbirlerini de. Ansızın birisi dikkatimi çekti. Bu kişi, baştan ayağa çürümüş, saçları dökülmüştü. Adeta yürüyen bir ölüye benziyordu. O kadar çürümüştü ki, cinsiyetini kestirebilmek çok zordu. Bir anda herkes sustu ve büyük bir gümbürtü koptu. İnci duvarlar obsidyene dönüştü, bembeyazken kapkara oldu. Şelaleler suyunu kesti, asmalar kurumaya başladı. Bir anda hızlıca oluklardan lavlar akmaya başladı. Ortadaki lav akıntısının ardında dev bir siluet belirdi. Yavaşça odaya yaklaştı ve akıntıyı yararak sonunda kendini gösterdi. Lavların arasında çıkan şey, çirkin ve kocaman bir yaratıktı. Boylu boyunca kıpkırmızı, koca göbekliydi. Koca ve kaslı kollarıyla, uyumsuz şekilde cılız ve uzun bacakları vardı. Kafasının yanlarından iki adet simsiyah ve parlak boynuzuyla sapsarı, sivri ve çirkin dişleri vardı. Kafasının ortasında ise kocaman bir gözü bulunuyordu. Göz bebeği kızıl bir dolar işareti şeklindeydi. Yaratığı gören yürüyen ölü yaratığa şöyle seslendi:
“Ulu Cömert Göz! Sonunda sizi görebildim ilk defa! Çok mutluyum yüce efendim!”
Çirkin Ulu Cömert Göz adama tiksinti ve öfkeyle birlikte:
“Ulu Cömert Göz değil seni aptal mal ve şöhret düşkünü! TEPE FAİZ GÖZ benim adım ve anlaşılan kıvama gelmişsin. Senin gibi bir ahmak ne zengin ne de ünlü olabilir. Ancak ve ancak öğle yemeğim olabilirsin”
Dedi ve yürüyen ölüyü koca elleriyle yakaladı. Sonra da midesine indirdi ve lavların arasından gerisin geri dönüp gözden kayboldu. Her şey normale döndü. Fakat diğerleri bu olanların farkında değildi. Kendi zenginliklerine ve hayallerine dalmışlar ve bu olanları görmemişlerdi. O kadar dalmışlardı ki kendi dünyalarına ne lavlara ne gelen koca çirkin ucubeye ne de hunharca yenilip yutulan oda arkadaşlarının farkına varmadılar.
Yüce Işıltı Odası’nı izlemeye devam ederken, Boynuzlu Kapı yavaşça kapandı. Ne önünde az da olsa dizilmiş insanlar ne de kapının kendisi görünüyordu artık.
Bir sır daha çözülmüştü böylece fakat önümde sadece bir kurtuluş çaresi kalmıştı, o da Oraklı Kapı’dan başkası değildi. Bu kapının önünde insanlar nizami ve uzun bir kuyruk oluşturuyorlardı. Anlaşılan albenisi en çok olan kapı bu kapıydı. Ona ve insan kalabalığına doğru yöneldiğimde bana doğru seslendi:
“Ey İnsan, sonunda! Ben de ne zaman bitecek bu arayışın diye merak ediyordum. O kadar da aramana gerek yoktu oysa. Kardeşlerimle oyalanacağına direkt beni seçseydin vakit kaybetmemiş olurdun.”
“Haklısın, sanırım… Görünürde tek çare olarak sen kaldın fakat kayıtsız şartsız bir kabulleniş bekleme benden. Kardeşlerin için geçerli olan şartlar senin için de geçerli olacak. Gerçekleri bilmem gerekir ki, senin vasıtanla gerçek kurtuluşa erebileyim.”
Dedim ona.
Kapı huzursuzca çatırdadı. Az bir vakit suskunluk hâkim oldu. Sonrasında tez bir şekilde konuşmaya başladı:
“İnsan, öncelikle beni iyi dinlemeni istiyorum çünkü söyleyeceklerimin seni ikna edeceğini düşünüyorum. Birincisi, elindeki tek opsiyonun benim, başka yolun kalmadı. İkincisi ise şart koştuğun şeyle ilgili, yani gerçekleri kast ediyorum. Sakladığım şey insanların hayalleri, umutları ve ideallerinden başka bir şey değil. Özgürlük, adalet, refah ve eşitlik olgularının hayata geçirilmesi anlayacağın. Asırlardır insanlığın talep edip bulamadıklarına sahibim, gelen herkese kapım açık ve talibim çok var. Mutlak kurtuluşun sadece benim, kardeşlerim değil ya da bir başkası. O sebeple inkâr etmeden kabule yanaş ki kurtuluşun tez olsun.”
Oraklı kapının da kardeşlerinden farkı yoktu. Aynı vaatler ve aynı farazi özgüvenden ibaretti o da. Aynı çürüme ve bozulma da cabasıydı. Olgulara bakılınca da ideolojilerin asırlar boyu insanları bu kavramlar üzerinden sömürüp sadece kan ve vahşetten başka bir şey vermemiş olması da her şeyi görünür ve duru kılıyordu ancak Oraklı Kapı da haklıydı başka seçenek kalmamıştı ve ne kadar kötü olursa olsun denemek zorundaydım. Endişemi gizlemeye çalışarak:
“Açıkçası ikna oldum Oraklı Kapı. Vaat ettiklerinle kurtulacaksam hazırım. Açıl da bir an evvel bu belirsizlik mekanını terk-i diyar edebileyim.”
Dedim. Kapı korkunç bir şekilde kahkaha attı. Ardından kapı ağır ağır açıldı ve beni beklemediğim bir manzara karşıladı. İçerisi kutlama yapıp, sevinç naraları atan insanlarla doluydu. Hep bir ağızdan kısa tekrarlarla “Yaşasın özgürlük!”, “Sonunda adalet!” ve “Hak olan eşitlik!” şeklinde bağırıp tezahüratlar yapıyorlardı. Kendi kendime “Çok da endişelenecek bir şey yokmuş.” deyip öte yana doğru adımımı attım fakat o ilk adımla kapının ardındaki atmosferin değişmesi bir oldu. İlk önce burnuma kan, barut ve yanık kokuları gelmeye başladı, sonrasında kutlamanın yerini savaş ve talan, naraların yerini ise feryatlar, bomba ve silah sesleri aldı. Her yerde savaşırken yahut kaçarken ölen insanları görüyordum. Bir patlamanın oluşturduğu et ve kan yağmuruna, mermilerin yumuşak eti delik deşik etmesine; kısacası ölümün en vahşi hallerine tanıklık ettim. Odanın rengi de gittikçe kızıllaştı ve yerden kan gayzerleri fışkırmaya başladı. Şahit olduklarım karşısında dehşete kapıldım ve korkudan felce uğradım. İçimden arkamdaki kapıya davranıp bu kahrolası cehennemden kaçmak gelse de yapamadım. Bunları düşünürken kapının gıcırtısını duydum, yavaş yavaş bir daha açılmamak üzere kapanıyordu sanki. Bir an önce cesaretimi toplayıp harekete geçmeliydim. Aklımı dehşetin dokunaçlarından kurtarıp kendime geldim, kapıya doğru atıldım. Oraklı Kapı harekete geçtiğimi hissetmiş olacak ki; ansızın hızlandı. Kapanmasına ramak kala aradaki boşluğa ayağımı sıkıştırdım ve olağanca gücümle itmeye başladım. Kapı çok ağırdı ve kendisinin uyguladığı kuvvet de mevcut durumumu gitgide zorlaştırıyordu. Çok kısa olmayan bir süre sonunda, toplayabildiğim tüm gücümle geçebileceğim kadar bir boşluk açabilmeyi başardım. Ayağımı uzatıp sıyrılacağım sırada kapı:
“Seni aşağılık insan! Ardımda kalıp sonsuz vahşetin ortasında kalıp ölümü beklemen gerekirdi, kaçman değil! Aciz ve basit bir yaratığa-yani sana-yenilmiş olamam… HAYIR!!!”
Diye öfkeyle bağırdı.
Sonunda paçayı kurtarmıştım ve sevincimi yaşayamadan “PAT!” diye bir sesle sarsıldım. Arkama döndüğümde Oraklı Kapı’nın yerinde yeller esiyordu. Anlaşılan kapı, bir daha karşılaşmamak üzere kapanmış ve bilinmezliğin kendisi olan mekânın içinde kaybolmuştu, tıpkı diğer iki kapı gibi.
Kurtulduğum için elbette mutluydum fakat yine en başa dönmüş, yapayalnız bir şekilde hiçlik ve belirsizliğin ortasında mahsur kalmış durumdaydım. Hiç kimse ve hiçbir şey yoktu burada. Sinirlerim boşaldı, bacaklarım titredi ve dizlerimin üzerine çöktüm. Bağıra çağıra ağlamaya başladım, karamsar fikriyatın tacizleri ağlayışımı daha da şiddetlendirdi. Hıçkırıklarım, o beyaz boşlukta uzun süre yankılandı. Anlık kafamı kaldırıp çevreme bakındım, gözüme devasa bir cisim takıldı. Gördüğüm tümüyle mermerden ve ortasında gümüş işlemeli bir ay bulunan bir kale kapısıydı. Gümüşten ay kararmış, mermer gövdesinin dört bir yanını yosun tutmuştu. Tükenen umudum yeniden filizlendi ve kapıyla ilgili merakım beni harekete geçirdi. Hemen toparlanıp gözyaşlarımı sildim ve yavaşça dizlerimin üstünde doğrularak ayağa kalktım, mermer kapıya doğru koşar adım yürüdüm. Benimle diğer kapılar gibi konuşacağını umup beklemeye başladım fakat ne ses ne de seda vardı. İçimdeki merakın taşkınlığı ve kurtulma isteğinin heyecanıyla dayanamayıp koca kapıya doğru haykırdım:
“Mermer Kapı! Söyle bana, sen gerçek kurtuluş musun? Şayet gerçek kurtuluş isen ötende beni ne bekliyor?”
Kapıdan hiçbir ses çıkmadı, belki de beni duymamıştı. Biraz daha duyduğunu ümidine sarılıp bekledim ama beni karşılayan koskoca bir sessizlikti. Bir kere daha şansımı denemek için haykırdım:
“Beni duymuyor musun? Ardında ne saklıyorsun? Kurtuluş sende ise ardına geçtiğimde bana ne olacak?”
Kapının ortasındaki gümüş ay parladı, gözleri açıldı. Mermere tutunan yosunlar eriyip yok olmaya başladı. Gümüşten ay bana doğru bakıyordu ve bana sadece bir cümle ile karşılık verdi:
“Benden öteye geçersen hiç olursun insanoğlu!”
Gümüş ay cümleyi tamamladıktan sonra gözlerini kapattı, Mermer Kapı gümbürtülerle beraber ağır ağır açılmaya başladı. Bundan evvelki üç kapı bana hep varlığı vaat etti fakat bu kapı ise yokluğu vaat ediyordu! Aslında vaat etmiyor bile, sadece olacak olanı söylüyordu. Sanırım sonunda doğru seçimi bulmuştum ve kurtuluşa yakındım. Düşüncelerimde sıyrıldığımda karşımdaki Mermer Kapı’nın ardına kadar açılmış olduğunu gördüm. Kapının içinden görünen tek şey ise gümüşi bir ışıktı.
SON
Düşkalem






Yorum bırakın